20 Temmuz 2011 Çarşamba

AVARE


Elindeki çok sevdiği oyuncağı alınmış da dudaklarını büzmüş, boynunu bükmüş küçük bir kız çocuğu gibi hiç sesimi çıkarmadan, sakin,alışkın olduğum iniş ve çıkışlar olmadan geçen son bir senede yaşadıklarımı yazsaymışım; ya bir seyyahın ya da takılmış plak gibi hep aynı şeyleri tekrarlayan bir zır delinin günlüğü tadında şeyler çıkacakmış ortaya...Çünkü anlıyorum ki bütün o aylar boyunca belirgin olarak yaptığım tek şey, Istanbul'a adımımı atar atmaz istem dışı yüzüme yerleşen ciddi ifade ile herbiri diğeri ile aynı gibi görünen günleri geçirmek ve bir sonraki yolculuğu planlamak olmuş.
Gittiğim yerde yüzüm gülmüş, döndüğüm de ise düşmüş.

Birbiri arkasına yaptığım tüm o yolculuklar aslında bir kaçış olduğundan ama ne kadar ve nereye kaçarsan kaç, kaçtığın şeyi de kendinle beraber, dünyanın en ücra köşesine bile götürdüğünden, vardığında yabancı topraklara, aslında sadece ilk birkaç gün kendini hafiflemiş ve özgür hissediyorsun. O kandırıkçı hafiflik duygusu ile bir an yeniden normale döndüğüne, yeniden birşeylere heyecan ve merakla baktığına inandırıp kendini mutlu hissediyor; sanki boğazındaki tüm düğümler çözülmüşcesine, sanki daha önce hiç oylesine dolu bir nefes almamışcasına, derin bir ohh çekip "geçti artık!" diyorsun ama o da fazla sürmüyor; çünkü çok değil sadece birkaç gün sonra "nedenler, acabalar, keşkeler" dönmeye başladığında yeniden kafanın içinde,başladığın noktaya dönüyorsun ve bu sefer  tek fark, pencereden dışarı baktığında gördüğün hiç bitmeyen trafiği ile muhteşem boğaz manzarası değil de bambaşka bir şehirin yabancı telaşı oluyor. Sanki hiç valiz hazırlamamış, sanki saatlerini havaalanlarında binbir cesit  insanın hayatlarını tahmin etmeye çalışarak gecirmemiş, sanki uçaklarda muhtemelen hayatın boyunca bir daha hiç karşılaşmayacağın insanlar ile birkaç saatliğine aynı kaderi paylaşmamış, sanki benjaminin gölgesindeki deri koltuğundan hiç kalkmamış gibi hissediyorsun.  Işte o zaman tüm bu yolculukların da tıpkı gelip geçici sevgililer gibi aklını bir süreliğine çelip, gözünü boyadığını, kısa süreliğine sana iyi geldiğini ama aklını başından alan kalp çarpıntısı olmadığından bir solukta, girdikleri hızla kendilerini imha ettiklerini anlıyorsun.

Çözüm sandığının işe yaramadığını anlamak iyi hoş da sonrası pek öyle olmuyor, hemen sonra "şimdi ne olacak, denemediğim ne kaldı ki?" diye düşünmeye başlıyorsun; yine o deri koltukta , yine elinde bir kitap, gözün dışarda kara kara düşünerek saatler geçiyorsun. Büyük şehir efsanesi, her derde deva olduğu söylenen zamanın da senin için farklı işlediğini, içinde esen fırtınaları dindirmese bile bir başarısız deneme karşısında daha sakin kalmana yaradığını öğreniyorsun ve yine kara kara ama bu sefer sakin bir şekilde düşünmeye, yeni bir çıkış yolu aramaya başlıyorsun...

Çok gezdim geçtiğimiz aylarda; uzak, yakın demeden, daha önce gördüm, görmedim ayrımı gözetmeden
yollara düştüm. Her dönüşümde buradan daha uzaklara, daha farklı olana gitmek istedim. Sanki mesafeler uzadıkça , gördüklerim farklılaştıkça ben normale dönecektim. Kaç uçağa bindim, kaç saatimi 30000 fitin üzerinde geçirdim, tanımadığım kaç bin kişinin fotografını çektim bilmiyorum ama dünyada görülecek dev budha kalmadı onu biliyorum. Uzaklaştıkça özgürleştiğimi zannettim, özgürleştikçe  hayatta korktuğum ne varsa tek tek yaparak içimdekini koparıp atmaya çalıştım. Çalıştım çalışmasına da işte yine birgün o deri koltuğa oturup da oturduğum yerde kalmak istediğimi, artık rüyalarımı hatırlayamadığımı, geleceğe dair beni heyecanlandıran birşeyin olmadığını farkettiğim anda geçici sevgililerim gibi seyahatlerin de bana yetmediğini anladım. Aslında hiçbirşey yetmiyordu; en çok da Istanbul. Söylemiyordum kimseye ama kızgındım Istanbul'a...Her türlüsüne binlerce seçenek sunduğuna, herkesi mutlu edecek kadar zengin olduğuna inandığım şehir bana yetmiyor, yenisi bile eski gibi geliyor, bütün suç onda olduğundan içimi sıkıyordu ki birden ikili hayat fikri belirdi aklımda. Iki ayrı ev, iki ayrı hayat, iki ayrı dünya; tıpkı Audrey'in söylediği gibi "hangisi canını sıkmıyorsa orada olmak"...Audrey'den mi etkilendim, yoksa o gün bu parlak fikir ile heyecanlanıp hemen hayata geçirdiğim için mi Audrey oradaydı bilemem ama Italya'da bir evin olması, yarı dönemli Italya'da yaşama kararı bir gece yarısı böylece giriverdi hayatıma.

Karar vermek işin zor kısmı hayatta, bir kere karar verdikten sonra gerisi çorap söküğü gibi geliveriyor. Ben ki hayatı boyunca içgüdüsel olarak hızlı ve radikal kararlar vermiş biriyimdir, bu kararı da bir gecede verdiğimi zannettim uzun süre ama bu yazıyı yazmadan önce nereden nereye geldiğimi anlamak için  okudukça geçmiş yazıları, aslında bu fikrin nasıl usulca, ince ince, oya gibi ruhuma işlenildiğini, aslında o gece o kararı vermeden çok öncesinde sinyallerini verdiğini anladım. Ama işte o gece kalktım o koltuktan, gerisi kendiliğinden geldi ve bir sabah uyandığımda Genova'daki evimde buldum kendimi.


Rapallo'da başlayan ev arayışım Genova-Nervi 'de, adı gibi gerçek bir cennet bahçesinin içinde bitti.
Ev arayış bitti ama hayatıma getirdiği yenilikleri, bende yarattığı değişiklikleri, unuttuklarımı zorunlu olarak hatırlatmaları hala bitmiyor. 
Ilk ögrendiğim kaç kere gidersen git, ne kadar insan tanıyorsan tanı, ne kadar dillerini konuşup işlerini doğal bir rahatlıkla halledersen hallet, yabancı bir ülkeye ziyaretçi olarak gitmek ile orada yaşamak arasında inanılmaz bir fark olduğu oldu. Öylesine kolay olacağını hayal etmiştim ki herşeyin, oturtana kadar düzeni şaşılacak kadar gözümü korkutan durumlar yaşadım ilk aylarda. O kadar alışmışım ki hayatımın  belli bir düzen ve kolaylıklar içinde gidiyor olmasına, bulamadığımda en basit şeyi anlamsızca sudan çıkmış balığa döndüğüm anlar oldu; şimdi hatırlayınca gülüyorum ama en kan çektirici sorunlar karşısında bile soğukkanlı kalabilen bu kadın bir süper markete girip, gördükleri karşısında gözleri boncuk boncuk yaşlar ile dolu, ben burada ne yapıyorum diye kendini zayıf hissetti. Yaşadığım hayatın bir lutüf olduğunu biliyordum, zaten yaşama şeklim ve onun içini dolduran tüm kıymetlilerim dolayı da hep çok şanslı olduğumu, reankarnasyona inanan biri olarak içimdeki ruhun iyi bir evrede olduğunu düşünüyordum ama ki buradaki "ama" çok önemli; bana bahşedilen bu ayrıcalıklı durumu artık normal birşeymiş gibi algılamaya, hatta bu tür konforlu servisin hakkım olduğunu düşünmeye,hadi korkak alıştırma Den'cim, yazıver direk, şımarmaya başladığımı farketmemiştim. 
Ne zaman ki 4 kapıcılı bir binaya haftalarca koliler taşıdım tek başıma,elektrik-su paralarını ödemek için banka sıralarında beklemeye, market alışverişinden , bozulan arabanın tamirciye götürülmesine kadar herşeyi kendim yapmaya başladım; bir yandan uzun zamandır canımı sıkan Istanbul'daki ayrıcalıklı hayat kafama dank etti bir yandan da, gerçek evimde çok uzun zamandır, ne kadar çok şeyi yapmadığımı farkettim. Mesela ben hiç çöpü çıkarmadım, yıllardır bir bankada, noterde sırada beklemedim, bırak araban inip benzini kendin doldurmayı, yıllardır nakit para ile almadığımdan, benzine ve daha bir sürü günlük şeye ne kadar para harcadığımı bilmedim. Nereye gidersem gideyim arabamı hep vale parkinge bıraktım iki adım fazla yürümemek için. Elime çekici çiviyi alıp da evimdeki tek bir resmi asmadım, en sevdiğim benjaminime gün aşırı 3 litre suyu kendim vermedim. Hep neyin nasıl yapılmasını söyledim, ilgi gösterdim, yol gösterdim ama yapmadım,yaptırdım. Nasıl yapılacağını bilmediğimden, elimden gelmediğinden değil elbet zira görünen o ki aslanlar gibi de yapabiliyorum saymadığım bir sürü şeyi daha ama deli gibi çalışıyor, çok yoruluyor, dünyayı kurtarıyorum ya kurulmuş bir sistem de var onun içine girmiş yapmamayı normal algılıyorum. 
Ama öbür hayatta, Genova'da işler böyle yürümüyor. Zamanla orada da sistemi kurup, kolaylıkları yaratıyorsun elbet organizasyon yeteğinle ama yine de genel olarak herseyi tek başına yapıyorsun. Işte o herşeyi yapmak, o herşeyi tek başına yaparken gününü ona göre organize etmeye çalışmak, mevcut sisteme ayak uydurmak benim gibi yaşını 35 inde dondurmuş ama aslen 37lik kadını acayip terbiye ediyor. Ve bu durum benim çok hoşuma gidiyor.

Planımı açıkladığımda, en yakınlar hatta biraz daha uzaktalar bile gideceğimi yeri sormadılar, neresi olacağından emin, muhtemelen onun için gittiğimi düşündüklerinden. Bense kararı enteresan bir şekilde onunla tamamen kopardığım ara bir süreçte aldığımdan ısrarla "hayır onun için değil" diyordum kendime bile itiraf etmek istemediğim bir ümit kırıntısı ile ama tabii ki gidilecek yer Italya'da kendimi evimde hissettiğim tek yer, Genova olacaktı.

Genova deniz ile  ormanlarla kaplı dağların buluştuğu, doğası ve havası ile inanılmaz güzellikte bir yer. Genova tıpkı insanları gibi enteresan, bir defada güzelliklerini gösterebilen bir yer değil.
Yaşadıkça, her sabah o muhteşem manzarasına ve temiz havasına uyandıkça, her geçen gün yeni bir semtini, yemeğini, alışkanlıklarını, gizli sokaklarda inanılmaz güzellikteki gizli yerleri keşfettikçe bağımlıklık yaratan bir şehir.
Genova beni erkenden mutlu uyandıran, Istanbul ile barışmamı sağlayan, "evet dünyanın neresine gidersem gideyim yaşarım" teyidini veren şehir.
Abartısız her Allah'ın günü Istanbul plakalı minim ile dağların eteğinde denize karşı kilometrelerce yol yaparken ne kadar şanslı olduğumu, ne kadar güzel bir hayatım olduğunu, bambaşka bir dünyada çok sevdiğim insanlarla ne kadar rengarenk olduğumu hatırlatan şehir.
Ama tabii ki en enteresanı Genova Onu benden koparan şehir!...

Hala orada uyandığım her sabah hayatıma girdiği, hiç ortası olmayan verdiği aşırı mutluluk ve mutsuzlukları ile bana, hayatıma, kişiliğime kattıkları, hissettirdikleri ve beni getirdiği yer için şükrediyorum ama işte Istanbul'da bir türlü kabul edemediğim onsuz yaşamayı, Genova'da öğrendim...

Nasıl mı?
Çıkarıp attığında hayatından "acaba Istanbul'da yaşayabilir miyim?" diye düşündüm diyor. Bana ev arıyor, evi buluyor, boyamaya kalkıyor, "olur mu canim" deyince boyacı gönderiyor. Benim olduğunu hissedeyim diye eski koltuk, eski bir pikap arıyor. Uzaktan ıslık çalıyor dönüp bakıyorum, öpücükler gönderiyor. Atıyor motorsikletinin arkasına çocukluğuna götürüyor, yüzüme yumuşacık meltem çalınıyor, hava miss gibi deniz kokuyor, anlatıyor da anlatıyor, çok acayip şeyleri hatırlıyor, hatırlatıyor. her seferinde döküyor eteğindeki bütün taşları, tüm samimiyeti ile kalbindeki sevgisini de yine de o kapı eşiğinde kalmak istiyor. Çünkü korkuyor ama düşünülenin aksine benden değil, yaşamaktan korkuyor. Hergün yeni bir dert icat edip kendine, mızmızlanıyor..Mutsuzlukla besleniyor sanki...Hani derler ya "istese canımı da veririm diye" ben de bir nevi öyle, onun için yapabileceklerimin sınırı yok diye düşündüm yıllarca ama birgün bir adam giriverdi hayatıma ve öyle birşey söyledi ki  uyandırdı beni...Aramaz, aramasını beklemez oldum...

Şimdi mi?
Şimdi ben Istanbul'da bir italyan, Genova'da bir Türk olarak, her iki tarafta da bir yanı yabancı ama, hangi eksikliğimi besliyor bilinmez, bu farklılıktan gayet memnun o hayal ettiğim ikili hayatı yaşıyorum keyif içinde. Ve açtım yelkenlerimi bambaşka sularda, bambaşka bir istikamete doğru yol alıyorum. Enteresan şekilde rüzgar her geçen gün biraz daha sert esiyor, şaşırıyorum, şaşırdıkça mutlu oluyorum ve heyecanlanıyorum. Bu denizde rüzgarın serti makbul elbet ama bazen pat pat denize çarptığım, boyumu aşan dalgalar ile baştan aşağı ıslanıp, ürperdiğim ve zorlandığım oluyor. Bazen cok tersten esiyor ne yapacağımı bilemiyor ama yine de yola devam ediyorum çünkü hepimiz biliyoruz ki bana da böylesi lazım. 3 seneden sonra ilk defa sevdiklerime, işime gösterdiğim doğal emeği, özeni bu yeni yolculuğa da gösteriyorum. 3 seneden sonra ilk defa yeniden planlar, programlar yapıyor, mutlu etmeye çalışıyorum miras defektlerim ile...3 seneden sonra ilk defa birşeyin parçası olmayı kabul ediyorum ve kabul edilmeyi arzu ediyorum.

Şimdi mi?
Şimdi ben iyiyim! Dilerim devamı gelsin...