16 Aralık 2012 Pazar

Elleri Pis, Ruhları Hasta!



Geçenlerde, her hafta, düzenli olarak yazılarımı takip ettiklerini bildiren Kocaeli'li iki hanımdan, üzerinde çalıştıkları sosyal sorumluluk projesine destek vermem ile ilgili bir mektup aldım. 
Konu, kadınların maruz kaldığı şiddet, istekleri ise bu konu ile ilgili çekecekleri kısa film için gerekli bir anket idi.

Kendilerine verdiğim kısa cevap " ben bu konu ile ilgili size geri dönüş yapacağım" olurken, içimden geçen "yaparım tabii ama nasıl yapmalıyım?" oldu. 
Neredeyse 10 gündür, cevaplar havada, "şiddet" kelimesi aklımın bir köşesinde asılı kaldı...

O günden beri şiddete, şiddet denilince aklıma ilk gelen kelimelere ve bende uyandırdığı duygulara takılıyım. 
Kadına şiddet deyince aklıma ilk fiziksel bir zorbalık geldiğinden ve ruhuna defalarca darbeler almış bir kadın olmama rağmen çok şükür tekme tokat bir kendini kaybetme durumu ile karşılaşmayan biri olarak, bilmediğim bir duyguyu bilenlerin dilinden nasıl anlatabilirim bu haftaki derdim oldu.

Şiddeti düşündükçe aklıma ilk düşen kelimeler, sırası ile öfke oldu, korku oldu, utanç ve aşağılanma hissi oldu... Ve zihnimi karıştıran, bu kelimelerin bu kadar çabuk belirmesi değil de verdiği tanıdık duygular oldu. Ne babamdan bir fiske yemiştim hayatımda, ne abim kırıp geçirmişti ortalığı, ne de ruhuma evet, kalbime evet ama yüzüme bir darbe vurmamıştı en azılı sevgililer bile ( ki burada hafızam bildiğin oyun oynuyordu). Neden bu kadar yakın bağlantılıydı şiddet ile bu duygular ve nereden çıkıyordu bu tanışıklık? 

Şiddet günlerce asılı kaldı aklımın bir köşesinde ve bakın neler getirdi koydu geçmişten önüme...

Annem, annesini kaybettiğinde, 34 yaşında gencecik bir kadın, bense 4 yaşında küçücük bir kız çocuğuymuşum. 4 yaşımdaydım, hatırlamıyorum anlatacaklarımı, sadece yıllarca bu hikaye ile büyütüldüm, bana annemin anlatıklarından biliyorum.

Anneme, annesinin ölümü ağır ama çok ağır geliyor. O da benim gibi bir ana kuzusu, kocasına ve çocuklarına rağmen kolu kanadı kırılmış, biraz hayatta tek başına kalmış gibi hissediyor. Sanırım o kadar zorlanıyor ve saklayamıyor ki acısını, henüz 4 yaşında olmama rağmen, acısını ben bile görebiliyor ve daha fazla üzülmesin diye kendimce onu teselli ediyorum. Aylarca annesinin ölmediğini, bir hastahanede olduğunu, iyileşip geri geleceğini söyleyip onu avutmaya, "hadi o zaman gidip ziyaret edelim" dediğinde ise hastahanenin çok uzakta olup, oraya gidemeyeceğimizi söyleyip onu kandırmaya çalışıyorum. Annem der ki; "o kadar yumuşacık bir çabaydı ki yaptıkların, bazen sırf kendimi iyi hissetmek için sorar, sen de hiç değiştirmeden aynı cevapları verirdin".
Ancak günlerden birgün ne olduysa, bir yaramazlık yapıyor, belli ki anne de kontrolden çıkıp, popoma okkalı bir şaplak patlatınca, öfke dolu gözlerle kendisine dönüp, 4,5 - 5 yaşindaki çocuğun pür gaddarlığı ile ;" ohh canıma değsin, annen de öldü, şurada toprağın altında yatıyor" cevabı ile onu cezalandırıyorum. 
Annemin o gün gözlerimde gördüğü ve bugün hala gülerek anlatırken, hatırladığı tek duygu "öfke" oluyor.

8-9 yaşlarımda bahçede oynuyor, dalları ağırlıktan yerlere sarkan dut ağacından dut yiyordum. Hatırladığım, bir setin üzerinde oturduğum, çevremdeki mahalleden çocukların ise avuç avuç dutları, aşağıda geçen arabalara fırtlatmalarıydı. Çocuklar sonunda camı açık arabalardan birini isabet ettiriyorlar, araba ani bir fren yapıyor, çılgına dönmüş bir kadın arabadan fırlayıp, bize doğru koşuyordu. Çocuklar dağılıyor bir ben oturduğum yerde kalıp, olanları izliyordum. Yapmamıştım ki ben bir şey, kaçmama gerek yok diyordum; ancak öfkeli kadın yakaladığı gibi kolumdan beni aşağıya doğru çekmeye çalışınca, canım acıyordu. Hissettiğim acıdan çok korku, derdini dile getirememenin çaresizliği oluyor. 

12 yaşımdayken,  ilkokul öğretmenim tüm sınıf arkadaşlarımın ortasında suratıma bir tokat atıyor, ne yaptığım hatayı hatırlıyorum ne de dediklerini, aklımda kalan bir tek utanç oluyor.

21 yaşında aptal bir kız çocuğu iken, o zamanki aklımla ilişki denen şeyi ne zannediyor ve ihtirası nasıl algılıyorsam; konunun ne olduğunu bile hatırlamadığım bir sebepten, biraz da özentiden erkek arkadaşıma tokat atıyor, hemen geri karşılığını alıp hayatımdaki ilk ve tek gerçek tokatı yiyorum. Bugün ne o gün nerede olduğumuzu, ne tokatın sebebini, ne de sonrasında nasıl barıştığımızı hatırlıyorum ama aklımda o günden kalan tek duygu "aşağılanma duygusu" oluyor. O güne kadar ve şimdi düşününce hala o gün kadar hayatımda aşağılandığımı hatırlamıyorum.

Günlerce aklımın köşesinde asılı kalan şiddetin, tanıdık duyguların sebebi serilince önüme, buna maruz kalanların en azından neler hissediyor olabilecekleri beliriyor gözümde ve diyorum ki;

"Dünyada her üç kadından biri, hayatında bir kere şiddet görüyor ya da tecavüze uğruyor."... Yaşadığımız topraklardaki  eğitim düzeyini, toplum yapısını, yasalarını, dayak cennetten çıkmadır atasözleri ile yetiştirilen insanlarını göz önüne alacak olursak, bu sayının, Türkiye'de dünya üzerinde yapılan istatistikten çok daha fazla olduğuna kalıbımı basarım...

Düşünün ki tanıdığınız, karşılaştığınız, birlikte iş yapıp, yanınızda çalıştırdığınız kadınların bir kısmı alenen veya gizlice hayatlarını, öfke ile, korku içinde, utanç duyarak ve değersizlik hissi ile geçiriyor. Düşünün ki bunu yaşayan kadınların çocukları, bu vahşete şahit oluyor ve hatta bizzat maruz kalıyor. Düşünün ki elleri kolları bağlı zannediyor bu kadınlar kendilerini, çaresizlik göbek adları oluyor. Sırf annesi üzelmesin diye kendini paralayan 4 yaşındaki çocuk bile öfke duyup yediği şaplağa, can acıtmak istiyorsa, kocaman kadın ister mi böyle yaşamayı? Ama karşı çıkamıyor, korku önlerini kesiyor, dur diyemiyorlar. Öylesine bir korku ki bu, damarlarından zerk edilmiş; herzaman herşeyi yapabilir beklentisi, hiç bitmeyen bir yürek çarpıntısı gibi. Düşünün ki bu kadınların acıyan yanları etleri değil ruhları. Kanayan yerleri dudakları değil kalplerinin derinlikleri. Ayaklar altına alınan çelimsiz bedenleri değil, gururları. Tekme atılan yerleri bögürleri değil, çok daha derinlerde özgüvenleri. Kırılan yerleri kemikleri değil, geleceğe dair ümitleri, hayalleri. Düşünün ki bu kadınlar ve çocuklar, en güven duymalari gereken yerde, evlerinde; huzursuzlar, uykusuzlar, mutsuzlar.
Kafese kapatılmış gibi çaresizler...

Ve yine diyorum ki:

Siz ki dışarıdaki dünyadaki başarısızlıklarınızın, kayıplarınızın, al aşağı edilmiş gururlarınızın acısını evdeki karınız ve çocuklarınzdan çıkarıyorsanız; en büyük beceriksiz, çok büyük ezik ama daha da önemlisi "hastasınız", gidip profesyonel bir yardım alın!
Siz ki paranıza, sosyal statünüze, sağladığınız hayata güvenip, karınız, çocuklarınız üzerinde herşeyi yapabilme hakkını kendinizi görüp, onlara el kaldırıyorsanız; en büyük karaktersiz, çok büyük zavallı  ama daha da önemlisi "hastasınız", gidip profesyonel bir yardım alın!
Siz ki bu ailenin direği de, reisi de benim, ister severim, ister döverim diyorsanız, en büyük güçsüz, çok büyük sadistsiniz ( bu kategorideyseniz bu kelimenin anlamını bilmiyor olmanız muhtemel, bir sözlüğe bakın) , kisacası "hastasınız", gidip profesyonel bir yardım alın!
Nerede okuduğunuz umrumda bile değil, isterseniz Harward mezunu olun, kendinizi kaybedip evdeki karınıza, çocuklarınıza el kaldırıyorsanız; en büyük cahil, çok büyük sahtekar, ama daha da önemlisi "hastasınız", gidip profesyonel bir yardım alın.
Siz ki içkiyi adabı ile içemeyip, damarlarınızda dolaşan alkol ile ortalığa saçılan bastırılmış duygularınız, birilerinin tenine dokunuyorsa; çok büyük aciz, en büyük alkolik ve siz de "hastasınız", gidip profesyonel bir yardım alın.
Kendi yediğiniz haltlara bakmayıp siz ki namus adına, töre adına, din adına kaldırıyorsanız o elleri; en büyük yalancı, çok büyük günahkar ama daha da önemlisi "hastasınız", gidin profesyonel bir yardım alın.

Yani demem o ki; sebebinizin ne olduğu önemli değil benim için. Kalkıyorsa o eller, dokunuyorsa başka tenlere, iz bırakıp anılarda, yaralar açıyorsa ruhlarda, kendinizi inandırdığınız veya başkalarını kandırdığınız gibi bir kişi değil, açık açık yazıyorum; HASTASINIZ! GIDIP PROFESYONEL BIR YARDIM ALIN!

Burası yazmakta en zorlandığım bölüm ki; siz ki bir kadının, bir çocuğun üzerine abanıp, zorla kendisine sahip olutyor ve tacizde bulunuyorsanız, direk söylüyorum, midemi bulandırıyorsunuz. Çok büyük bir sapıksınız, gidip kendinizi bir yere kapattırın, INSAN DEĞILSINIZ!


Ve hanımlar, çocuklar; kimsenin size bunu yapmaya hakkı olmadığını, ne olur hatırlayın istiyorum. Başınıza gelenler ne sizin yaptıklarınızla alakalı, ne de yapmadıklarınızla. Ruhlarınızı acıtanlarda sorun, siz de değil buna inanın istiyorum. Ağzınızla kuş tutsanız, unutturamazsınız onlara ezikliklerini, güçsüzlüklerini, bastırılmış duygularını. Bildiğiniz hasta bu insanlar, devası da sizler değilsiniz. Korku içinde yaşamayın artık. Korkmayın, boyun eğmeyin, devlet uzatmıyorsa elini, uzatacak eli bulana kadar aramaktan vazgeçmeyin!

Ağızlardan dökülen zehir zembelek sözler ve dengesiz hareketlerle insanların ruhları yeterince acıyor zaten; bir de sürmeyin o pis ellerinizi üzerlerine! Kadına, çocuğa, güçsüze, kısacası komple ŞIDDETE HAYIR! 


ONEMLI NOT : Dünya çapında ve bir çok ünlü kişinin de destek verdiği ONE BILLION RISING adında bir kuruluş, 14.Şubat.2013 tarihinde dünyanın dört bir köşesinde, Kadına şiddete hayır için, sadece dans ederek gerçekleştirecekleri bir protesto organize ediyorlar. Bana mektup atan hanımlar bu organizasyonun Kocaeli subesindendir. Kendilerinin facebookta ONE BILLION RISING/KOCAELI adında bir sayfaları bulunmaktadır. Bu proje için kısa metrajlı bir film çekmek istemektedirler ve sizlerden "şiddet denilince aklınıza ilk gelen cümleleri söyleminizi" istemektedirler. Benim cevabım bir cümleyi geçti ama belki sizlerde bu yazının altına bu isteklerini yerine getirerek, bu kanayan yaraya bir katkıda bulunabilirsiniz! Belki sayfalarını da ziyaret edip, daha da büyük destekler verirsiniz.

Hanımlar geri dönüşüm bu yazıdır, umarım yardımı dokunur.

Sevgiler


Fotograf : http://instagram.com/p/QxI0wnMaAa/ by ERAY KIRMANLI








25 Kasım 2012 Pazar

Üzüldünüz...


Bir şeyi çok ama çok istediniz ve olmadı; üzüldünüz !
Halbuki o zamana kadar hiçbir şeyi bu kadar çok gönülden istememiş, hayatta istediğiniz şeyden hiç bu kadar emin olmamıştınız.
Belki bir terfiydi istediğiniz, belki daha çok para, ne bileyim ben belki ayağınızı yerden kesecek araba, ya da kalbinizde yaralar açan bir sevda.
Olsa, hayatınızda yepyeni bir sayfa açılacak, rahatlayacak, huzuru bulup mutlu olacaktınız. O kadar çok istiyordunuz ki , gece yattığınızda da oydu kafanızdaki, sabah yataktan kalktığınızda da. Üstelik sade istemekle de kalmadınız; koyup kendinizi ortaya, zorlansanız da çabaladınız. Ama gel gör ki yine de olmadı işte, ulaşamadınız.
Kendinizi biraz yetersiz, hatta becereksiz, komple bahtsız belleyip, yanında umudunuzu kaybedip, üzüldünüz!

Bir gün, değer verip, kıymetini bildiğiniz biri ile yollarınız ayrıldı; üzüldünüz!
Halbuki hayatınız ile birlikte gönlünüzü de açmıştınız, sevmiş, güvenmiştiniz.
Belki çocukluğunuzdan beri yanınızda taşıdığınız çok eski bir dosttu giden, belki çok güvendiğiniz bir iş ortağı, yine bilemedim ama belki, iyi günde/kötü günde deyip bir yastığa baş koyduğunuz bir hayat arkadaşı ya da aynı yemini edip, geleceğinizde hep olacağını zannettiğiniz bir sevgili.
O kadar çok sevip, o kadar çok değer verdiniz ki, varlığını bir lütuf bilip, vermekten çekinmediniz. İndirdiniz bütün kalkanları, mahreminizin kapılarından, içeri buyur ettiniz. Güvenip, omuz bellediniz, güç verip desteklediniz. Sade kuru kuruya da sevmediniz; emek verip, kıymet gösterdiniz. Insana duyulan bir sevgi bu, başka bir şeye benzemez, yeri geldi kendinizden ödün de verdiniz. Ama gel gör ki, zaman geçti, hayatlar/istekler/hayaller değisti, bitmez dediğiniz ilişki bitti.
Kendinizi biraz yenilmiş, hatta ihanete uğrayıp, terkedilmiş hissettiniz! Boğazınıza oturan bir düğüm, tam kalbinizin ortasına bastırıp, canınızı yakan acı ile bir daha artık hiç aynı olamayacağınızdan korkup, nefesinizi kestiniz. Kendinizi hep bir tarafı eksik, komple yarım kalmış belleyip, bonus olarak umudunuzu da kaybedip, üzüldünüz!

Sığamadınız kalıbınıza, yaşadığınız dünya yetmedi size, başınızı alıp gitmek istediniz ama olmadı, çakılıp kaldınız olduğunuz yere; üzüldünüz! 
Halbuki, uygun değildi, dar geliyordu o kalıp size. Halbuki gitseniz gerçekten ait olduğunuz yeri, kim bilir daha çok itibarı, parayı, iç huzuru bulacak, mutlu olacaktınız. Belki aile idi sizi durduran, belki hayat şartları, ne bileyim belki omuzlardaki sorumluluklar, belki de arkada bırakamaya kıyamadığınız, dönüp de bulamayacağınız sevdalı bir çift göz.
Kendinizi biraz cesaretsiz, hatta korkak, komple bağımlı belleyip, yanında umudunuzu da kaybedip, üzüldünüz.

Tamam çok güzel, verdiniz acınızın hakkını ama bu kadarı yeter, şimdi artık bırakın ağlamayı! 
Yeterince tuttunuz yasınızı, çektiniz herşeyden elinizi ayağınızı, gömülüp yalnızlığınıza doyasıya yaşadınız hayal kırıklıklarınızı. Dünya da aldı nasibini öfkenizden, kendiniz de. Yeterice kapandınız, yeterince karardınız, hayatın anlamsızlaştığı noktaya yeterince yaklaştınız. Sonu yok bu girdabın, hayırlı olsun, sanki hayatta ilk defa başınıza geliyormuş gibi boyunuzun ölçüsü ile birlikte umutsuzluğu da alıp yanınıza, balıklama bulanık sulara daldınız.

İyi çok güzel ama diyorum ki işte; "tamam, artık yeter bu kadarı".

Bir rahat verin kendinize, gidin iki dakika geçmişinize. Hatırlayın, eskiden de bir şeyleri bu kadar çok hayal etmiş, birilerini bu kadar çok sevmiş; mal, mülk, itibar edinmeyi bu kadar çok istemiştiniz. Eskiden de isteyip de alamadığınız, sevip de kavuşamadığınız olmuştu. O zaman da yaşadığınız hayal kırıklığı idi, o zaman da ihanetti, o zaman da mutsuzluktu. Hissettiğiniz acı bugünden daha az, karamsarlıklarınız daha az siyah değil, tıpa tıp aynısıydı. O zaman da eliniz kolunuz bağlandı, dolandınız kendine, bir daha açılamam sandınız. Aynı fırtınalar koptu içinizde, salladığınız küfürler de aynıydı, göndere çektiğiniz isyan bayrağı da.

Geçenlerde oturup geçmişte çok isteyip de başaramadığım sınavları, alamadığım işleri, o zaman çok parlakmış gibi görünüp de kaçırdığım imkanları; açıp gönlümü, karşılarında çırılçıplak, olduğum gibi kendimi bıraktığım adamları düşündüm. Oturdum, ne çok üzüldüğümü, her daim dik tutsam da kuyruğu, nasıl elden ayaktan düştüğümü; ne büyük kızgınlıklar, yorgunluklar, umutsuzlular yaşadığımı anımsadım. Oturdum, sordum kendime; eğer o çok istediklerim olsaydı o zaman, ister miydim onları bugün hala hayatımda, mutlu veya daha iyi bir yerde olabilir miydim diye. Cevap kocaman, bir o kadar da hızlı bir "YOK" oldu. Kendimi paralayıp, üzüldüğüm tek bir kaçırılmış iş, tek bir imkan yok geçmişten bugüne taşımak istediğim. Tek bir adam yok ki keşke onunla olsaymış, çok güzel olurmuş dediğim. Bir daha aynı heyecanla ve istek ile devam edemem herhalde deyip de arkasından gelen yeni imkanları hatırladıkça, anladım gidenlerin aslında hiç hayırlı olmadığını. Kaybede kaybede, kazanmayı; açlığımı doyurdukça, hazmetmeyi; verip de alamadıkça, ihtimam gösterenlerin "kıymetini" bilmeyi nasıl öğrendimi gördüm.

Yaşadığınız hiçbir şey tesadüf, dokunduğunuz hiç kimse laf olsun diye girmiyor hayatınıza. Henüz tanışmadığım bir duygu ama sanırım ölüm dışında hiçbir acı sonsuza dek sürmüyor hayatta. Hayal kırıklıkları da geçiyor birgün, kızgınlıklarda, öfke de nefret de. Yarım kala kala, kendiniz ile tamamlanın diye giriyor o tüm insanlar hayatınıza. Düştükçe ayağa kalkın diye kaçıyor tüm o trenler. Hakkınızda hayırlısı olmadığı için gerçeklemiyor bazı şeyler. Daha iyisini bulun, daha iyisini geldiğinde  anlayın, fırlatmayıp bir kenara, tadını çıkarın diye yaşanıyor tüm o hayal kırıklıkları.

Üzüleceksiniz tabii! Insan herhangi bir şeyi bu kadar çok ister, hayal eder, kendinden başka birini bu kadar çok sevip, birine bu kadar çok güvenirse kaybettiğinde veya elde edemediğinde üzülür elbet! 

Üzülmemeniz garip, hatta yaşamınız başta kendinize söylediğiniz koca bir yalan olurdu, siz de koca bir yalanı yaşayan bir zavallı. Üzülün istediğiniz kadar ama; kızgınlık da normal, nefret ile ahdetmek de ama işte bir "ama" var ki çok önemli; tadında bırakın, suyunu çıkarmayın, olmayacak meseler için hayatı kaçırmayın. Laf olsun diye yaşamadınız bunları, bakın neyse alacağınız, alın, farklı zamanlarda, farklı insanlarla sil baştan aynı şeyleri yaşayan ahmaklardan olmayın.

Unutmayın, hayatta hiçbir şey vazgeçilmez; aileniz ve çocuklarınız dışında hiç kimse ama hiç kimse yeri doldurulamaz değildir.




30 Eylül 2012 Pazar

Uzun Yol


Düşün ki atladığın gibi arabana, uzun bir yola çıkıyorsun. Aralarda geçtiklerin, bir tabela, bir isim ve birkaç rakamdan ibaret kalacak şekilde, bir şehirden diğerine gidiyorsun.
Bol şeritli otoban düzgün, araban sağlam, uzun yol tecrüben yeterli.
Aslında illa olman gereken bir saat, yetişmen gereken bir randevun yok ulaşacağın yerde, rahatsın yani. Ama yine de kilometre/hız hesabı yapıyor, molaları da katıp hesaba, varacağın son nokta için kafanda bir hedef koyuyorsun.

Ayaklarında rahat pabuçlar, fonda en çok sevdiğin müzik, keyifle yola koyuluyor, kendini aralıksız akacak beyaz çizgilere bırakıyorsun. Daha önce o kadar çok yaptın ki isimleri farklı, kuralları aynı bu yolları, dikkati elden bırakmıyor ama korkmuyorsun da. Kendine seçtiğin şerit sol, belirlediğin hız ortalama saatte 170 kilometre. Açıyorsun kontağı, basıyorsun pedala ve yağ gibi kaymaya başlıyorsun uzun yolda.

Kafanda kimbilir ne düşüncelerle, bambaşka diyarlarda dolaşırken, uzakta bir araba görüyor, ana geri dönüyorsun. Acaba selektör atıp, uyarsam mı diye geçirirken aklından, bir şey yapmana gerek kalmadan kendinden sağa geçip de hızını kestirtmeyen şöföre seviniyor, "eyvallah, medeni adammış" diyorsun.
Sonra bir sonrakini farkedip, bu da belki aynı şeyi yapar diye bekliyor, bu sefer sabrediyorsun. Ama aradaki mesafe azaldıkça bir hareket görmediğinden karşı tarafta; belki de farketmedi beni diye düşünüp, tek bir selektör atıyor ve sol sinyalini yakıyorsun. Iyice yakınlaşıp da, hızını düşürmene sebep olan şöförün, şu kurallara sıkı sıkıya uyup, sana da ders vermeye çalışan işgüzarlardan olduğunu anlıyorsun. Iyi de cezasını ben ödeyeceğim, boş yolda boş dersleri vermek sana mı kalmış deyip kıl oluyorsun. Yine de medeniyeti elden bırakmıyor, adamın şağından önüne geçmiyor ama öyle yada böyle yolundan çekilmesi gerektiğini anlamasını sağlıyorsun. Geçip de uzaklaşırken kendisinden, en pis bakışını takınıp, gözlerinle " kıl ve sıkıcısın işte!" diye bağırıyorsun.
Arada peşine takılıp, kendi kendine yarışa girenler oluyor, "Allah'ım bu neyin kafası ya" deyip muhattap almıyor ve hızını kesip, uzaklaşmasını bekliyorsun. Ama baktın ki vazgeçmiyor da aranıyor, basıp gaza uzadığında " sen git de kendi dengin ile oyna canım" diyorsun.
Bomboş görünen yolun, ileride birden sıkıştığını farkediyor, kaza mı oldu acaba diye telaşlanıyor, kimseye bir şey olmamasını diliyorsun. Yaklaştıkça kalabalığa, önündeki tırı 100 metre daha geçeceğim diye kendini düşüncesizce sol şeride atan ve konvoy yaratan kamyonu gördüğünde kızıyor, " öngörüsüz ve bencil" olduğunu düşünüyorsun.
Uzun yol bu; sadece önüne bakmıyor, sık sık arkayı da kontrol ediyorsun. Son sürat gelen arabayı farkettiğinde, kendine yapılmasını istemediğinı başkasına yapmıyor, hemen kenara geçip yol veriyorsun. Son model arabası ile yanından geçerken hız kesip, artistik bakışını atmayı ihmal etmeyen ve hemen sonra köklediği gibi gazı, çıkarabildiği kadar gürültü ile uzaklaşan adamın arkasından " hah bu da görgüsüz işte, evlerden uzak! " diyorsun.
Sol şeritte, saatte 80 km hız ile giden arabanın sahibinin muhtemelen bir acemi veya korkak olduğunu anlıyor, daha da panik etmemek için çok sıkıştırmıyorsun ama yine de " şekerim anladık acemisin, korkaksın da neyse derdin işte, ya yen de gel yada bütün sağ şeritler senin, önümü tıkama " diye sinirlenmeden edemiyorsun.

Uzun yol bu; acıkıyorsun, mola veriyorsun. Yoruluyorsun, mola veriyorsun. Benzinin bitiyor mola veriyorsun. Bazen hesaba katmadığın bir şey oluyor, yolda uyarılıyor yine mola veriyorsun. Durduğun yerlerde, insanlar sana yardım ediyor, minnet duyup, "ne şekerler" diyorsun.

Uzun yol bu; şeritler aktıkça şehirler gibi iklimlerden de geçiyorsun. Günlük güneşli iken hava, birden yağmur çiseliyor, hafif tırsıyor hemen hız kesiyorsun. Daha da dikkat kesilip, yolun kayganlığına bakıyor, alışınca da yeniden hızını arttırıyorsun. Düz yollardan, dağ aralarına giriyor, uzun ve karanlık tünellerden geçiyorsun. Birden keskin virajlar beliriyor; telaşa kapıldığın, direksiyona yapıştığın oluyor. Yine hızı kesip, düz yoldaki güveninden eser yok bir şekilde olabildiğince ağır ve sağdan gidiyorsun. Ama biraz zamanla buna da alışıyor, anladığında korkulacak bir şey olmadığını; ellerin direksiyonu, bedenin koltuğu, ayağın da gaz pedalını kavrayıp, kendini yolun akışına bırakıyorsun. En enteresan olanı da  gördüğün en güzel manzaraların ve araba kullanmaktan en çok keyif aldığın anların, kıvrıla kıvrıla indiğin bu virajlı dağ yollarında olduğunu anlıyorsun.

Şeritler akıyor; arabalar geçiyor, şehirler değişiyor, yağmur yağıyor, güneş açıyor ve sen yola devam ediyorsun. Bazen bir düşünceye takılıp, onu harlayan şarkıyı defalarca dinliyor, ne kaç defa aynı parçanın döndüğünü ne de ne kadar zaman geçtiğini biliyorsun. Şeritler akıyor; yollar düzleşiyor, kıvrılıyor, doluyor, boşalıyor ve sen yola devam ediyorsun. Kafanda sadece ulaşmak istediğin yer; bazen yol üzerinde geçtiğin yerlerin adını bile bilmiyor, bazen bildiklerini de hatırkamıyorsun.

Uzun yol bu; arada bir arkayı kontrol ediyor ama hep önüne bakıyorsun. Dikkati elden hiç bırakmıyor ama korkmuyorsun da.
Sana bir şey söyleyeyim mi? Şu arabana atlayıp da, keyifle çıkıp arada bir tırstığın uzun yol var ya, işte o "hayatın ta kendisi", yollarda karşılaştıkların da onun içinden geçirdiğin "insanlar" aslında. Hayat bildiğin yol, sonu da varman gereken yere varıyor aslında. Yolculuğun hızı da, rahatlığı da, keyfi de senin direksiyonu nasıl kavradığına bağlı oluyor.












8 Eylül 2012 Cumartesi

UMUT


Düşündüklerini, hissettiklerini herkesin ulaşabileceği bir platforma taşıyıp, öylece ulu ortaya bıraktığında, peşi sıra gelebilecek tüm yorum ve eleştirilere de kendini açmış oluyorsun. Sanal dünya dipsiz kuyu; bıraktıkların nerelerde, kimlere ulaşıyor hiç bilmiyorsun. Dümdüz bir ovanın ortasında, nereden, ne geleceğinden habersiz, siper alamadan, kalkan kullanmadan öylece duruyor, bekliyorsun.

Bazen yumuşacık bir onaylama geliyor mutlu oluyor, bazen takdir ediliyor gururlanıyorsun. Kıymet verip fikir soranlar oluyor, elin kolun bağlanıyor. Yok ki senin öyle bir ehliyetin, ne diyeceksin böyle uzaktan diye kendini yiyor, çaresiz hissediyorsun. Bir bakıyorsun, 21 yaşında, güzeller güzeli, gencecik bir kız içini döktüğü mektubunu "yazılarınız bana umut veriyor" diye bitirip, küçücük boyu ile canına okuyor. Bir yandan korkuyor, Tanrım ben bu yükün altından nasıl kalkarım diye telaşlanıyorsun, bir yanda da doğru yoldayım, daha nasıl ileri gidebilirim diye gaza gelip heyecanlanıyorsun. Ve bu, madalyonun sadece bir tarafı ki, diğer taraf da en az bu taraf kadar renkli, bu taraf kadar heyecanlı, bu taraf kadar aklı allak bullak eden cinsten oluyor. Kimisi nezaketi elden bırakmadan, içinden öylece akıttığın düşüncelerini "çok dahiyane" bulduğunu dile getirip, iğneliyor, kimileri ise ısrarla  bunları "nerenden!" çıkardığını merak ediyor. Bazen uzun bir yorum alıyor, yorum ile konuyu bağdaştıramıyor, okumadan öylesine mi yaptı bu yorumu acaba diye kafa patlatıyorsun. Ama sonunda yine de acaba ben mi doğru ifade edememedim diye kendini sorgulamaya başlıyorsun. Ne yüzeysel yaşıyor, ne de hayatı ne kadar hafife alıyor olman kalıyor; kritikten öte yargılanmanın en hevesli, en aceleci, en tahammülsüz yüzü ile karşı karşıya kalıyorsun.

Tanımadığın insanların, bilmediğin dertlerine dertleniyor, dokunmadığın hayatlarda neler yaşanıyor olduğunu tahmin etmeye çalışıyorsun. Iyi yada kötü, sana yazan herkesi merak ediyor, biraz yazdıklarından biraz da facebook sayfalarından bir profil çıkarmaya, onları sanaldan gerçeğe taşımaya çabalıyorsun. Bildiğin, yaşadığın hayattan bir farkı yok aslında. Sevenin de oluyor sevmeyenin de, takdir edenin de oluyor, iğneleyip, kötüleyenin de. Tek farkı tanımıyor, bilmiyorsun kim tüm bu insanlar? Tek farkı, sonuna kadar açtığın dünyana kimin gireceğine sen karar vermiyor ama seçiliyor, benimki gibi bir karakteriniz varsa da ne olursa olsun seçilmek istiyorsun. Hayata benim baktığım gibi bakıyorsanız; güzel olanlarını bonus kabul edip, cesaretleniyor ; diğerlerine ise bayağa kafa yorup, asıl oradan besleniyorsun.
Hayatı benim yaşadığım gibi yaşıyorsanız; en çok, tepki gösterdiğin veya hoşuna gitmeyen şeylerin üzerinde duruyorsun. Kafanı meşgul ediyor olmasının sebebini arıyor, içinde kendinden tanıdık bir şeyler var mı diye merak ediyorsun. Yaptığın ve yapmadıklarını gözden geçiriyor, hababam debeleniyorsun.

Hayatta hissettiğin gibi yaşamanın, istediklerini yapmanın, kendini olduğu gibi ortaya koymanın  mangal gibi bir yürek, çelik gibi sağlam sinirler istediğini düşünüyorum. Hesaba katmadığın sorumluluklar, tahmin etmediğin ağır yükler getirdiğine inanıyorum. Bir yandan beğenilirken, diğer bir yandan habire eleştirilmek olduğunu biliyorum. Kendini özgür, mutlu, değerli hissetmek olduğunu biliyorum. Hissettikleri ile yaşayanların, bir hayal peşi sıra, bir amaç uğruna üretenlerin, çalışıp didinenlerin , hepimizin nefes aldığı dünyaya oksijen pompaladığına inanıyorum.

Ve ben aslında bu yazıyı, o 21 yaşındaki gencecik kıza yazıyorum.
Onun için sana diyorum küçük kız, hayat bu! Ne gözde büyütecek kadar zor, ne de oturup geçmesini bekleyecek kadar boş. Yapamadıklarının değil yapabileceklerine odaklan, istediğin herşeyi yapabileceğine inan diyorum. Dışardan bakıp da rengarenk görünen hayatların seninkinden daha kolay olduğunu, başkalarının senden daha iyi, daha şanslı olmadıklarını bil istiyorum. Onlar sadece oyunda seyirci olmak yerine, oynamayı seçtiler diye sana haber veriyorum. Senin gözünden görünen güzelliklerin de kendi içinde zorlukları, ağır özverileri olduğunu ama ne olursa olsun vazgeçmediklerini öğren istiyorum. Hayat bu ya, başarıp alkışlanacağız, düşüp canımızı yakacağız. Sevenimiz de olacak, yerden yere vuranımız da. En istediğimiz şeyi yaptığımızda bile korku düşecek içimize, çaresiz, yetersiz kaldık zannedeceğiz. Unutma şekerim, hayatta en çok canımızı acıtanlardan, en çok yaptığımız hatalardan bir şey öğreneceğiz. Hayat ne toz pembe, ne de zor. Herkes hayat tekrarlardan ibaret zanneder ama aslında o sevmez tekrarları.
Inan bana, hep ileriye bakınca, kendini cengaver gibi dümdüz bir ovanın ortasına dımdızlak bırakınca, cesaret de geliyor, heyecan da geliyor, mutluluk da...

Fotografta ki kıza bak, neredeyse güneşe dokunacak. Sence sen o kadar zıplayamaz mısın?












2 Eylül 2012 Pazar

Eve Dönüş


02.09.2012 - www.haberboyu.com'da çıkan köşe yazım...

Döndüm sonunda yedi tepeli Istanbul'a...

Girdim şehirden içeri, bakındım bir etrafıma farklı bir şey var mı diye; kalabalığı da aynı geldi, telaşı da. Denizi de yerli yerinde duruyordu, içinde oradan oraya koşuşturan insanları da. Önce bir şehire, sonra da kendime baktım acaba yokluğumuzda eksildik mi diye ama ne o benim gidip de döndüğümden haberdardı ne de ben onun bensiz günlerinde neler yaptığının merakında. Yine de iki eski dost, iki hercai, iki zıp zıp ruh olarak selamladık birbirimizi sessizce; yadırgamadım.

Girdim evimden içeri, durdum kapı ağzında, bakındım bir etrafıma; huzuru da aynı geldi, kokusu da, ışığı da. Sanki hiç gitmemişim gibi hissettim, dolanmadım bile odalarında. Bir benjamine baktım boynunu büktü mü diye, bir de pencereden dışarı. Denizi de yerli yerinde duruyordu, içinde kaybolan vızır vızır vapurları da. Önce bir eve, sonra kendime baktım acaba yokluğumuzu hissettik mi diye; o boş, eksik, ruhsuz kalmıştı bensiz ama ben bilemedim. Uzaktan bir siren sesi geldi, dinledim, püfür püfür bir rüzgar esti, içime çektim, selamlaştık mahremimle sessizce; ama yine yadırgamadım.

Bozmadım jilet gibi düzgün duran koltukları, gittim küçük siyah kuşun karşısındaki masaya oturdum, baktım uzun uzun. "Önce bülbül dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp" dedi, özlemden bahsediyor diye düşündüm. Ve başladım düşünmeye; tüm bu uzaklaşmalar, dönüp de yadırgamamalar; gidip de sanki hiç gitmemiş gibi hissetmeler niye? Özlemiyor muyum ben bana ait olanları ? Eksik kalmıyor, bir şeyler kaçırmıyor muyum yokluğumda? Ne biçim bir ruh, nasıl biriyim ben ve kaç ben var benden içeri?

Ve anlıdım ki çok da at ile deve, üzerinde uzun uzun düşünülecek, büyütülecek bir olay değil bu. Zira ben de sadece bir insanım ve içimde hissettiklerim ise benim normalim. Kimseden yok bir farkım, varsa azıcık o da kendime çizdiğim sınırlarım geniş, mekan, uzaklık, mesafe kavramım yok benim. Sağlam köklerimle tutunmuşum buralara ama dallarım uzun, gölgem kendimden büyük. Nerede olsa yaşıyor, yaşadığım yeri ev kabul edebiliyorum. Ne eşyalara bağlanıyorum ne de rutine. Biliyorum ya ait olduğum, hep kabul gördüğüm bir dünya var  ve gitsem de bin fersah uzaklara, döndüğümde alacaklar beni içeri; bir şeyler kaçırıyorum telaşını hissetmiyorum. Ben farkettim ki hiçbir yeri ve kimseyi benimsemiyor, bana ait olarak görmüyorum. Bir tek aşk, bir tek sevgili bağlıyor beni olduğum topraklara, onun da neresi olduğu farketmiyor. Meselenin özü insan olmakta, gittiğin yerde insan bulmaktan geçiyor. O da her yerde var, ve insanlar hep aynı, aralarından benim dilimden anlayanı seçiyorum. Zira herkesi de sevmiyor, beğenmediklerimle yüz göz olmuyor, en çok da görgüsüz ve hazımsızlardan uzak duruyorum.

Bu herkesi sevmeme, birilerini beğenmeme durumumun üzerinde de duruyorum iki dakika, sana ne milletin yaşama şeklinden, hayata bakışından diye ama sonunda onun için de hazır bir cevap buluyorum.

Çünkü biz sadece bir insanız. Yaşayalım diye etten kemikten, görelim, hissedelim diye ruhtan ve duygudan yaratılmışız. Hepimizin içinde sevgi kadar nefret de var. Mayamıza merhametin yanına acımasızlık da katılmış, ne zaman hangisini çıkaracağımız belli olmuyor. Yüce gönüllerimizle varımızı yoğumuzu ortaya koyabiliyor ama bir o kadar da bencil ve şımarık olabiliyoruz. O kadar çok birbiri ile zıt duygularla harmanlanmış ki ruhumuz sadece arada yolu şaşırabiliyoruz. Hepimiz hem iyiyiz, hem de kötü. Hepimizin içinde hırs da var, sevgi de var, aşk da var, kıskançlık da var, tutku da var, heyecan da. Sadece bazılarımız korkağız, sevmezler bizi diye kötü olanların üstünü örtmeye çalışıp acemi bir telaşla, saçmalıyoruz hayatta; kimilerimiz kabullenip duygusunu, üstünden geçip gidiyoruz cesurca.


Demem o ki hissettiğimiz her türlü duygu normal, her duygu insana mahsus! Yeter ki kimseye dokunmasın, kimsenin canını yakmasın...Yeter ki adını koyalım, kendimize karşı dürüst olalım. Hissedilen duygunun anormali yok. Herkes gibi özlememek de normal, kendini tek bir yere ait hissetmemek de. Gidip gidip dönmek, döndüğünde hiç gitmemiş gibi hissetmek de.

Dönüyorum Küçük Siyah Kuş'a, yok şekerim, ne eksikliğinizi hissettim, ne yarım kaldım yokluğunuzda, ne de özledim sizi diyorum. Ama mutluyum döndüğüm ve dönüp de bana göğsünüzü açtığınız için diyorum. Şahane olaylarla, şahane duygularla dolu bir sonbahar olsun hepimize...















26 Ağustos 2012 Pazar

Bakış Açısı


26.08.2012 www.haberboyu.com'da ki köşe yazım...

Bir deli kuyuya bir taş atmış, 40 akıllı çıkaramamış... Biz de o hesap; oturmuş, tepedeki kavurucu güneşin de etkisi olsa gerek, hararet ile taşın akıbetini konuşuyoruz. O deli o taşı nasıl attı, atarkenki amacı neydi, kuyu ne kadar derindi, o taşı iple mi alsak, yok sadece ip olmaz, ipin ucuna kova mı bağlasak yoksa direk merdiven mi sallandırsak diye fikir yürütüyoruz. Sonunda taşı çıkarsak ne farkedecekse, illa kendi mantığımıza uygun cevabı arıyoruz. Dizlerimizin dibindeki çocuklar kendi dünyalarında, biz başka diyarlarda, büyüklerin dili ile büyüklerin meselelerini konuşuyoruz. 

Bir ara "bence'li, kesin'li, var ya'lı" kelimeler çoğalmış olacak ki Borga'nın dikkatini çekiyor ve ne konuştuğumuzu merak ediyor.

Bayılıyorum çocuklara adam muamelesi yapıp, onlara olabildiğince sadeleştirilmiş bir dil ile bu büyüklerin dünyasını açmaya, onların büyük meselelerini anlatmaya. Çünkü onlar sadece gördükleri veya duyduklarını alıyor, inanılmaz hayal güçlerine rağmen en basit sonuca varıyorlar. Çünkü onlar korkmuyor, bazen acımasızca da gelse kulağa, ne düşünüyorlarsa onu söylüyor; beyinleri ve kalpleri hala tertemiz öküz altında buzağa aramıyorlar. Çünkü onlarla konuşurken o kadar basite indirgemem gerekiyor ki konuyu, gereksiz kelimelerden arınmış cümle ile bazen meselenin özünü görebiliyor, karşımdaki bacaksızı mutlu edeceğim derken, sonunda ben olaya bambaşka bir yerden bakabiliyorum.

Işte bu ve benzer sebeplerden, biraz da eğlenelim diye Borga'ya gel diyorum. Gel ben sana neden bahsettiğimizi anlatayım. Koyuyor çenesini dizlerimin üzerine, adam yerine konulmuş olmaktan memnun, pür dikkat beni dinliyor. 
İki cümle ile tartıştığımız konuyu anlatıyorum, o kısacık tek bir soru soruyor, verdiğim cevap sorudan da kısa, sadece bir "evet" oluyor ve 8 yaşındaki Borga "Ehhh öyleyse peki siz neyi tartışıyorsunuz, sorun nerede? Anlamıyorum!" diyiveriyor. Gözlerimdeki parıltı ve hayranlıktan doğru bir şey söylediğini farketmiş olacak, yeniden 8 yaşındaki bir çocuk olup, keyifle aynı cümleyi birkaç kere tekrarlayarak kafama vuruyor. Şaşkınlığımı Elif'in meşhur kahkahası bozup da kafamı kaldırdığımda Azra'nın gururlanan, diğerlerinin onaylayan gözleri ile karşılaşınca, işte diyorum,  "bakış açısı".

Farketmişsinizdir belki şimdiye kadar; ben olaylar üzerinde çokça düşünen ama ondan da çok sebeplerini merak edenlerdenim. 

Ve merak ediyorum Borga'nın bu kısa, net, temiz bakış açısı çocukluğundan mı yoksa erkek olmasından mı geliyor? Henüz "bence, kesin, var ya, eminim" ile başlayan cümleleri kuracak kadar tecrübesi yok ya hayatta, acaba diyorum insan yaşadıkça, gördükçe, tecrübelendikçe olayları daha komplike, her şeyi olduğundan daha da bir önemliymiş gibi mi yaşamaya başlıyor. Yoksa acaba mazoşist bir duygu ile bunun için özellikle mi çabalıyor? Acaba duygular mı kafayı bulandırıp, aralara mutlaka bir "ama" sıkıştırıp olayı olduğundan farklı algılatıyor. Acaba özünde iki kısa cümle, bir basit soru ve tek bir cevaptan ibaret meseleyi, önüne ve arkasına eklediğimiz süslü kelimelerle, yorumlarla, yüklenen gereksiz anlamlarla uzun paragraflara döndürüğümüz için mi çenemizi yoruyor, üzerinde konuşuyor da Borga gibi bakamıyoruz olaya? 

Merak ediyorum bakış açılarımız hangi yaş aralığında ve nasıl şekilleniyor? Ne zaman kendi fantezilerimiz ile olayı zenginleştirmeye başlayıp, olduğundan farklı görmeye başlıyor, sonra da buna alışıyoruz? Merak ediyorum, Borga o soruyu sorduracak bilgiyi ne zaman duydu ve bizler dizlerimizin dibinde kendi dünyalarında oynadığını zannettiğimiz çocukların kafalarına farketmeden ne kadar gereksiz bilgi sokuyoruz? Anlamazlar, algılayamazlar, farkedemez kafası ile dikkatsiz ve şuursuzca yaptıklarımızın, ağzımızdan çıkanların, yorumlarımızın ne kadar etkisi var onların hayatında ve seyirci olarak başladıkları hayatta, birer oyuncu olduklarında bunlar nasıl çıkacak ortaya? Acaba çocukların net ve temiz bakış açılarına darbeyi ilk bizler, yakınları mı vuruyoruz? 

Ne menem bir şeydir şu bakış açısı! Hepimiz aynı şeye bakıyor ama başka bir şey görüyor, baktığımıza bambaşka anlamlar yüklüyoruz. Hepimiz aynı şeyi dinliyor ama farklı şeyler duyup, değişik sonuçlara varıyoruz. Hepimizin ellerinde fotograf makineleri aynı kareye bakıyor, kadrajlarımızı farklı ayarlıyoruz. Aynı fotografı çekiyor ama öylesine farklı bir renklendirip, öylesine farklı editliyoruz ki aynı yerden bahsetmek bile mümkün olmuyor. Kimimiz gördüğünü daha renklendirip, fotografa hayat katıyor, kimisi olabildiğince soluklaştırıp detayları silmeye uğraşıyor. Ama ne yaparsak yapalım, bir çoğumuz mutlaka ama mutlaka resmi değiştiriyor, olduğu gibi bırakamıyoruz. Çocukluğumuzda baktığımız pencereden bakamıyor, itina ile taktırdığımız çerçeveler ile bakış açımızı daraltıyoruz.

Düşündünüz mü hiç nereden bakıyorsunuz hayata? Farkında mısınız oturduğunuz yerdeki açınız iyi mi, yeterince net görebiliyor musunuz yaşananları? Eğer gördükleriniz içinizi sıkıyor, durmadan kafanızı kurcalıyor, ısrarla duymak istediğiniz sözleri arıyorsanız, tavsiye ediyorum yerinizi değiştirin, iyi geliyor. Çünkü şanlıyım ben, yok ölümle/hastalıkla sıkı bir tecrübem ama onun dışındaki her meselenin kendinize sormanız gereken basit bir sorudan ve tek bir cevaptan ibaret, onu biliyorum...



19 Ağustos 2012 Pazar

Sözde İnziva


19.08.2012 www.haberboyu.com'daki köşe yazım...


Kapıldığım bir "telaş" ile her daim kabin boyu valizim ile oradan oraya savrulmaya başlamamın üzerinden sadece iki buçuk ay geçmiş... Halbuki bana sanki dört-beş ay geçmiş, son haftalardaki koyduğun yerde kalma tembelliğimin de o hareketliliğin doğal fiziksel yorgunluğu gibi gelmişti. Ama anladım ki, benim için on iki ayın sultanı ağustos ile ofisin ve aklımın kepenklerini indirip, bir sahil kasabasında görece bir yerleşik hayata geçtiğim ve her biri diğerine benzer günlere amaçsızca uyandığımda; günler uzuyor, zaman daha yavaş akıyormuş.

Uzaktan bakanlar pek fark edemese de içten içe inzivaya çekildiğim, sadece kendimi dinlediğim günler yaşıyorum.
Her sabah enteresan bir şekilde mutlaka 9:15 ila 9:30 arasında gözlerimi açıyor ama hemen yeniden uykuya dalıyor, her yeni güne o sırada gördüğüm rüyaları ve hiçbir şey yapmak zorunda olmadığımı hatırlayarak başlıyorum . Hoş ben unutsam, çevremdeki neşeli kalabalık hiç unutturmuyor; torunların bile dama atamadıkları pabuçlarım ile ailenin en küçüğü olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum. Ve gerçek anlamda kılımı bile kıpırdatmıyorum. 2 den 71'e söyleyecek sözü bol insanlar arasında, herşeyden konuşabilip, bir türlü kurtaramadığımız ülkenin sorunları ile celallenip, birbirimizin damarlarına basıp basıp arkasından yine hep beraber kahkaha atışımızı keyif ile seyrediyorum. Her biri ülkenin başka bir köşesinde doğmuş bizlere bakıp, bu yüzden mi hepimiz bu kadar gezenti ve renkliyiz acaba diye düşünmeden edemiyorum. Biz ne zaman büyüdük, Şefika Hanım ile Servet Bey ne zaman indirdiler tüm kalkanlarını diye merak ediyor ama aslında hiçbir zaman tabuları olan anne babalar olmadıklarını hatırlıyorum. Kendimi bildim bileli, hiç abartısız, her Allah'ın günü, 54 senelik aşkını dile getiren babamın sözleri karşısında annemin istemem yan cebime kahkahaları ile neşeleniyor, eşlik ettiğim kahkalarımla ömrüme ömür katıyorum. Tüm kız çocuklarının aksine, alenen bir anneci olarak, geçmiş yıllardaki tüm tanımlamalarıma rağmen, ilk defa, hayat arkadaşı olarak aslında babam gibi bir adam aradığımı farkediyor ve çok şaşırıyorum. Ve bir istisna olmadığımı, her kız çocuğunun mutlaka ilk aşkının babası olduğunu, eninde sonunda ondan bir şeyler aradığını anlıyorum.

Şımarıklığımın tavan yaptığı, kalabalık aile ve arkadaşlar arasında kendim ile baş başa kalma lüksüme  kimsenin müdahale etmediği günler yaşıyorum. Yapacak bir şey yok, sahip olduğum bu arsız ruh ile sevgilim dışında hiç kimse ile hergünümü dip dibe yaşamaktan keyif almadığıma karar veriyorum. Bayılsam da kendilerine arada bir uzaklaşmak, başkaları ile bambaşka konularda konuşmak, değişiklikler istiyorum. Hoş çokça konuşmuyor, daha da enteresanı neredeyse hiç dinlemiyor; ilgimi çekmeyen konunun tam ortasında karşımdakini değil, bildiğin kendimi dinlerken buluyorum. Gömülüp kitaplara bolca okuyor, geri kalan zamanlarda ise yine konuşmuyor, dinlemiyor ama tanımadığım insanları seyrediyorum. Onların da dünyadan haberi yok ama sıkça ya kendileri ile kafa buluyor ya da kendilerine kıl oluyorum. Bugünlerde en çok gözlerindeki gülümsemesi hiç eksik olmadan plajda servis yapan 13 yaşındaki Zafer'i bağrıma basmak; onunla aynı yaşlardaki yan şezlongumda yemeği gelmedi diye huysuzlaşıp, abuk sabuk konuşan memeleri benimkinden büyük oğlan çocuğunu da şezlong ile ikiye katlayıp, güneşin altında öylece aç susuz bırakmak istiyorum. Etraf kocaları şehirde kalmış, kötü araba kullanan çocuklu ev hanımları ile dolu olunca, 10 ila 17 yaş aralığındaki çocukların nasıl fütursuzca ve avaz avaz küfürlü konuştuklarını farkediyor, ses tonlarına ve kullandıkları laflara müdahalede bulunmadan rahat rahat oturan anne babalara hayret ediyorum. Bir yandan hali hazırda medeni olmayan insanlarla dolu memleketin daha da vahim görünen geleceği için vahvahlanıyor, bir yandan da bunlara takmaya başladım diye kendimi yaşlı hissedip hayıflanıyorum. Hızımı alamıyor, bulduğum köşede yaşları 11 ve 14 olan Idil ile Eylül'e sinsice sorular sorup, bu sözleri kullanıyorlar mı diye anlamaya çalışıp, cevaplarını önemsemeden küfürün bir kızın ağzına hiç yakışmayacağını, hiç zarif olmadığını, bir kadın için zerafetin güzellikten bile daha önemli bir özellik olduğunu anlatıyor ve kendimi daha da yaşlı hissediyorum. Ama ortaya attığım lafa atlayacakların sayısı fazla, arkam gayet sağlam; çitilene çitilene yıkanan taze beyinler ile bu sorunu bu yaz itibari ile halledeceğimize inandırıp kendimi, rahatlıyorum.

Plajlarda çok az kişinin okuduğunu, okuyanların ise en çok rağbet gösterdiği kitapların "kişisel gelişim kitapları" olduğunu görüyor; bir kere daha değişik bir çağın çocukları olduğumuzu düşünüyorum. Her birimiz içimizdeki huzursuzluklara çare arıyor, bilerek ya da bilmeyerek farkındalığımızı arttırıyoruz. Arttırıyoruz arttırmasına da yine de ben de dahil olmak üzere bir çoğumuz bunu yaşantılarımızda, duygu ve düşüncelerimizde niye ise tam uygulayamıyoruz. Zira bu sözde inziva ile bende en çok su yüzüne çıkan çelişkimin; görünürde bir parçası olduğum sosyal çevredeki insanların çoğunluğuna tahammül edememek olduğunu anlıyorum. Sefa pezevenkliğim ile denizi için, ambiyansı için, servisi için belirli yerlere gitmeyi seviyor ama oralara gelenlerin yarısından çoğu ile aynı ortamda bile bulunmak istemiyorum. Özgünlükten uzak, her biri diğerine tıpatıp benzeyen, kaliteli yaşamak ile gösteriş budalası, hatta sonradan görme olmak arasında büyük bir fark olduğunun farkında bile olmayan, olsa bile umursamayan bu insanlara açıkcası katlanamıyorum. Valla kimse bozulmasın; onlar önce aynaya, sonra birbirlerinin suratına bakmıyor ve konuştuklarını kendileri duymuyorlarsa ben de yazmaktan gocunmuyorum. Şişirilmiş dudaklar, doldurulmuş yanaklarla birbirinden ayırt edemediğim kadınlar ve onları koluna takıp dolaştıran, dolgunlaşan cepleri ile önce egoları, arkasından göbekleri şişen adamların , küfreden çocuklardan daha vahim konuşma tarzlarına, hal ve tavırlarına acayip kıl oluyorum. Bu tür insanlar için hep kullandığım kelimeyi özel istek üzerine tedavülden kaldırdım diye de onları tasvir eden yeni bir kelime arıyor ama eskisi gibi keskin ifade edeni bir türlü bulamıyorum.

Velhasıl projelerimi ofiste, hayallerimi dinlensinler diye plajdaki yatağımın ucunda bıraktım; her günü bir diğerine benzeyen günlerde kafamın içindeki sessiz çığlıklarla zaman zaman sohbet ederek, zaman zaman kavga ederek ama gayet umarsız bir dönem geçiriyorum. Hiç kimseyi değil ama kendimi dinliyorum. En çok neyi istediğimi keşfediyor, neyi hiç istemediğimi biliyorum. O kadar harala gürele koşuşturmadan sonra, uzatıp ayakları, hayatım ve bu beyaz sayfalar için yeni kelimeler arıyor, bazen çok güzellerini buluyorum. Kalabalıklar içerisinde kendim ile baş başa zaman geçiriyorum, mutlu oluyorum. Bazen kendine dönmek iyidir, ne de olsa sana karşı en dürüst olan "O" diyorum.

Hepinize sevdiklerinizle nice nice güzel bayramlar diliyorum.



NOT : Bir günce gibi tuttuğum instagramı takip etmek isteyenler için "denbenden"








5 Ağustos 2012 Pazar

Derviş



Yüksek tavanlı, tavanları kadar yüksek pencereleri ile günün tüm ışığını içine alan aydınlık bir sınıfta, en önde oturuyorum. 4 senemi geçirdiğim lisemin, tanıdık duvarları arasında, eskimeye yüz tutmuş yeşil lakeli sıralarında, belki de en başı boş senemi geçirdiğim sınıfımdayım. Ama ne ben o büyümeye meraklı, heyecanlı küçük kızım, ne o koca odayı doldurmayan sıralarda oturanlar sınıf arkadaşlarım, ne de o kürsüde ki otoriter ama zarif kadın hocalarımdan biri. Bu zamanda, bu yaşımdayım. Ben en önde, tanımadığım diğerleri ise kendi sıralarında oturuyor, görmüş geçirmiş zarif kadın bilgece konuşuyor, ders veriyor. Hepimiz ilgi ile hareketlerini izliyor, pür dikkat söylediklerini dinliyoruz. Ne her an sorguya çekilebilirim korkusu var içimizde, ne de çocukluğun verdiği bitse de gitsek sıkıntısı. Bir an geliyor, inci kolyeli, gül topuzlu, zarif kadın; "Bu! " diyor parmağı ile beni işaret ederek; " Bu, bir yolculuk yapacak ve hayatı değişecek! Ama her zamanki gibi uzaklara değil, bu sefer yakın bir yerlere gidecek". Ben, sakin, sıfır tereddüt ama karnımdan çıkmışcasına bir sessizlikte " Konya'ya gideceğim! " diyorum. O sınıfa dönüyor, "bunun hayatı değişecek" ve bu sefer bir başkasını işaret ederek " O da bu işe çok bozulacak " diye fısıldıyor. O'nun kim olduğunu merak edip, bak şimdi cok ayıp oldu, duymamıştır inşallah telaşı ile arkama dönüyor ama sütunun arkasında kalan kişiyi göremiyorum.

Gözlerimi açıyor, kendimi Londra'da yüksek tavanlı, ağır mobilyalı, Temmuz ayına rağmen yüzünü esirgeyen güneş yüzünden hala karanlık otel odasında buluyorum. Gördüklerim üzerinde düşünmem iki dakikamı, elimin telefona uzanması saniyelerimi, Istanbul'dakilere bana Konya'ya bilet ayarlayın deyip, açıklama yapmam beş dakikamı alıyor. Bedenim Londra'daki karanlık otel odasında, aklım Istanbul'daki organizasyonda, ruhum Konya'da olacaklarda öylece asılı kalıyor.

Istanbul'a dönmem ile bir rüyanın peşi sıra Konya'ya doğru yola düşmem bir oluyor. Mevsimlerden yaz, aylardan Temmuz, bir de üzerine Ramazan, aç kalırsın oralarda diye korkutmaya çalışsalar da Nuh deyip peygamber demiyor, ne bulacağımı bilmediğim Konya'ya gidiyorum.

Konya'ya gidiyor; hatırladığım gibi hala dümdüz, abarttıkları kadar sıcak bir Konya ve kapıda beni bekleyen bir rehber buluyorum. Niye gittiğim belli olmadığından, bari gitmişken biraz da bilgi verecek biri olsun diye, sadece bir gece öncesi aranan eski bir arkadaşın yönlendirdiği kişinin bir derviş olduğunu anlamam biraz zaman alıyor. Anlamam ile doğru bir yerde olduğumu hissetmem ise bir oluyor. Kulağımda hatırı sayılır bir kadının söylediği " hayatta neyi bildiğin değil, kimi tanıdığın önemlidir " sözleri çınlıyor, gülmeye başlıyorum. Bir kere daha aslında en büyük zenginliğimizin yaşantımıza soktuğumuz, değer verip, özen gösterildiğimiz insanlar olduğunu düşünüyorum.

Bir derviş ile Konya'yı geziyor, daha önceden bildiğim hikayeleri, bu sefer gerçekleştiği yerlerinde dinliyorum. Ne tepemdeki kavurucu güneş, ne de sırtımdan boşanan ter ilgimi dağıtıyor. Derviş felsefeyi sanki ilk defa duyuyormuşcasına en başından, her kelimenin, her hareketin anlamını açıklayarak anlatıyor, adeta beynine kazıyor. Bazen yumuşacık çıkıyor sesi, içinde bir yere dokunup sızım sızım sızlatıyor, bazen kükrüyor aslan gibi bedenini sarsıyor. 

Derviş aşk ile "aşktan, yanmaktan, tutkudan, teslim olup bir bütün olmaktan" bahsediyor tüm gün, aşka aşık bir kadına... 

Onun bahsettiği elbet ilahi bir aşk ama beşeri aşk olmadan ilahi aşk olur mu? Tutkuyla, aşkla kendi ellerimizle yaktığımız ateşlerde nasıl yandığımızı, her yanıkta nasıl biraz daha olgunlaştığımızı, nasıl içimize üflenen nefesin biraz daha farkına varıp güçlendiğimizi düşünüyorum. Aslında bazılarımızın bilerek emin adımlarla, bazılarımızın ise malesef varlığından bile haberdar olmadan aynı yolda yürüdüğümüzü fark ediyorum. Yolun sonu kulluktan çıkıp Tanrı'laşmaya varıyorsa, şu ego denen işgüzarın ellerinden niye kurtulamayıp, hayatı başta kendimizin, sonra başkalarının başına yıktığımızı merak ediyorum. Acaba neden bile bile lades olup, hırslarımızın kurbanı, endişe ve tereddütün kararttığı ruhlarımızın esiri oluyoruz?

Derviş "hiç" ten bahsediyor; her birimizin benliklerimize yüklediği yersiz önemlerle nasıl bencil, sabırsız, küstah olduğumuzu düşünüyorum. Bir hiç'ten geliyor ve bir hiç olarak gideceksek şayet, sahip oldukları ile kaldırıp burunları, yine , bir başkasının üzerine basmaya çalışanlar için üzülüyorum.

Derviş "an" dan bahsediyor; aklıma, ısrarla "şu anda ne istiyorsun?" sorusuna doğru cevabı vermemi isteyen ve yarım saat boyunca alamadığı doğru cevaptan dolayı gitmemi engelleyen Tony geliyor. Tony ısrarla aynı tek bir soruyu soruyor ve ben bir türlü istediği cevabı bulamamanın verdiği sıkıntı ile "tamam ya hiçbir şey istemiyorum" diye isyan ettiğimde beni bırakıyor, an'ı yaşamanın ne demek ve ne kadar rahatlatıcı bir şey olduğunu öğretiyor. Gerçek olan tek şey sadece yaşadığın o an ise, çoktan bitmiş gitmiş bir geçmiş ile belirsiz gelecek arasında mekik dokumanın ne kadar anlamsız olduğunu hatırlıyorum. Ve yeryüzündeki gelmiş geçmiş tüm öğretilerin aslında hep aynı şeylerden bahsettiğini, özlerinin bir olduğunu söylüyorum. Derviş kaynak tek, bilgi aynı, farklı olması mümkün değil ki diyor.

Bir derviş ile Konya'yı geziyor, koluma kazdırdığım yıldızın gücünü öğreniyorum. Türbelere giriyor, hikayelerini dinlediklerimin önünde saygı ile eğilip, aklıma ismi gelen alakalı, alakasız, sevdiğim, kızdığım herkes için dua ediyor, hepimiz için iyilikler, iç huzuru diliyorum. Yanaklarımdan istemsiz süzülen gözyaşları, boğazımdaki düğümü çözerken, sanki bir yandan da içimi yıkıyor, rahatlıyorum.

Bir rüya peşi sıra bir 'hiç" için, "aşk" için, "unuttuklarımı hatırlamak" ve "inandıklarımın peşinden gitmekten vazgeçmemem gerektiğini farketmem" için kendime doğru mistik bir yolculuğa çıkıyorum. Bir derviş anlatıyor, ben dinliyor, üzerime yapıştırdığım umursamazlık muskasının aslında bir "eyvallah" olduğunu öğreniyorum.

Gelene de eyvallah, gidene de eyvallah! Su akar yolunu bulur, yeter ki aşk olsun...

Gidin Konya'ya. Yolunuz düşerse mutlaka uzatın kafalarınızı o türbeden içeri. Bi durun, içinizi dinleyin, mutlaka iyi gelecektir...

29 Temmuz 2012 Pazar

Köstebek


Ne güzel bir kelimedir şu "yeni"...
İçinde bolca umut, kıpır kıpır bir heyecan, özen var. Her daim tatlı bir telaş, dalıp dalıp gittiğin hayaller var. Her yenide mutlaka, daha önce edinilmemiş farklı bir tecrübe, hissedilmemiş farklı bir duygu, tadına varılmamış bir doygunluk hissi var. Bir parça da korku var elbet ama yine de korkunu kulak ardı ettiğin, mutlaka sonsuz bir iyimserlik, deli cesareti var.


İşte buradaki bu yeni köşe de bana aynen bunları hissettiriyor ve daha önce yazıp da bir kenarda bıraktığım yazılarımın, şimdi hiç tanımadığım yada okuyacağını hiç tahmin etmeyeceğim insanlar tarafından okunduğunu, bir şekilde onların hayatlarına dokunduğunu görmek az buçuk bir tedirginlik ama yine de inanılmaz bir mutluluk ve tarif edilmez bir heyecan veriyor. 
Insanlar okuyor, üstelik okumakla da kalmayıp üzerine yorumlar yaptıkça gittiğim yolun yönünü, hatta beni değiştiriyorlar. Eskiden ben sadece kendime yazarken şimdi başkalarına hitap edebiliyor ve bunun sadece düşüncesi ile bile çok eğleniyorum.


Onun için de bu hafta; çuvaldığızı biz kadınlara batırdığım bir önceki yazım "Niye?" nin peşi sıra "Eyvallah Deniz ya, tam da aklımdan geçenleri söylemişsin, gerçekten siz kadınlar niye böylesiniz ya hu?" diye bana arka çıkan erkek arkadaşlarımdan yola çıkarak, tüm erkeklere içeriden bilgi sızdırmaya, haklarında yapılan dedikodulardan onları haberdar etmeye karar verip, bu yazımı erkeklere ithaf ediyorum.


Şimdi sevgili erkekler, hani şu kapısını tam olarak kapatmadığınız, ruhunu çalkalayıp, aklını çelişki hareketler ile allak bullak ettiğiniz kadınlar var ya, işte onlar ve onların yandaşları, sosyo-ekonomik farklılıklar gözetmeksizin, hakkınızda en çok aşağıdaki gibi konuşuyor, haberiniz olsun;


Birinci sırayı tartışmasız korkak olduğunuz alıyor. 
Mutlaka ya kadının gücünün, varsa parasının, muhtemelen baskın karakterinin altında kalmaktan çekindiğiniz için kaçıp gittiğiniz, olayı bilerek sabote ettiğiniz söyleniyor. Yeri geldiğinde mangalda kül bırakmayan sizler, dışarıda neler yaptığınızın esamesi bile okunmadan, hafızalara direk korkak olarak yazılıyorsunuz. Açıkçası ben bu korkma meselesini hiçbir zaman tam olarak içime sindiremeyip, hep bir züğürt tesellisi olarak görsem de sizlere daha da kötü bir haberim var ki; o da, yaralı kuşun sizin cinsinizden arkadaşları da bu savı öne sürüp, doğduğunuzdan bu yana hiçbir şeyden korkmamak veya korktuğunu belli etmemek için sarfettiğiniz tüm çabalarınızı çöpe atıyor, bu savı sanki mutlak bir gerçekmiş gibi algılatıyor ve sizler belli bir çevrede artık hep bu sıfatla anılıyorsunuz.


İkinci sırada güçsüz olduğuzdan bahsediliyor. 
Belli ki siz erkeklerin, sırtlayıp biz kadınları, bir yerden bir yere taşıması gerektiği beklentisi var ki hayatta, sık sık " beni/seni taşıyamadı" yorumları ile omuzları dar, çelimsiz biri olarak tasvir ediliyorsunuz. Sizler istediğiniz kadar yumruğu masaya, kafayı da karşınızdakine koyup korku saçın dışarıda, malum çevrede hep bir güçsüz olarak görülüyorsunuz.


Üçüncü sırayı elbette yalancı, hatta ruh hastası olduğunuz alıp, bu noktada sizin de hatırı sayılır destekleriniz ile tüm psikolog ve psikiyatrların taktirini kazanacak, hatta ağzını açıkta bırakacak psikolojik analizleriniz yapılıyor ki en uzun ve derin konular burada geçiyor, en ağır ithamları ve sıfatları burada alıyorsunuz.
Hani şu ortada daha fol yok yumurta yokken, allaya pullaya verip de bir türlü yerine getiremediğiniz vaadleriniz yüzünden; yalancı kesin de bir de onun yanına şizofrene kadar varabilen ruh hastalıklarından biri ile anılıyor; merhametli olanından " yazık, Allah yardımcısı olsun" duasını, aşırı kızgınından ise çok büyük bir ahd alıyorsunuz. Burada muhatap kişinin karakterine bağlı olarak ya acınarak, ya da nefretle anılıyorsunuz.


Sorumsuz, beceriksiz, bencil olduğunuz konularına girip konuyu daha da dallandırıp budaklanmıyorum ama her net olmadığınız ilişki sonrasında, akıllarda kalış şeklinizle ilgili bir fikir edinebildiğinizi ümit ediyorum.


Bense, tutkunun anahtar kelime olduğuna inandığımdan, sizlerin bir korkak değil, bazen tam olarak ne istediğinizi bilmediğinizi; güçsüz değil ama yeterince istemediğinizi ; yalancı veya ruh hastası değil sadece yeterince tutkulu olmadığınızı ve daha da ilerisi verdiğiniz tüm o sözler ve kurduğunuz hayaller ile aslında karşınızdakini değil kendinizi inandırmaya çalıştığınızı düşünüyorum.
Ben gerçekten bir şeye başlarken sizlerin de bizler gibi "yeni" nin heyecanına kapıldığınıza, her yenide umutlandığınıza, kendinizce çabaladığınıza ve hatta sonradan havada kalan sözleri söylerken onlara inanarak söylediğinize inanıyorum da yine de sormadan edemiyorum?


Niye siz erkekler hayatta başrolde olmaya bu kadar istekli, pohpohlanmaya bu kadar hevesli iken, sizleri hayatlarının merkezine koyup ilgi gösterdiklerinde kadınlar, kaçacak delik arıyorsunuz? Niye sevdiklerinizin, sizi etkileyen ilk halleri ile kalmasına izin vermeyip, illa kafanızdakine benzetmeyi istiyorsunuz? Tek derdiniz herkes tarafından sevilmek ve beğenilmek iken niye gösterilen özen, sizler için sarfedilen çaba, verilen sevgiden boğulup,  bir de üzerine şımarıyorsunuz? Anladık belli ki kendiniz de olmasını istediğiniz, hayalini kurduğunuz şeyleri vaadediyorsunuz da karşınızda duygudan ibaret kadın beklentilere girmeye başladığında niye bozuluyor, oyun bozancılık yapıyorsunuz? Niye istemediğinizi, hissetmediğinizi, yapamacağınızı açıkca net, dürüst bir şekilde söyleyemiyorsunuz? Sizler ki almışsınız hayatın yükünü omuzlarınıza, kendi küçüğünüzde dünyayı yönetiyor, her daim problem çözüyorsunuz da sözkonusu aşk olunca, ilişki olunca, evdeki problem olunca niye oturup dinlemek, çözümlemek yerine çekip gitmeyi tercih ediyorsunuz? Gerçekten niye?


Korkmaktan korktuğumdan, korkuya inanmam ben...
Ama gerçekten söyledikleri gibi korkuyorsanız beyler, boşuna korkmayın bence; çünkü karşınızda gördüğünüz her güçlü kadın tahmin edemeyeceğiniz kanatlarının altınıza girmeye can atacak kadar naif; en zayıf gördükleriniz aklınızı alacak kadar güçlü. Korkmayın onları idare edemem, yetemem diye. Kormayın kalbini kırar, üzerim diye. 
Korkmayın net, dürüst olmaktan! Çünku insanları gerçekler değil, arada kalmalar yorar en çok...











  














22 Temmuz 2012 Pazar

Niye?



Bana nasıl bir doğaüstü güce sahip olmak istersin diye sorsalardı, kesin insanların zihinlerini okuyabilmeyi seçer, böylelikle yıllardır süre gelen düşünce kirliliği ve enerji kaybından feragat ederdim. Zira insanların çelişkili hareketlerini anlayabilmek, onları bir mantığa oturtabilmek ve ona göre hareket etmek için o kadar çok çaba sarfettim ki yıllar boyunca; aynı enerjiyi başka bir şeye mesela şu yazı yazma aşkım için harcamış olsaydım, bugün belki göğsümü gere gere "ben yazarım" diyebilir, bir hayalimi daha gerçekleştirmiş olmanın haklı gururunu yaşıyor olabilirdim.

Ancak bir şey oldu ve bir umursamazlık yapıştı bu yaz üzerime...

Son birkaç zamandır net bir şekilde dile getirilmeyen şeyler üzerine kafa yormanın, fikir üretmenin gereksiz; oturup da bir başkasının yaptığı hareketlerden bir anlam çıkarmaya, söylenmeyen satırların aralarını okumaya, akıllara zarar bağlantıları kurarak bir sonuca varmaya çalışmanın faydasız olduğuna karar verdim. Yirmi küsur sene kadar geç oldu ama sonunda, bu evlere şenlik çelişkili hareketlerin şifresini çözebilsen bile bunun içerisinde bulunduğun durumu değiştirmediğini anladım. Sebebi bilmek sonucu değiştirmiyorsa şayet, o zaman bu kadar uğraşın yaşam enerjinden çalıntılar yapmaktan başka bir şey olmadığına karar verdim. 

Velhasıl umursamazlık yapıştı kaldı, artık üzerinde durmuyorum.

Ben vazgeçiyor, kendimi geri çekiyor, uzak tutuyorum bu düşüncelerden ama uzaklaşmaya çalıştıkça, bana has bir arıza olduğuna inandığım güdümün ne kadar yaygın olduğunu farkediyorum. İş yerlerinde, dost meclislerinde ne kadar çok "bence.... acaba... kesin...keşke" ile başlayan cümleler kurulduğu ister istemez dikkatimi çekiyor; nasıl herkesin aynı dertten muzdarip, hepimizin hayatta nasıl en çok belirsizliklerden tedirgin olduğunu düşünüyorum. Hangi yaşantıları yaşıyor olursak olalım, hepimizin mayası aynı; tek bir şeyi, "gerçeği" bilmeyi istiyoruz. Burada sadece kadın-erkek ilişkisini değil, bütün ilişkileri kastediyor; arkadaşımızın da, sevgilimizin de, kocamızın da, patronumuzun da dürüst olmasını istiyoruz. Çünkü net bir şekilde söylenmeyen her sözde bir kapı hep açık kalıyor, tutarsız bulduğumuz hareketlerde ruhumuz çalkalanıyor, ucu açık mesajlarda beynimiz allak bullak oluyor. Ne bir adım ileri gidebiliyor, ne de geriye dönebiliyoruz. Gözüne far tutulmuş tavşan misali donup kalıyor, hareket edemiyoruz. Ve süreç de tam o noktada başlıyor işte. Beyin geçmişe gidiyor, güne dönüyor, verileri veriyor, dillerden "bence'li, kesin'li, acaba'lı " cümleler dökülüyor. Vücut sabit, beyin yorgun, ruh harap bir şekilde günler, aylar hatta yıllar geçiriliyor. 
Ve yine farkediyorum ki bunu da en çok kadınlar yapıyor, bu girdaba düşen erkekler varsa bile göz açıp kapatana kadar çıkıyor, fazla zaman kaybetmiyor.

Merak ediyorum niye biz kadınlar olayları olduğu gibi kabullenmekte zorlanıyor, illa aklımıza yatacak ama sonucu etkilemeyecek açıklamayı almak için bu kadar çok çabalıyoruz? Niye cümlelerin arasından cımbızla seçip kelimeleri, işimize geleni duyuyor, görmek istemediğimizi yok sayıyoruz? Niye bizim için herşeyin mantıklı bir sebebi olmalı ve bunu biz niye mutlaka bilmeliyiz? Nasıl oluyor da hem bu kadar güçlü bir o kadar da naif olabiliyoruz? Merak ediyorum, hangi yanımızı besliyor bu çalkantılar, arada kalmalar, inatla geri adım atmamalar ama ileriye de bakmamalar? Duygular mı besliyor bu zihni sinir fikirleri, bitmek bilmeyen ümitleri? Niye her şeyin bizimle alakalı olduğunu, yapmadığımız veya fazladan yaptığımız şeylerden kaynaklandığına inanıyoruz? Niye insanları oldukları, olayları sonuçlandıkları gibi kabul edemiyoruz? Gerçekten niye?

Biz kadınların bu ortak özelliğini merak ediyor ama yine de kararlıyım, umursamıyorum. Artık karşımdakinin zihninden geçenleri anlamaya, ona göre gardımı alıp yaşamaya çalışmıyorum. Üzerinde durmuyorum açıkça ifade edilmeyenlerin. Manalar çıkarmıyorum belirsizliklerden. Bahaneler bulmuyorum çelişkili hareketlere. 
Nerden bileyim, vardır elbet bir sebebi deyip, harcamıyorum yaşam enerjimi. 
Ben galiba artık hayatımda ki herkes için emek vermeye evet, kıymet bilmeye evet, gerekiyorsa değişime sonuna kadar evet ama gereksiz çabalamaya hayır diyorum. Çünkü biliyorum ki sadece hayatta ne istediğini bilen insanlar net, dürüst ve cesur olur.












15 Temmuz 2012 Pazar

Serseri Mayın


15.07.2012 www.haberboyu.com'da yayımlanan köşe yazım...


Bir anne gördüm; şen şakrak, yaşam dolu. Üzerine geçirdikleri gibi renkli, orasına burasına taktığı çiçekler gibi capcanlı, sanki çekilmiş köşesine de öylece duruyormuş gibi gözüküyor.
Kahkahası eksik olmuyor, anlatacak lakırdısı bol, ağdalı cümleler kuruyor. Sık sık eskilere gidip, arada bugüne dönüyor. Hatıraların yarısından çoğu karanlık; terkedilişleri, didinmeleri, direnmeleri kapsıyor.
Hayatın ona adil davranmadığını, hep mücadele ettiğini söylüyor. Kalabalıklar içerisinde nasıl yalnız, nasıl tek başına ayakta kaldığını detay detay serip gözlerinin önüne, bolluk ve bereket içinde başlayan hayatın nasıl bir anda değişebileceğini gösteriyor. O gözü çıkası paranın nasıl kardeşleri birbirinden koparıp, elden bile uzak yabancılar haline getirebileceğini, hayırsız bir kocanın, savunmasız bir kadını nasıl kundaktaki çocuğu ile terkedip, hayatta bir başına bırakabileceğini, insan oğlunun çiğ süt emdiğini hatırlatıyor.


Hayat zor, anne de bir "kurban!" ama o kendine acıyanlardan değil dikilip hayatın karşısına dimdik, ona meydan okuyor. Zehir gibi zekası ve dur durak bilmeyen hırsı ile pes etmeyip, kimseye pabuç bırakmıyor. Gerçi nasıl bıraksın? İstese de bırakamaz zira küçücük bir bebe var kucağında; kendinden vazgeçse ondan vazgeçemeceğinden, yok çaresi varını yoğunu ortaya koyuyor.


El kadar bebeği yaşama amacı, can yoldaşı, onu terkedip giden kocası, anası babası, elleşen kardeşleri oluyor.


Bir tek onu seviyor, bir tek ona güveniyor. Bir de Tanrı aşkı olduğunu söylüyor ama Tanrı'yı seven yarattığı insanı sevmez mi? Yok o sevmiyor çünkü sevmeyi bilmiyor. Hem sevgiden önemli şeyler ; ayakta durmak, kimseye muhtaç olmamak, mal mülk sahibi, mevki sahibi olmak var hayatta. Gücün varsa insan da var, sevgi de geçici, aşk da diyor. 
O bir tek küçük bebeğini seviyor, bir tek de onun tarafından sevilmek istiyor. Hiç bitmesin bu sevgi, kimse araya girmesin istiyor. Onun için de ha babam kurcalayıp geçmişi, nasıl tüm hayatını ona adadığını, nasıl onu herkesten ve herşeyden koruduğunu, şimdilerde her daim yapılı ve bakımlı olan şaclarını nasıl onun için süpürge ettiğini anlatıyor. Sabah kalkıyor anlatıyor, gece yatıyor anlatıyor, yılmıyor yorulmuyor, bulduğu anda anlatıyor.
Olur da yolundan sapacak olursa cancağızı; en büyük silahı gözyaşları, en büyük cezası ortadan kaybolmaları ile kendi elleri ile küçüğünün yüreğine salıp endişeleri, kaşık ile verdiğini kepçe ile çıkarıyor. Bilerek isteyerek, kötü niyet ile değil elbet ama kurban bellediğinden kendini bir de kimseyi beğenmediğinden yok ondan başka aslolan; bedelini istiyor, alamadığını zannettiğinde korkup mutsuzluk saçıyor.


Bir anne gördüm; bildiğim tüm annelerden farklı, sinesi kapalı, sevgisi ağır, hakimiyeti sınırsız. 
Sevgiyi büyük yük, bedeli ağır bir borç gibi gösteriyor, sevmeyi bilmediği için sevilmeyi de yanlış öğretiyor. 


Bir anne gördüm,oturdum masasına, o anlattı, ben dinledim. Sesim cılız kaldı, gücüm yetersiz; yanlış yapıyorsun, bencillik ediyorsun diyemedim. Yüreğime sıkıntı, gözlerime dehşet düştü de yine bir şey söyleyemedim. Konuştukça yaşadıklarının yükünü küçücük bir çocuğun omuzuna yükleyecek kadar korkak bir kadın kaldı karşımda da kendisine dile getiremedim. Kimbilir kaç hayat zarar gördü bundan, artık bırak diye iki kelimeyi bir araya getiremedim. Dert de bitti, tasa da bitti, sana sunulan hayatın, verilen değerin farkına var, keyfini çıkar diye tavsiye edemedim. Elim kolum bağlıydı, sesim çıkmadı,sadece sustum, bir şey diyemedim...


Anneler, babalar sevin çocuklarınızı deliler gibi ama karşılık beklemeden, illa ödemeleri gereken bir bedel olduğunu hissettirmeden. Bırakın çocuklarınız hata yapsın doya doya da düştükçe ayağa kalkmayı öğrensinler. Sizler payınıza düşeni, kendinize değer biçtiğinizi yaşadınız, yaşıyorsunuz, yaşayacaksınız hayatta, bırakın onlar da kendilerininkini yaşasınlar. Yıkmayın onların küçük omuzlarına hayalkırıklıklarınızı, pişmanlıklarınızı, bastırılmış duygularınızı, bir de bunlarla uğraşmasınlar.Yadırgamayın, yargılamayın seçimlerini, bırakın illa güç sahibi, kudret sahibi büyük adam, önemli kadın olmasınlar da sadece "adam" sadece "insan" olarak mutlu olsunlar. 
Anneler, babalar tapın çocuklarınıza da sevmekten de sevilmekten de korkmasınlar, kalabalıklar içerisinde yalnız kalmasın, yalnızlıktan korkmasınlar. Sizler bir mucize yarattınız, bırakın mucizeleriniz de kendilerininkilerini sunsunlar dünyaya, keyfini çıkarsınlar. Uzak tutmayın onları insanlardan, saklamayın kendinize, sokmayın burnunuzu herşeyin dibine kadar da karışıp hayata, kendi yollarını bulsunlar. Serseri mayın gibi ordan oraya savrulmasınlar!!! 




Fotograf; http://instagram.com/p/USMla/ by BERRAK KOYUNCU
Müzik ( yazarken) ; Between Two Lungs by FLORENCE + THE MACHINE