28 Nisan 2010 Çarşamba

KÖŞE YASTIĞI


Rapallo'da şahane bir havada, çok çalkantılı, kocaman kocaman kararların arifesinde, neşeli başlayıp akşama doğru düşen suratımı yorgunluğa bağlayıp  kimseye çaktırmadıysam da çok kızgın olduğum günün gecesinde, tek başıma döndüğüm otel odamı önce smeralda'nın bir önceki yazı ile başlayıp benim ile biten inanılmaz maili, arkasından bloglardan birinde okuduğum ve cuk oturan bir yazı ve en şahanesi de uzaklardaki kuzen çikita'dan mesajsız, yorumsuz gelen ve hayatımda ilk defa gördüğüm fotografım doldurdu, kendimi iyi hissettirdi, hem de çok iyi hissettirdi.

Geçen hafta 16 yaşımla haşır neşir olmuş, çok keyif almıştım ama bu 4 yaşımdaki halim çok güldürdü beni. Ben nasıl daha önce bu fotografı görmedim, gerçekten şoktayım...Köşe yastığı diye seslenildiğim. ledo'dan köşe bucak kaçtığım, annemi annesinin ölmediğine inandırmaya çalışıp, kendimce onu avuttuğum yıllar bu benim; çok komik, çok şeker...Istanbul'a gider gitmez teyzemi arayacağım, bunlardan başka varsa hepsini alacağım...Ayyy nasıl iyi geldi bu fotograf gece gece ya..Nasıl mutlu oldum; alıp orjinalini duvara koymam lazım, dil döküp, şekerlik yapıp teyzeyi ikna etmem lazım...

Bak yine düştü aklıma; artık tembelliği bırakıp, teyzemle annemin sözünü verdikleri dede evindeki anneanne'nin çeyiz sandığını alıp, ayak ucuma koymam lazım...

27 Nisan 2010 Salı

Gitmeden Hemen Once ≠ 10


Bu "Gitmeden Hemen Önce " lerin girişleri hep aynı doğal olarak. Yine aynı yerde, bu sefer yanımda lions, neşem ve keyfim gayet yerinde, içim huzurlu yola gidiyorum.
Kendim görmedim, gördüm de hatırlamıyorum aslında ama başkası da görmüş olsa yine şahane bir rüya ile uğurlanıyorum.

Şükü'nün misafiriymişim dün bütün gece, sabahın köründe gelip heyecanlanla anlattığı rüyasındaymışım.
Evlenmemi herkesten neredeyse daha çok istermiş gibi bir hali olan ve yıllardır o günün hayalini kuran, çok konuşan şükü bu gece rüyasında evlendiğimi görmüş hemde italya'da, hem de bir italyanla... Ballandıra ballandıra anlattı sabah sabah sanki gerçekten yaşamış gibi gelinliğimi, güzelliğimi. Belime kadar açık ve metrelerce uzun kuyruklu bir gelinlikle nasıl kilisede yürüdüğümü. Kilise olayına bozulmuş biraz tabii, rüyasında da söylemiş bana " ama niye kilisede evleniyorsun, bizim adetlerimize göre evlensen daha güzel olmaz mı ? " demiş, " ne olacak canım benim, ne farkeder, bu da onların adetleri, üzme sen kendini keyfini çıkar " demişim. Peki sen hep burada mı yaşacaksın demiş, tabii hatta sen de benimle kalacaksın deyince " olmazzz benim oğlanlar ne yapar sonra " demiş, " birşey olmaz ben seni ayda bir gönderirim Istanbul'a " demişim.

Hoşuma gidiyor malum rüya, soruyorum damatı gördün mü diye , " gördüm, sivri çeneli, keskin hatlı, kısa saçlı, temiz yüzlü" diyor, benzerlik arıyorum kafamda. Baktım anlattıklarından tam oturtamıyorum kafamda, açıp fotograları " bak bakalım buna benziyor mu " diye soruyorum, karar veremiyor " bilmem, aslında çenesi benziyor, aslında yüz yapısı da benziyor ama o kısa saçlı, temiz yüzlüydü " diyor. It buluyor yani benimkini :)

Güzel çok güzel bir rüya diyorum ben yine de, kırılmaca, gücenmece yok, ben yine de ona yoruyorum :)

Lions beni bekler, yarım saate pervane döner !

26 Nisan 2010 Pazartesi

35 Yaşımdaki BEN


Benim adım d..., sene 1990 ve 16 yaşımdayım.
Nisan ayının sonlarındayız ki benim için senenin en güzel ayları nihayet başladı. Eğlenceli olmasına eğlenceli ama uzun bir kıştan sonra yeniden bahar geldi. Heryerde çiçekler açtı, havalar sıcaklaştı, bahar üzerimde etkisini gösterdi. En çok okula gitmek için sabahın köründe uyandığımda havanın aydınlık olmasını seviyorum; yine hergün geç kalıyorum servise, yine hergün neredeyse asansörde giyiniyorum, yine her sabah okula yakam paçam bir yerde varıyorum ama hiç olmazsa daha neşeli gidiyorum. Okulumu ise çok seviyorum.
4 sene, çok eğlenceli ve küçücük, ev gibi sıcacık bir kız okulunda,rahibelerle okuduktan sonra, karma olan yeni okulumda lise birinci sınıfa başladım.Yaz tatilinde gittiğimiz Italya seyahatinde tanıştığım ve çok samimi olduğum lise 4'deki kızlar sayesinde hem kendi sınıfımdakiler ile hem de lise 4'lerin tamamı ile tanıştım. Yeni bir okulda, yeni biri olarak büyükler ile arkadaş olmak hem okula alışmamı, hem sevmemi hem de sevilmemi sağladı ve tıpkı diğerinde olduğu gibi burada da çok eğleniyorum.

En yakın arkadaşlarım tabii ki sophie, yasmin, crown.
Sophie hala crown'dan hiç hoşlanmıyor, yasmin ile beni onunla paylaşmak istemiyor ama sadece ona ait olmadığımızı ve herkesin yerinin farklı olduğunu anlamıyor. Aslında bize de birşey söylemiyor ama kızcağıza çok kötü davranıyor, bu da bazen sorun yaratıyor. İşte o zamanlarda, Güney Köy'e yaptığımız Sound Of Music kıvamındaki yolculuklarımızda ona, Golden Girls'ün yerinin ayrı olduğunu, ne olursak olalım 80 yaşımızda da birlikte olacağımızı, hiç ayrılmayacağımızı anlatıp rahatlatıyoruz. Rahatlıyor rahatlamasına ama bir süre sonra yeniden delleniyor; bazen duymuyoruz, duymamazlıktan, görmemezlikten geliyoruz, bir şekilde hepberaber idare ediyor, birbirimizi olduğumuz gibi kabul ediyoruz.
Ben en çok yasmin'i olduğu gibi kabul ediyorum, beni en çok o kızdırıyor ama en çabuk onu affediyorum. Her nabza şerbet vermesini, aklından geçen ile ağzından çıkanın arasındaki farkı bilip de böyle davranıyor olabilmesini bazen kabullenemiyor, çok kızıyorum ama işte ama hemen affediyorum. O bizim rose'umuz ya, içini bilince daha fazla ileriye götüremiyorum.

Ancak yeni okulda hiçbiri ile aynı sınıfta değilim. Her ikimiz de en yakın arkadaşlarımızla ayrı sınıflara düştüğümüzden, orta ikide samimi olduğum i.k.d ile sıra arkadaşıyım ve artık onun ile de çok yakınız, çok eğleniyoruz derslerde. O çalışkan, ben lisede biraz dağıttığımdan artık pek değilim. Düzenli, eğlenceli, çok komik, hiç beklenmedik zamanlarda, ondan beklenmedik şekilde yaptığı yorumları ile kahkalar attırıyor bana. Haftada bir iki bize kalmaya geliyor, gece yarılarına kadar d.p.s bize fizik, matematik çalıştırıyor ama o pür dikkat dinleğinden ben de sıkıldığımdan bu derslerden, hep ona bakarak, hep onun adını söyleyerek dersi anlatıyorsun diye olay çıkarıp, dersi bırakıp erkenden yatağa girmenin yolunu yapıyorum. Sene başından bugüne kadar daha bir tek dersi sonuna getirdiğim olmadı. I.k.d çalışıyor, sonra bana sınavda kopya veriyor, böyle güzel güzel geçinip gidiyoruz.
Hazırlıktan beri bu okulda okuyan kızlar için bizim gelişimiz çok da eğlenceli değil, genelde bir avuç erkek arkadaşlarını bize kaptıracaklarını düşündüklerinden bizlere pek yaklaşmıyor, bir kıl kıl davranıyorlar  başta ama onların arasında da çok samimi olduklarım var; l.buddha- sedefico - byburt.
Genelde lise 4 luler ile vaktimi geçiriyor ve çok eğleniyorum ama kendi dönemimde de en çok tanınıp, sevilenler arasındayım. Burada da sınıf başkanıyım, burada da elebaşıyım, buarada da dalgacıyım.

Henüz hiç erkek arkadaşım olmadı, geçen sene bir oyundaki dandik öpüşmeyi saymazsak daha henüz kimse ile öpüşmedim ama okuldan, yine lise 4 lerden birinden çok hoşlanıyorum. Lakabı herkes tarafından büyük diye bilinse de benim de aralarında bulunduğum en yakın arkadaşları ona züppe ile büyük birleşimi  "zübük" diye hitap ediyor. Çirkin bir çocuk ama havalı, züppe gibi görünüyor ama aslında hiç değil. Benim ondan hoşlandığımı bilmiyor, ben de belli etmemek için elimden geleni yapıyorum ama ders arası gelsin de yukarıya onların yanına çıkayım, ya da haftasonu gelsin de hepberaber birşeyler yapalım diye sabırsızlıktan ve heyecandan ölüyorum. Kendi dönemimdeki en yakın arkadaşlarım ve dışarıda da ledo'dan başka kimseye söylemiyorum.

Ledo, benim kuzenim; 4 yaşımızdayken suratına patllattığım sağlam tokattan bu yana en yakın arkadaşım. Ben hatırlamıyorum bu olayı, o da hatırlıyorsa bile hatırlamadığını söylüyor ama ne zaman aile içinde yakınlığımızdan bahsedilse, en büyük aşklar nefret ile başlar kıvamındaki bu hikaye anlatılıyor; ledo benden 4 ay küçük olmasına rağmen, hem o iri hem de ben çok minyon çocuklar olduğumuzdan küçükken hep beni bir yerlerde sıkıştırıp canımı acıtmaya çalışırmış, ta ki 4 yaşlarımızdayken onun ile tek başıma kalmaktan çekindiğimden annemin odayı terk edeceğini anlayınca, annem önde ben arkasında ledo da klasik benim peşime takılınca, artık canıma tak etmiş veya artık buna bir son vermek gerek diye düşündüğümden olacak, hiç beklemediği bir anda geriye dönüp yüzüne kallavi bir tokat yapıştırıvermişim, önce çok ağlamış ama o günden sonra da bir daha hiç ayrılmayacak şekilde en yakın arkadaş olmuşuz.
O, bizden bir yaş büyük abisi m.ö ve ben her daim birarada oynayıp, büyüdüğümüzde ise hepberaber gezdik. Benim arkadaşlarım onların arkadaşları ve genelde de sevgilileri, onların arkadaşları da benim arkadaşlarım oldu. Ben bu iki azgın oğlanın prensesi şekilde dolandım durdum yılllarca; yeri gelince erkek gibi ağaçlara tırmanıp, comodore 64 başında uzay mekiklerini en az onlar kadar iyi oynattım, gece yarılarında birisi önümde birisi arkamda bisikletlerle dolaşıp, sabahın körlerinde uyanıp tenis kortlarında azılı maçlar yaptım.
Şimdi herikisi de  bizim lise 4lerden kızlarla çıkıyorlar ve yine her dakika biraradayız, mutluyuz yani.

4.Levent'te oturuyoruz.Evde durumlar ise gayet normal, her şey her zamanki gibi; annemin tek derdi bizim derslerimiz. En büyük başağrısı üniversite ikiye giden ve son derece asi olan d.p.s ile didişmeleri ama onun dışında madame marika da nihayet üniversitede olduğundan fazla stresli değil.
Bana karışan, eden yok. Ben en küçük olmanın dayanılmaz hafifliğini ve sevgisini yaşayıp, diğerleri de önümü bir güzel açtıklarından istediğim zaman istediğim şeyleri yapıyorum, sanırım ledo ile m.ö de her dakika benimle oldukları icin icleri rahat.
Madame marika üçüncü senenin sonunda üniversiteyi kazandı, o da d.p.s gibi ikinci sınıfta ve girerken bu kadar zorlanan ve isteksiz olan kız bir canavara dönüşüp, okulda çok başarılı oldu. Şimdi cenko diye bir çocuk ile çıkıyor ve onun ile evlenmek istiyor. Ben seviyorum bu çocuğu, bana çok iyi davranıyor, arabası ile gezdirip, bir yerlere götürüyor ama annemler pek istekli değil galiba, "önce okul bitecek" diyorlar.
O.p tıpda okuyor, onun da bir sevgilisi var, hatta geçen sene bu zamanlarda tanışmışlar; adı asko, aynı okuldalar ama o ekonomi bölümünde okuyor ve inanılmaz güzel, abimin yanına çok yakışan bir kız. Annem de beğendi, oğlunun aklını başını alıp okuldan uzaklaştırmasından korkuyordur kesin ama sevdi bu kızı kesin belli, ondan hep iyi bahsediyor. Daha erken konuşmak için, önce bir okullar bitsin deyip duruyor ama içten içe onaylıyor.
Babacım ise her zamanki gibi her daim çalışıyor, haftada 7 gün 15 saat; yine akşam saatlerinde bizlerle yemek yiyemiyor, yine yaz tatillerinde bizlerle birlikte olamıyor, yine yaz kış demeden, bayram tatil demeden çalışıyor ama hiç sızlanmıyor.  Ne için izin almaya kalksak izin veriyor ama annenize de sormanız gerek diye topu her zamanki gibi ona atmayı, bir parmak balı çalıp ağzımıza, çetin savaş alanına sırtımızı sıvazlayarak göndermeyi hiç ihmal etmiyor. Her daim sevgisini öperek, koklayarak, söyleyerek göstermekten vazgeçmiyor ama bizim dışımızdaki her konu ile ilgili muhalif karakterini sergileyip bizi kızdırmaktan da geri kalmıyor.

Babam anneme aşık, annem en azından bir 3 sene kadar biraz daha sakin, biz çocuklar, hepimiz yaşadığımız hayatlardan, arkadaşlarımızdan memnunuz.
Yazı yazmayı, hayal kurmayı, mümkünse tüm vaktimi arkadaşlarımla geçirmeyi seviyorum. Her cuma sophie ile AKM de cuma konserlerine gidiyorum ve onun piyano çalmasına bayılıyorum. En çok sevdiğim Tchaikovsky ve onun keman konçertosu.
Ayrıca ayşe teyze ile vakit geçirmeyi seviyorum, onun gibi bir anne, onun gibi bir is kadını olmak istiyorum.
Geçen sene gitar dersine başlamıştım ama devam ettirmedim, devam ettirdiğim tek şey o da sadece yazın tenis oynamak.
Seyahat etmeyi çok istiyorum ve ne zaman yola çıkacak olsam çok heyecanlanıyorum.
Bazen görünmez olup, insanların arasında dolaşıp konuştuklarını dinleyebilmek istiyorum.
Ama en çok istediğim şey büyük'ün de benden hoşlanması ve en büyük hayalim ise 18 yaşıma geldiğimde, yani lise 3'teyken babamın bana fiat 126 bis alması ve okula onun ile gidip gelmek...

Şuanda yüksek tavanlı, yüksek camlı, aydınlık, koca sınıfın içinde bir avuç yeni sınıf arkadaşlarımla beraber, yanımda ders ile ilgili ve not alan i.k.d, ön sırada lüle lüle saçlarını kalem ile biraz daha dolandıran cumartesi ve bir silgisini bile paylaşmayıp adamı sinir eden ama yine de yakın olan batush ile aziz bidon'un latince dersindeyim. Yine gece geç uyumuşum, yine hala uyanamamışım, başım ağırlaşmış, uyudum uyuyacağım.
Birden bir el omuzuma dokunuyor, ahh işte bidon yakaladı diye telaşa kapılmışken, yumuşacık bir ses "hadi kalk gidiyoruz" diyor. Tanımıyorum sesi, arkadan vuran gün ışığı gölgelendiriyor yüzünü  seçemiyorum. Çekiniyorum önce "nereye?" diyorum incecik, cılız bir sesle " sana göstermek istediğim birşey var, bakalım hoşuna gidecek mi ?" diyor. Nedendir bilmem kaptığım gibi sırt çantamı tutuyorum elini.

Ahşap, eski tarz, cumbalı bir evin önündeyim. Sakin, güzel, daha önce hiç gelmediğim bir sokakta, ahşap bir evin önünde buluyorum kendimi, tek başıma. Etrafıma bakınıyorum, neredeyim ve o ses nerede diye aranırken, birden ahşap evin bahçe kapısından ayak sesleri ve bir kadın sesi duyuyorum. Bir iki adım geri çekilip, beklerken, onu görüyorum ve birden nefesim kesiyor. Eli kulağında tek başına, hızlı hızlı italyanca konuşarak karşıma çıkıveriyor. Kim ile ne ile konuşuyor anlamıyorum ama tek başına konuşmuyor, elinde metal bir alet, telefon gibi birşey onu kullanıyor. Ben nefesim kesilmiş, bütün bedenim titrer, şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuş gibi sessiz ona bakarken, o da beni fark ediyor tek bir saniye için. Biran duraksıyor, başı ile selamlıyor ve hızlı hızlı yürümeye devam ediyor. Bir iki defa arkasına dönüp bana bakıyor ama tanımıyor; sonra da yeniden bir eli kulağında, bir eli direksiyonda kocaman bir araba ile bana bakarak yanımdan uzaklaşıyor.
Biran ne yapmam gerekir diye duraklasam da hemen sonra, kaç yaşında olduğunu anlamadığım BEN'in peşine düşüyorum. Biraz tedirgin, biraz üzgünüm tanımadı beni diye ama merakım ağır basıyor ve onu izlemeye başlıyorum.

35 yaşında, daha doğrusu "yaşındayım". Mucize gibi birşey bu, onunla daha doğrusu 35 yaşımdaki ben ile aynı odadayım. Çok güzel giyinmiş, saçlar yine uzun, boyu fazla uzamamış, ebatlarımız üç aşağı beş yukarı aynı yani ama farklı gözüküyor, alımlı bir hali var. Kahretsin ki memeleri büyümemiş ama farklı bir hali, farklı bir şeyleri var. Kaşları daha ince, vücut hatları daha belirgin ve evet dişleri daha düzgün. Havalı, hoş gözüküyor, beğeniyorum kendimi, hemen sonra kendimi beğenmiş olmaktan utanarak.
Etrafında bir sürü kişi, onun ağzından çıkacak sözleri bekliyorlar, onun dediklerini yapıyorlar hiç itiraz etmeden. Sinirli biri sanki, etrafındakilerin gözlerine hata yapmama paniği oturmuş. Devamlı biri ile konuşuyor telefonda, genelde hep italyanca, vayyy ne zaman öğrendim acaba bu kadar iyi konuşmayı diye düşünüp seviniyorum. Sonra biri  "the Sea is my lanD" yazılı koca bir fincan çayı önüne koyuveriyor, içine 8 küp şekeri boca edip, hızlı hızlı içtikten biraz sonra, daha bir sakin, daha güler yüzlü oluyor, gülmeye, güldürmeye başlıyor. Çevrsindekiler çekiniyorlar her daim belli ama rahatlar da onunla, şakalaşıyorlar.

Birden d.p.s geliyor, kucağında el kadar küçücük bir bebekle.
Birden, bu sabah yine ondan önce uyanıp, muhtemelen o gün giymeyi planladığı kazaklardan birinin üzerimde olduğu ve akşam yine nasıl kavga edeceğimiz geliyor aklıma.
Tanrım evlenmiş, bebeği olmuş, adını deniz koymuş, hem seviniyorum hem gözlerim doluyor. Herhalde şuanda çıktığı ercü ile evlenmiştir diye düşünüp, seviniyorum; ercü hem çok yakışıklı, hem çok şeker, hem de eğlenceli...
Konuşmalarından birlikte çalıştıklarını anlıyorum. Birşeyler konuşuyorlar, tamam sen düşünme bunları hallederiz diyor 35 yaşımdaki ben d.p.s'e , o da yaklaşıp 35 yaşımdaki bana kocaman bir öpücük konduruyor alnının tam ortasına, yumuşacık sevgi sözcükleri ile, şaşırıyorum ne kadar iyi anlaşıyorlar diye. Anne, annemin şevkati var gözlerinde. Birden birşey söylüyor birisi ve gülmeye, kahkaha atmaya başlıyor, annemi görüyorum karşımda. Aynı annem gibi gülüyor. Anneme benzemiyor yine, ben ve o anneme benzemeyiz, madame marika annemin kopyasıdır ama işte aynı onun gibi gülüyor.

Birden ayaklanıyorum, daha doğrusu 35 yaşımdaki ben ayaklanıyor, "cep telefonum nerde? " diye soruyor, şaşırıyorum; o elinden hiç düşmeyen, devamlı konuştuğu aletin gerçekten ve nerede olursan ol konuşabileceğin bir telefon olduğunu öğreniyorum ve ağzım açık kalıyor ama eve ikinci hattı bile zar zor çektirmişken şimdi herkesin elinin altında herkese özel telefon bulunması fikri pek bir hoşuma gidiyor, elime almak için ne kadar daha süre beklemem gerektiğini merak ediyorum.

Alıyor cep telefonunu, takıyor havalı çantasını, kocaman gözlükler gözünde atıyor kendini dışarıya; geç kalma diye sesleniyor arkasından d.p.s " bir iki saate burada olacaklar, biliyorsun " diyor, " tamam, tamam biliyorum" diyor yarım ağız. Koca arabanın içindeyiz şimdi. O kullanıyor, ben yanında ona bakıyorum. Hızlı araba kullanıyor, yüksek sesle müzik dinliyor, şarkı söylüyor etrafı seyrederek. Önce l.buddha'nın ofisine uğruyor, tanımamam mümkün değil çünkü hiç değişmemiş; sesi, yüzü, kalın çerçeveli renkli gözlükleri aynı. Annesi ve babası gibi avukat olmuş, onun da benim, yani 35 yaşımdaki ben gibi kendi ofisi var.  Yine çok güzel l.buddha ve onlar çok samimiler, bizim şuanda olduğumuzdan çok daha fazla samimiler; sadece acaba ne zaman bu kadar yakınlaştık diye merak ediyorum ama buna şaşırmıyor, seviniyorum. Ben de seviyorum l.buddha'yı zaten, hala görüşüyor olmamıza da memnun oluyorum. Akşamın programını yapıyorlar, i.k.d ile yemek yiyelim diyorlar, bu konuşma çok normal geliyor. Sonra telefon çalıyor, " l.buddha'dayım birazdan çıkacağım, bugün çok acayip birgün, anlatırım sonra, bu saatte sen napıyorsun ayakta? " diye soruyor, kimle konuştuğunu merak ederken telefonun öbür ucundaki crown'un sesini hemen tanıyorum. Konuşmalarda Los Angeles lafı geçiyor, borga lafı geçiyor, ne zaman görüşebileceklerini konuşup aylar sonrasının tarihleri geçiyor, anlamıyorum hiçbir şey.
Sonra birden hem onun, yani 35 yaşındaki benim hem de l.buddha'nın parmaklarına bakıyorum acaba evlenmişler mi diye, ikisinde de birşey göremiyorum ama emin de olamıyorum, konuşmalardan da birşeyler çıkaramıyorum ama herhalde evlenmişlerdir bu yaşta, acaba çocuklarımız var mı diye merak edip, çocuğum olma fikri ile çok heyecanlanıp, hemen onu görmek istiyorum. Sabahtan beri gördüklerim karşısında kalbim devamlı küt küt atiyor ama birden çocuğum olduğunu düşününce, ilk önce onu görmek istiyorum. Ama o beni duymuyor, beni görmüyor, burada olduğumu bile bilmiyor.

L.buddha ile bilmediğim ama belli ki çok samimi olan birilerinden bahsedip, aniden geldiği hızla kalkıyor. Dur daha yeni geldin, nereye gidiyorsun lafları havada asılı, biz yani ben ve 35 yaşındaki ben yeniden arabaya atlıyoruz. Hala hızlı konuşuyor, ama hızlı da hareket ediyor. Karar vermesi ile kalkması bir oluyor. Yol boyunca elinden düşmeyen şahane alet "cep telefonu" durmadan çalıyor, arabanın içine verdiği sesten ben de her konuşmayı ve her konuşanı rahat rahat duyabiliyor ve dinleyebiliyorum. Garip bir şekilde arayan herkes ona "den" diye hitap ediyor. Çocukluğumdan beri köşe yastığından, cimcimeye, d...o'dan,d..boş'a ve son zamanlarda kullanılan bir sürü takma adım oldu ama den yeni, nerden çıkmış, kim koymuş, niye koymuş anlamıyorum ama herkesin onu bu isimle çağırıyor olmasına sanırım daha çok şaşırıyorum.
Arayanlardan iş ile ilgili olanları şuanda müsait değilim diye kapatıyor, amour, adri ve mr.italy adındakiler haricinde. Onlarla da iş konuşmuyor zaten, neşeli neşeli hoşbeş ediyor.
Sonra rey arıyor, yakınlıklarına şaşırıyorum. I.k.d'den dolayı tanıdığım ve çok da sevdiğim rey ile onun kadar samimi olmuşum. Rey ile konuşurken zey'den bahsediliyor, anlıyorum ki o da yakın arkadaşı den'in, anlıyorum ki zey evlenmiş, anlıyorum ki bir de kızı, kızın da adı deep olmuş. Ahh ben de çok seviyorum bu ismi, birgün çocuğum olursa ben de bu ismi koymak istiyorum diye düşünürken, yeniden acaba çocuğum oldu mu, acaba ismini ne koydu diye düşünmeye başlayıp, keşke beni görebilsen, keşke senin ile konuşabilsem de beni böyle deli danalar gibi dolandıracağına varsa beni ona götürsen diye geçiriyorum içimden. Sabırsızlanıp, kendi kendime huysuzlanıyorum birden.
O ise telefonda hala; napıyorsun, bugün çalışmıyor musun sorusuna yok bugün dolanıyorum diye cevap veriyor keyifli keyifli, sanki bir süprizi varmış da ağzından kaçıracakmış gibi. Araba kullanırken keyif alıyor belli, bu keyifli hali ile telefonu kapatması gerektiğini ve onu sonra yeniden arayacağını söyleyip, bir başkasına "5 dakika'ya ordayım" diye bir sms atıyor. Bebek'e doğru gidiyoruz, herşey daha modern, herşey daha renkli, herşey daha düzenli sanki ama geçtiğimiz yollar aynı. Daha birkac saat önce, okula giderken servis ile bu yollardan geçtiğimi ve sabah gördüğüm dükkanların yerinde bambaşka dükkanlar olduğunu görmek biraz içimi ürpertip, deliyor olabilir miyim acaba, nerdeyim ben dedirttiyor ama öylesine inanılmaz bir şey yaşıyorumki, kendi kendime bunu bozmamaya ikna ediyorum. Pür dikkat yüzüne bakıyorum, gerçi yüzünü kaplayan koca gözlüklerden gözlerini göremiyorum ama kendi kendine gülümsüyor, şarkı söylüyor, mutlu ve heyacanlı buluyorum onu. Galiba sabahtan bu yana ilk defa da yanında rahat hissediyorum, kendimi bırakabiliyorum. Huzursuzluğum gidiyor, yanında kendimi güvende hissediyorum. Öyle bir havası var zaten, sanki onunla sana birşey olmazmış, sanki birşey olsa hemen kendini öne atarmış, sanki o seni korurmuş gibi bir hali var.
Ben bunları düşünürken o Bebek yokuşunu iniyor ve varacağımız yere varıyoruz. Iki kız ile buluşuyoruz, o çok samimi yine ama ben hayatımda ilk defa görüyorum; e.e ve dr.u diye isimleri ile hitap ediyor ama ilk defa duyuyorum. Bu insanları tanımıyorum, ne zaman tanışmış olduklarını konuşmalardan çıkaramıyorum ama bir lafın arasında, dr.u'nun ledo'nun eski kız arkadaşı olduğunu anlıyorum ve ledo ile ilgili dalga geçer gibi söylediği yoruma benim, daha doğrusu 35 yaşındaki benim neden tepki vermediğini, neden lafı ağzına yapıştırmadığını, nasıl buna müsade ettiğini anlayamıyor ve çok kızıyorum. Kimse benim yakınlarıma, sevdiklerime laf edemez bunu unutmuş olabilir mi den, ne olmuş ki buna böyle diye birden içime kapanıp, gördüğümden memnunsuz, gitmek istiyorum. Ama bu üç kız, daha doğrusu üç kadın o kadar komik şeylerden bahsedip, o kadar çok gülüyorlar ki yeniden sohbetlerine kulak kabartmadan edemiyorum. Konuştukları bazı şeyleri anlamıyor, bazılarında yüzüm kızarıyorsa da, ben de kahkaha atmaya başlıyorum. Başta bana kıl ve ukala gelen dr.u birden çok sevimli görünüyor, beni de çok seviyor belli. Herşeyi destursuz direk söyleyebiliyor ve diğer ikisi bunu çok doğal kabul ediyor. Diğeri e.e olanı da çok seviyorum, o da çok güzel ve bakımlı bir kadın ve çok matrak; devamlı surette kendini övüyor mu yoksa yeriyor mu anlayamadığım türde laflar ederek diğer ikisini çok güldürüyor. Tanımıyorum bu kızları, ne zaman tanışmışım acaba, yada ne kadar daha beklemem gerekiyor bu kızlar ile tanışmak için bilmiyorum ama den'in çok sevdiğini, onların da onu çok sevdiklerini hemen görebiliyorum. Keşke dr.u, ledo'ya laf edip baştan canımı sıkmasaydı daha güzel olacaktı ama belki de bizim oğlan da bir hıyarlık yapmıştır diye bunu düşünmemeye çalışıyorum.
D.p.s'in telaşlı telefonu ile bu sohbeti de kesip yola çıkmamız gerektiğini anlıyorum. Benim önce m.ö'ye uğramam gerekiyor, ofiste değil evde buluşalım diye son dakika programı değiştirip, hızlı hızlı kızlara sarılıyor. Anlıyorum ki dr.u Amerika'da yaşıyor, anlıyorum ki bir daha ki tatile kadar görüşemeyecekler, den onun boynuna sıkı sıkı, o biraz iğreti sarılıp " iyi ki bu zamanda geldin, sen olmasaydın birşey eksik kalacaktı" diyor ve kocam bir öpücük kondurup yanağına, o önde ben de arkasında koşar adım yola koyuluyoruz.

Tanıdığım yollardan eve doğru giderken s.s'in sokağına dalıyoruz ve önünde durup, arabaya biniyoruz. Eskiden ledo'ların evi olan binaya girdiğimizde m.ö ile buluşuyoruz; hemen tanımıyorum, ancak sesini duyduğumda o olduğunu anlıyorum. Tanrım nasıl değişmiş, yolda görsem kesin tanımam, kilo almış, saçlar komple dökülmüş, gözlükler atılmış. Ben şaşkın şaşkın ona bakarken, küçücük bir kız çocuğu koşarak "halaaaa" diye den"in boynuna atılıp, onu doya doya öpüyor, m.ö'nün kızı olduğunu anlıyorum. Çok şeker, çok akıllı ve sevgi dolu bir çocuk. Sonra yeni doğan kardeşinden bahsediyorlar, babasının aynısı bir oğlu daha olduğunu öğreniyorum. Ledo'yu arıyor gözlerim ama onu göremiyorum, umarım onu da görürüm diye düşünürken, ben bu yaşımda yoruluyorum ama 35 yaşımda ki ben bana mısın demeden hızlı hızlı birşeyler anlatıp, hızlı hızlı orayı terkedip, hızlı hızlı arabasını kullanarak köprü yoluna giriyor.
Köprüye girdiğinde ise saate bakıyor, " 14:14 , çok şahane " deyip cd'den radyo'ya geçip, bir türkçe kanalı açıp radyoda çalan şarkının sözlerini dinliyor. Saçma bulduğu sözlere ise "hadi canım sen de" diye yorum yapıp, köprüden çıkar çıkmaz yeniden cd'ye dönüyor. Komik buluyorum bu halini, kıkırdamaya başlıyorum. Nereye gittiğimizi merak ediyorum. Hiç bilmediğim, hiç geçmediğim yollara sokuyor bizi. En sonunda bir site girişine gelip, içeri giriyoruz, arabayı parkediyor ve biraz sesi titrek sanki " hazır mısın? " diyor. Bazen kendi kendine mi konuşuyor nedir diyorum, umarım yaşlandıkça annemin kendi kendine dırdırlanmasını almamışımdır diye düşünene kadar o arabadan atlıyor çevik bir hareketle.

Hiç bilmediğim bir yerde, hiç tanımadığım, bahçeli bir evin kapısının önündeyiz. Kapıyı çalıyoruz ve birden kapıyı babam açıyor. Ben sabah yatağında bıraktığım babamın 20 yaş yaşlanmış halini görünce karşımda birden, bir iki adım geri atıp sendeliyorum. Kalbim daha hızlı atıyor ve heyecanlanıyorum. Saniyeler içerisinde ben kendimi toparlamaya çalışırken " ahhh kuzum gelmiş" diye arkadan kafayı uzatan annemi gördüğümde ise artık hiçbir şeyi kontrol edemiyorum ve gözlerimden yaşlar boşanıyor. Içimi çekiyorum, sesim duymasınlar, burada olduğumu farketmesinler diye çabalıyorum ama niye ise onları o halde görmek beni çok heyecanlandırıyor.
Akşam, daha hafta bitmeden bitirdiğim harçlığıma takviye olsun diye zorla tavlaya oturttuğum kömür saçlı babamın saçları beyazlamış, göbek daha da büyümüş, kafası sallanmaya başlamış. Ama dün akşam eve gelip de bize sarılan adamın seni içine çeker gibi sarılması hiç değişmemiş.
Canım annem ise saçlar aynı boy, aynı kesim, aynı renk ama çok daha fazla şişman, çok daha yavaş hareket olmuş.
Onlar sanki aylardır görüşmemiş gibi kapı ağzında birbirlerine sarılırlarken ben de kendimi toparlıyorum iceri girmek için. Ancak içeri girdiğimde daha da çok şaşırıyor, daha çok dağılıyorum. D.p.s orada, madame marika orada, o.p orada, hemen tanıdığım asko orada ama bir de tanımadıklarım, bana o anda yabancı ama aslında gelecekte en yakınlarım olacak 3 tane çocuk görüyorum. Biri benim yaşımda bir oğlan ama neredeyse iki katım. Adı yiit ve kıvırcık, yakışıklı. Robert kolej de okuyormuş ve birden bizim kızlar görse kesin bunun ile çıkmak isterler diye düşünüyorum. Halası ile  yani 35 yaşındaki ben ile belli ki arası çok iyi, belli ki çok iyi anlaşıyorlar. Ikincisine madame marika jr. diyorlar, inanamıyorum. Gerçekten çok güzel, çok bilmiş, çok heyecanlı. Annem den'e dönüp senin bütün huylarını almış diyor, gülüyorum. Sarılıp boynuna içime sokmak istiyorum. En küçüğü ise büküşük içinse dunyanın herhalde en sevgi dolu, en şeker, en naif çocuğu bu olsa gerek diye geçiriyorum içimden.
Abim gerçekten asko ile evlenmiş, asko iki çocuk sonrası kilo almış olmasına rağmen gerçekten hala çok güzel ve belliki annemler bu evlilikten gerçekten çok mutlular.
Hiç bana benzemeyen madame marika ise35 yaşımdaki bana çok benziyor, ağzım açık kalıyor. Annemin kopyası o iken şimdi ona en çok benzeyenin ise d.p.s olduğunu görüyorum; ne zaman oldu bütün bunlar, böyle birşey olabilir mi diye şaşırıyorum, merak ediyorum, anlayamıyorum, heyecanlanıyorum ya sabahtan beri küçük bedenim daha fazla kaldıramıyor ve bir köşeye oturup onlara uzaktan bakmaya başlıyorum.
Kalabalık ailem daha da kalabalıklaşmış, hepsi, hepimiz birarada, mutluyuz. Tabii ki her kafadan bir ses çıkıyor, tabii ki yine birşeyler tartışılıp tatlı başlayan konuşmalar yerini yüksek seslere bırakıyor, tabii ki babam acayip muhalefet yapıyor ve sinir ediyor ve tabii ki iki dakika sonra herşey süt liman, birlikte gülünüyor. Annemmm, canım annem nasıl değişmiş, inanamiyorum; o kadar sakin, o kadar neşeli, o kadar huzurlu. Atmış omuzlarından bütün yükleri, şişmanlamış görünsede sabahki haline göre, aslında öylesine hafiflemişki gözlerinden, sözlerinden, d.p.s ile ahenk içinde attığı kahkalarından hemen anlıyorum.
Mutluyduk dün akşam biz evimizde, hiç sorun yoktu ama onlar bu kadar kalabalık ve hep baraber sanki çok daha mutlu gözüküyorlar gözüme, kalmak istiyorum.

Küçük kızlar devamlı yüksek sesle bir gösteri yapıyor, kıvırcık oğlan bilgisayar başında arada bir laf atıyor, d.p.s küçük kızına düşmüş kokusunu içine çekiyor, diğer herkes bir ağızdan konuşup gülüyor. Sonra babam elleri ile yaptığı kahveler ile göründüğünde ben küçük dilimi yutacak gibi oluyorum ama onlar gayet normal birşeymiş bu gibi alıp kahvelerini teker teker bahçeye çıkıp, sigaralarını yakıyorlar. Evet hepsi, 35 yaşındaki ben dahil hepsi sigara içiyor hem de annemin babamın yanında, babamın yaptığı kahve eşliğinde, artık "wowww" demekten başka birşey çıkmıyor ağzımdan.
Çocuklar ve d.p.s dışında kimse kalmıyor salonda, biran onlarla kalmak onları seyretmek istiyorum uzun uzun ama dışarıda da neler konuştuklarını merak edip ben de çıkıyorum.
Hava gerçekten çok güzel, bahçeleri yemyeşil, keyifleri çok yerinde. Salıncakta hemen annemin yanı başına oturuyorum, göğsüne yatmak geliyor içimden; ben yapamıyorum tabii ama den yapıveriyor.
Bebeklerden konuşurlarken ledo'nun oğullarından bahsediyorlar; onun da iki oğlu olduğunu, özellikle büyük olanın çok şeker olduğunu ve hatta tam karşı bahçede oturduklarını öğreniyorum. Hah tamam birazdan onu da göreceğim diyorum ama bir yandan da 35 yaşımdaki benim bütün haberleri annemlerden alıyor olmasını biraz garipsiyorum.

Kahveler içiliyor, kalkmamız lazım diyor den, gitme diyorlar, ısrar ediyorlar, ne yapacaksın bu saatten sonra yemeğe kal diyorlar, yok yapmam gereken çok önemli birşey var diye cevap veriyor çok emin, tamam diyorlar. Hepberaber kapıya kadar geliyorlar, tek tek sarılıyorlar; o en çok anneme sarılıyor, on kere boynundan öpüyor, bu sefer o annemi "annesinin kuzusu" diye seviyor. Babam arabaya kadar geliyor, tekrar sarılıyor ve araba köşeyi dönene kadar el sallıyor, hoşuma gidiyor.

Köşeyi dönüyoruz, siteden çıkıyoruz, geniş ve boş yolda birden durduruyor arabayı ve derin bir nefes alıp benim tarafıma bakarak "evini görmek ister misin? " diye soruyor. Dilim tutuluyor, aptallaşıyorum, sağıma soluma bakıyorum acaba benim ile konuşuyor olabilir mi diye ama birden yaşlı gözleri ile kafasını aşağı yukarı doğru salladığını ve gerçekten benim ile konuştuğunu anlıyorum. Ne yapacağımı bilemez bir şekilde cılız ve titreyen bir sesle " sen beni görebiliyor musun? " diye soruyorum o da yanaklarından süzülen ve aynı benimki bir ses ve tonlama ile " evet " diyebiliyor, sarılıyor bana. Çok acayip bir his bu, çok gerçek üstü, çok heyecanlı ama o kadar da huzurlu. Ben ağlıyorum, o da ağlıyor, ben sebebini bilmiyorum, o biliyor mu onu da bilmiyorum ama bir süre orada, yol kenarına çekilmiş, dörtleri yakılmış kocaman arabanın içinde birbirimize sarılıp, kalıyoruz.

Yola koyulduğumuzda heyecanlı heyecanlı konuşmaya başlıyoruz, bütün bunların nasıl olduğunu, nasıl onun yanına geldiğimi, böyle birşeyin nasıl olabileceğini, ikimizin de aynı anda aynı rüyayı görüyor olma ihtimalimiz olup olmayacağını konuşuyoruz. Köprüye ulaşıyoruz, yine aynı şeyi yapıyor, yine dinlediği müziği değiştirip türkçe bir şarkı bulup onu dinliyor ve bana köprüden geçerken hep bunu yaptığını anlatıyor, kıkırdayarak farkettim diyorum.

Yine orada, o ahşap evin önüne geldiğimizde ikimizde biraz daha sakinleşmiş bir şekilde arabadan inip, merdivenleri çıkmaya başlıyoruz. Kapıyı açıyor, gel bakalım beğenecek misin diyor. Hızlı hızlı dolaştığım eve bayılıyorum, çok zevkli buluyorum kendimi. O da benim gibi fotografları çok seviyor, girdiğim her odada bir sürü fotograf görüyorum; crown, crown'un çocuğu borga, kocası, i.k.d, zey, rey, tüm aile, herkes...Tanımadıklarım var ama eksikler de var, sophie, yasmin yok, ledo yok, benim küçüklük hallerim var ama bu zamandaki hallerim yok. Birden evdeki şeylerin benim ile çok alakası olmadığını hissedip, yabancı buluyorum. ben önde o arkada dolanırken hissetmiş olacak ki gel biraz oturalım diyor, oturuyoruz.

Hadi sor sormak istediklerini diyor; ilk aklıma gelen büyük ile birlikte olacak mıyım oluyor, biraz da utanarak. Gülümsüyor kocaman ve "hayır" diyor ama merak etme çok değil gelecek sene tam bu zamanlarda inanılmaz yakışıklı bir erkek arkadaşın olacak, aslında o ilk aşkın olacak ve onunla çok uzun süre birlikte olup çok mutlu olacaksın diyor, içim rahatlıyor.
Peki çocuğum var mı diyorum hemen heyecanla; ben evlenmedim diyor ve hayır bir çocuğun henüz yok, ama olursa adını hala deep koymayı planlıyorum diyor. Neden evlenmedim, yani evlenmedin diye soruyorum; bir kere kıyısına kadar geldin ama olmadı, hayatın boyunca çok seveceksin, çok sevileceksin, birkaç kez aşık olacaksın, sana da aşık olacaklar merak etme diye yeniliyor yeniden.
Ne iş yapıyorum peki diyorum; biran duraksıyor nasıl anlatması gerektiğini düşünmek için sanırım ama birden aklına gelmiş gibi " hah ben birebir ayşe teyzenin işini yapıyorum" diyor hemen anlıyorum ne yaptığını ve çok seviniyorum. Kesin sophie de ayşe teyze de çok sevinmiştir diyorum sevinçle, bilmiyorum diyor sakin bir tonlama ile. Nasıl yani, nasıl bilmiyorsun? Gerçekten sophie ile yasmin neredeler, ne konuştun onlarla, ne de hiçbir yerde fotografları yok, hala en yakın arkadaşların onlar değil mi diye biraz hiddetli, biraz telaşlı soruyorum, sakin sakin " değiller " diyor. Şaşırıyorum, üzülüyorum, inanamıyorum, böyle birşey mümkün olabilir mi diye kafamı sallarken, ona kızıyorum, surat ifadesinden onun yüzünden olduğu belliymiş gibi okuyorum, dik dik ne yaptın dercesine gözlerine bakıyorum, sakinliğini hiç bozmadan "biz, yani sen ve ben hayatta hep çok şanslı olduk ama bazen hayat herşeyi istediğimiz gibi gitmesine izin vermiyor. Sen daha uzun süre onlarla beraber olacaksın, önünde onlarla geçirilecek çok senelerin var ama ben senin onlarla geçirdiğin senelerin toplamı kadar sene önce onlarla ayrıldım malesef. Korkma kavga etmedik, hiç çirkin olaylar olmayacak, merak etme ben birşey yapmadım ama benim onlarla yollarım yıllar önce ayrıldı. Ben de üzüldüm ve hatta hala bugün düşündüğüm de onları çok garip geliyor olmamaları ama bir yandan da garip gelmiyor. Onlar bana, dolayısı ile sana hayatta en sevdiğin arkadaşlarını da kaybetsen ve dünyada tek başına kalsan da birgün tek başına ayakta kalabileceğimi, hayatta herşeyin olabileceğini, her türlü ilişkinin birgün bir şekilde bitebileceğini öğrettiler. Onun için ledo ile artık eskisi gibi olmadığımızda çok sersemleşmedim " dediği anda ise gerçekten başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyor. Ben yumuşak yumuşak anlatımından sophie ile yasmini atlatmaya çalışırken ledo'nun da artık en yakınım olmamasının nasıl birşey olabileceğini düşünmeye çalışıyorum ama beceremiyorum. Yani yumuşak anlatıyor, sanki çok normalmiş gibi, belli ki hiç içi acımıyor, belli ki hiç özlemiyor ama böyle birşey nasıl mümkün olabilir ki? Sıkıntıdan koltuğa büzülmüş olacağım ki iki eli ile kollarımdan tutup, anne gibi kendine çekiyor; "merak etme herşey güzel olacak, şimdiki gibi seni el üstünde tutacak çok çok çok değerli arkadaşın olacak, çok daha fazlası ile de tanışacaksın ve almak istediklerini hayatına alıp, istemediklerini dışarda olması gerektiği yerde bırakacaksın, çok seyahat edeceksin, görmek istediğin her yere gideceksin, hatta aklının ucundan bile geçmeyen yerleri göreceksin, sadece burada değil Italya'da da bir yaşantın olacak,  çok yakın arkadaşların, can dostların olacak; hatta oralardan bir adama deli gibi aşık olacaksın hem de bir daha hiç aşık olmam herhalde dediğin, hiç beklemediğin bir anda; sadece onunla birlikte olmak isteyeceksin; evlenmek hiçbir zaman önemli bir mesele olmayacak senin için ama o istese hemen "evet" diyeceksin. Hayatına girenler ile ihtiyacın olduğu için değil istediğin için, olması gerektiği için değil gerçekten sevdiğin için birlikte olacaksın. Iyi birşey mi hala bilmiyorum ama sevildiğinin değil sevdiğinin, seçildiğinin değil seçtiğinin pesınden gideceksin, hep onlarla birlikte olacaksın. Dünya senin için küçük olacak, sen dünyayı sonuna kadar kullananlardan olacaksın. Inan bana herşey güzel olacak; üzüleceksin tabii bazı şeyleri yaşarken ama hayat sana karşı hep yumuşak yüzünü gösterecek, seneler içerisinde ne kadar şanslı olduğunu kendin hatırlayacaksın. Inan bana herşey güzel olacak" deyiveriyor , ben de gömüldüğüm göğsünden gözlerine bakarak " peki sen bütün bunları nasıl yapabildin " diye soruyorum, yine yüzünde kocaman bir gülümseme beliriyor ;

"Ben yapmadım ki, sen yaptın. Sen hayal ettin, hayal ettiğin herşey tek tek gerçekleşti. Ve şimdiye kadar evlenmedim ve çocuk yapmadım diye de kızma bana bence, zira ben seni  pembe pancurlu evde bebekli halini hayal ederken hiç hatırlamıyorum " diye gülüyor , haklı buluyorum ama bunun için daha çok erken değil mi, acaba ileride bunu hayal etmeyi atlamış olabilir miyim diye düşünürken buluyorum kendimi.

" Sen hayal kurmaya devam et; çünkü birgün hepsi gerçekleşecek " diye devam ediyor. Seviyorum onu, mutlu oluyorum ona dönüşmekten, biran evvel büyümek istiyorum. Bütün kızgınlığım geçiyor, bu sefer ben onun boynuna sarılıyorum, başımı okşuyor.

Bir zil sesi geliyor dışardan, uzaktan; tam kafamı kaldırmış pencereden bakmaya çalıştığımda bir elin omuzumu sarsması ile irkiliyorum, kafayı çeviriyorum i.k.d gülerek bana bakıyor, kızım resmen uyumuşsun yuhh diyor. Ne olduğunu anlamıyorum, etrafıma bakıyorum, yine o yüksek tavanlı, aydınlık sınıfta, 16 yaşımdaki halimle, 16 yaşındaki arkadaşlarımın arasındayım. I.k.d hadi kantine gidelim diyor, biran ona neler olduğunu anlatsam mı diye, nasıl yani bütün bunlar rüya mıydı diye düşünüyorum kendime gelemiyorum, susuyorum. Siz gidin ben gelmeyeceğim diyorum, yalnız kalmak, bütün olup biteni hatırlamak, ne olduğunu düşünmek istiyorum. Belki de kızlarla karşılaşmak istemiyorum hemen, bildiğim birşeyi onlara söylememezlik edemiyeceğimi bile bile.

Hiç kımıldamadan sıramda, elim çenemde, gözüm dışarda onu, yani 35 yaşımdaki beni, den'i düşünüyorum. Nasıl rahat, heyecanlı, hareketli, neşeli olduğunu; sinirli olduğunda korkutucu gelse de gözüme yumuşak tarafının ne şahane olduğunu... Evet evet sevdim ben onu; rüya mıydı gerçek miydi bütün bunlar bilmiyorum ama büyümekten korkmuyorum.

Zil çalıyor yeniden, ders italyanca, hoca vasapolo; yeniden den geliyor aklıma, ne super konuşuyordu italyancayı, keşke ne zaman öyle konuşmaya başladığını sorsaydım, zira bu sene bu dersten bu kadın beni bırakacak diye dertlenmeye başlıyorum yarım yamalak.

22 Nisan 2010 Perşembe

mesaj mesaj...


Aç gözünü, al mesajı, düşün bir iki dakika cevap ver, gönder, sonra da uyu uyayabilirsen ya da kalk kalkabilirsen yataktan! Ama mesajlar gelmeye başladı ya, keyifliyim, garip bir şekilde dışardan öyle görunmese de keyfim yerinde...

Garip bir yorgunluk var üzerimde, sanki üzerimden kamyon çekmiş gibi anlamsız ve sebepsiz bir yorgunluk. Acaba diyorum bu çekik gözlü, dünyanın en komik ve şeker bebeği deniz'in gelmesine kadar kendimi çok sıktıkm da gelince bir kendimi bırakınca, yorgunluğum mu çıktı su yüzüne... Anlamadım! Zorlamıyorum bugünlerde kendimi çok, koşturmuyorum deli gibi, sakinken ortalık, herşeyde yolundayken, yokken de kimsecikler etrafta zorlamıyorum. Istediğim zaman kalkıp, istediğim saatte gidip ofise, birkaç saat yoğun çalışıp geri dönüyorum eskisi gibi suçluluk hissetmeden.

Yorgunum ama rahat içim ama nedense yüzüm bir ciddi, garip bir şekilde. Anlamadım!

21 Nisan 2010 Çarşamba

Un Colpo All'anima



Bazen beklediğin beklediğin gibi gelmez, bazen istediğine istediğin şekilde sahip olmazsın; bazen bir şarkı koyarlar önüne sadece sen anlarsın ne demek istediğini. Yeter mi peki? Ben bilmiyorum ama ansızın çarpan kalbimi ve beynime sıçrayan kanı sakinleştirdiğine göre belki de yetiyordur. Yoksa benim gibi tesadüf diye bir şeyin varlığına dair inancın, küçücük bir jest günü kurtarmaya belki de yetiyordur.
Peki her karşına çıkan sorunun cevabını biliyor musun? Ben bilmiyorum ama bulana kadar yılmıyorum, bulmaya çalışıyorum.

"Non ti sai nascondere per bene; quante volte sei passata, quante volte passerai? E ogni volta e' sempre un colpo all'anima "

20 Nisan 2010 Salı

D90


Bu beyin düşünmekten, fikir, fırsat üretmekten hiç vazgeçmez ya, aylar öncesinden kafasına koymuş, daha önce hiç gitmediği, görmediği, her yerden farklı olduğuna inandığı Japonya hakkında neredeyse sadece bunun için heyecanlanır olmuştu; yine kimseye çaktırmadan, sessiz, usulca...

Yaptı da yapacağını; varır varmaz Tokyo'ya, atar atmaz kendini sokaklara ilk önce gitti, buldu, aldı Nikon D90'nı...

Kendi için değildi telaşı, kendi için değildi bütün bu uğraş, zaten kendisi için olsa ehli keyif, tembel turist   takıp da diğerlerini peşine, bekletmek adına onları saatlerce uğraşmaz, amannn boşver çıkar elbet bir yerde karşımıza der kestirip atardı.

Ama onun için iki eli kanda olsa farketmez ya, yaptı yapacağını, aldı, rahatladı. Şımarık ve rahat da bir  ruhu var ya, almışken bari burada ben kullanayım dedi, açtı bir güzel ve alınca makineyi eline birden içinde gizli kalmış turist hortladı, ortama uyup bir japon gibi her gördüğünü resimledi, inanılmaz ve binlerce fotograf çekti.
Ve sonunda olan oldu; cüssesi küçük hacmi büyük bu kalp makineye aşık oldu! Gitti geldi, vermesem mi acaba dedi ama kalbindeki diğer aşk öylesine kocaman ki, bir koltukta iki karpuz olmaz, bu kalp iki aşkı birden taşıyamaz dedi. Hem o bunu çok uzun zamandır istiyordu dedi, görünce kimbilir neler hissedecek diye hayal etti, aldığı andaki yüzünü gözünün önüne getirdi, büyük aşk küçüğünü yedi, makineyi gerçek sahibine teslim etti; kendisi değilse bile kendi kokusu ile birlikte.

Altüst etti tabii; amaç o değildi ama durgun suları yine dalgalandırıp, karşısındakini altüst etti, ne yapacağını şaşırttırdı, elini ayağını karıştırttı, kapamakta becereksiz olduğu kapıyı bu sefer kendi kontrolü dışında açtırdı ona.


Sordu bilen birkaç kişi, amaç ne diye; belki de çok seveceğini ve hep kullanacağıni bildiği birşeyin ondan olmasını istemekten ve ben nerede olursam olayım sen de benimle birlikte dünyayı geziyorsun demekten başka bir amaç yoktu.

Karşılığında ne mi oldu peki?

" sei una persona moltooooo specialeeeeeee.
........................................................................
........................................................................
ti mando un bacio tormentato come me........"



17 Nisan 2010 Cumartesi

Nihayet


Çok bekledik, çok heyecanlandık, çok gözyaşı döktük ilk karşılaştığımız andan itibaren ama hepsine değdi. Yumuşacık, rüya gibi, tam hayal edilen gibi birşey çıktı ortaya.

Deniz bahar yağmurları ile, bereketi ile, güzelliği ile bu sabah 08.40 da dünyaya gözlerini açtı. Simsiyah ve upuzun saçları, pembe beyaz cildi ve şaşılacak şekilde çekik gözleri ile ilk görüşte hepimize kendisini aşık etti.
Herkes birine benzetmeye çalıştı ama ben kimseciklere benzetemedim, sadece çok şeker ve inanılmaz olduğunu düşündüm.

Acayip bir bebek, acayip acayip acayip bir bebek. Laf istiyor, konuşunca susuyor, sana cevap veriyor kendi dilinde. Kimden aldığı belli olmayan çekik gözlerini açıp kocaman etrafa bakıyor, kim bunlar, nereden çıktılar der gibi, tanımaya çalışıyor. Anasının memesinden hiç ayrılmak istemiyor, daha havada kapıp memeyi cork cork emiyor seni hayretler içinde bırakarak.
Tenine dokunmaya kıyamıyorsun ama öylesine yumuşak ki dokununca bırakamıyorsun, kokusu öyle güzel ki içine çekiyorsun ama doyamıyorsun, kaşık kadar suratını avuçlarının içine alıp sıkmak, içine sokma istiyorsun. Hap kadar, göğüs iğnesi gibi, kafayı yaslayınca omzuna ondan hiç ayrılmak, yerinden kıpırdamak istemiyorsun; orada onun ile kurduğun kontakta kalmak istiyorsun sonsuza kadar, başka hiçbir yerde olmak istemiyorsun, başka hiçbir şey düşünmüyorsun. Büyülü gibi birşey yani, yumuşacık, rüya gibi, inanılmaz.

Tanrım seni onu sakın; tüm kötülüklerden, hastalıklardan ve nazarlardan koru!

DENIZ'e Birkaç Saat Kala


Zaman o kadar çabuk akıp gidiyor ki, nasıl bekleyeceğiz bunca ay derken, o bir doğuracak ben 9 doğuracağım bu gidişle diye kara kara düşünürken, hergün annesine baktığımda karşımda bir mucize var diye aklımdan geçirirken zaman akıp gitti hiç farkettirmeden ve deniz ile buluşma zamani geldi, çok değil artık 6-7 saat sonra onun ile tanışacağız; nihayet deniz duvardaki yerini alacak, taşlar biraz daha oturacak, aile biraz daha büyüyecek, sevilecek, kollanacak biri daha olacak, sorumluluklar bir gıdım daha artacak, herkese neşe ve bir sürü mutluluk gözyaşı getirecek.

Çok heyecanlıyım. Diğer üçünde olduğu gibi onu gördüğüm anda kontrolsüz bir gözyaşı seline kapılacağımı biliyordum ama bu kadar heyecanlamayı beklemiyordum. 9 aydır normal bir ruh hali ile beklerken ve annesine mukayet olmaya çalışırken kendimce sakin sakin, son haftalarda bu heyecanın beni sarmasını gerçekten beklemiyordum. Huzurlu ama çok heyecanlı ve nasıl birşey çıkacak merakı içerisindeyim.

Pembe-beyaz pamuk gibi birşey olarak hayal ediyorum onu; tuttuğunu koparıp, dünyaya meydan okuyan annesinin, bu 9 ay boyunca içindeki bütün yumuşaklığı ve duygusallığı su yüzüne çıkarabilecek kadar sevgi dolu; annesinin doğumundan üç gün öncesine kadar çalışmasına izin verecek kadar uyumlu ve sosyal; ismini aldığı gibi, onun ile ilgili herşeyi, son dakika bile olsa, su gibi akıtacak kadar şanşlı olduğunu hayl ediyorum.
Güzel, yumuşak, kendini sevdiren bir bebek olacak diye hayal ediyorum.

Isimler büyülüdür.
*Isim dediğin, Hz.Adem'den bu yana, kendini taşıyanı kah usul usul yoğurur, kah efsunlu iplerle sıkı sıkı bağlar.*
O da isminden alacak birşeyler. O da benzemese de birebire ona, ismini aldığından birşeyler alacak.

Çok sevilecek, çok korunacak, en iyisi verilmeye çalışılıp, bilinen en iyi şekilde büyültülecek. Saçının bir teli için dünyayı ayağa kaldıracak bir sürü insan olacak çevresinde ama şımarık olmayacak.

Umuyorum ki upuzun, güzel bir hayat olacak önünde canımın içinin; şimdi onun için ( senin için kuzucum ) dünyaya rahat, telaşsız, huzurlu gözlerini açmasını diliyorum. Annesi,babası ve bizlerle uzun uzun mutlu ve çok sağlıklı bir hayat sürmesini diliyorum; bizler kadar şanslı olmasını, hayat ile ilgili zorlukları ve acıları cok ileriki yaşlarında yaşamasını diliyorum.
Içinden gelen sesleri dinlemeyi, ona güvenmeyi erkenden ögrenmesini, hayatta ne yapmaktan hoşlandığını çarçabuk keşfetmesini ve onun peşinden gidebilecek kadar özgür bir ruha sahip olmasını diliyorum. Insan olmasını, kalbini sabah gözlerini açtığı kadar temiz tutabilmeyi, onu yorucu ve çirkin duygularla kirletmemesini diliyorum. Dünyaya farklı gözlerle bakabilen, girdiği yaşantılarda fark yaratan, girdiği odaya ışık saçan biri olmasını diliyorum. Sevmeyi ve sevdirebilmeyi, paylaşmayı bilen biri olmasını diliyorum. Karşısına çıkan, yolu kesiştiği yardımına ihtiyacı olan herkese yardım edecek kadar yüce gönüllü olmasını diliyorum. Onun hep doğru insanlarla karşılaşmasını, onları seçebilecek kadar gönül gözünün açık olmasını diliyorum. Annesini geleceğini haber verdiği ilk günden beri çok mutlu eden bu bebeğin, hayatı boyunca buna devam etmesini, hayırlı bir evlat olmasını diliyorum

Canımın içi, bir tanem, o kadar heyecanlıyım ki şuanda sana hitap edecek doğru şekli bulamıyorum ama; çok değil birkac saat sonra aramıza, bu dünyaya açacaksın gözlerini. Senin için herşeyin en güzelini diliyorum ama en büyük dileğim; içinde getirdiklerini unutmaman ve bu uzun macera boyunca onlar ile yollarını kolay kolay bulup, keyifli yolculuk yapman.

Hadi gel! Sen hazırsın, heyecanlıyız ama biz de hazırız, seni bekliyoruz. Hatta ben eğer kılıç izin verirse seni duvarının hemen dışında bekliyor, belki de birkaç sonra sana merhaba diyecek ilk kişi olacağım. Ağlıyorsam da korkma sakın, sadece mutluluktan ve heyecan olacak!


*Pinhan- Elif Şafak

15 Nisan 2010 Perşembe

Eve Dönüşte "Bekliyorum"


Ne zor iş beklemek...Hele hele kanı kaynayıp, kafaya koydu mu birşeyi, şip şak yapmaya alışkın, benim gibi genel olarak sabırsız, heyecanlı bir tip için çok daha zor. Ama iyi idare ediyorum; son günlerde hoşuma gitmeyen büyümenin getirdiği birşey olsa gerek. Bekliyorum kendi içimde, olana kadar olması gereken şey bin senaryo ile süsluyorum, arada bir sabrım tükenir gibi olup içten içten kızıyorum ama yine de iyi idare edip huysuz huysuz dolanmıyorum ortalıkta. Söylenmiyorum, acısını başkasından  çıkarmıyorum, milletin başının etini yemiyorum, fikir sormuyorum.
Neredeyse kimse, bırak neyi olduğunu, beklediğimi bile bilmiyor. Bilen iki üç kişi de sükunetime şaşırıyor, ağırlaştın sen, nasıl yapabiliyorsun diyor, gülümsüyorum ama cevap veremiyorum; işte büyüdüm herhalde diyorum ve sadece bekliyorum.

Sabah gözümü açtığım andan itibaren başlıyorum üstelik; bin ayrı insan ile görüşüyorum, iş yapıyorum, yollar yapıyorum uzun uzun ama aslında ben sadece bekliyorum. Onlar beni onlarla zannediyorlar oysa ben gözüm telefonda, aklım bambaşka bir yerde, ümitle ve ümitsizce bekliyorum. Gülümsüyorum, şakalaşıyorum, seviniyorum söylediklerine, tepki veriyorum canlı canlı ama aslında bu olanlar olmasa da olur diyorum kendi kendime...

Bugün eve dönerken de diğer günler gibi bekliyordum, Istanbul'dan ve olduğum yerlerden kopuk. Bugün eve döndüm, sadece deniz için; ama onun gelişi olmasaydı ve dönmeseydim de bugün çok farklı olmayacaktı; çünkü yine bekliyor olacaktım, kafamda binbir senaryo ile...

14 Nisan 2010 Çarşamba

MESTRE'de doa...


Uzun, çok uzun yıllar, 20 yıl kadar uzun yıllar önce bir kere gelmiştim Mestre'ye, Venedik'e giderken. Uzun, çok uzun yıllardır görmüyordum doa'yı; konuşuyordum, haberlerini alıyordum ama görmüyordum.

Rapallo dışında genelde hiçbir yerde bir geceden fazla uyumayı tercih etmediğimden, çok sık da geliyor olsam bir türlü buluşamadık yıllar içerisinde bu geceye kadar.

Bu gece Mestre'yi tanıdım, yoksa da etrafta romantik binalar gayet yaşanası göründü gözüme. Bu gece doa'yı tanıdım, çocukluğundan beri tanıyor olmama rağmen. Bu gece herşeyden konuşarak çok keyifli bir akşam yaşadım. Doa'da crown'dan tanıdık heyecanı, üzerinde taşıdığın Istanbul kokusuna hasret gözleri gördüm, içime sokmak istedim.

Uzakda yaşamak böyle birşey işte; uçak ile 2 saat mesafede de olsan, bulunduğun ülkenin diline hakim de olsan, geri bıraktığın 15 senenin sonunda kendikilerinden çok onlara benzemeye de başlasan, sana şehrini anımsatan herkesi ve herşeye kucak açıyorsun sevgiyle. Ateş'in deyimi ile tam bir "toprak özlemi" yani...

Çok şahane bir yemek, çok şahane bir sohbet, çok güzel bir akşamdı işte, fazla söze gerek yok. Ne güzel söyledi, çıkmadan hemen önce barda son tekini atarken; " Tanrı sağlık versin, çalışalım, para kazanalım ve mutluluk için harcayalım" ...

13 Nisan 2010 Salı

MILANO-RAPALLO-MARANELLO-SCORZE'

Saat 05.30 da başlayan koşuşturmanın ilk 5 saatini hatırlamıyorum. Uyuyarak yaptığım duşu saymazsak, yataktan arabanın arka koltuğuna doğru süzüldüğümü, Mauro'nun düşünüp getirdiği yastık ve battaniyeyi görünce sevindiğimi hatırlıyorum ama gerisi yok tabii. Bir gözümü açtım, Rapallo gişelerindeydik, zorladım etrafa bakınayım diye ama 2 dakika için alarm kuran ben tabii ki beş dakikalık yolum olduğunu bildiğinden boşverrrr yat yeniden dedi, devrildim. Gerçekten beş dakika sonra bırakmam gereken paketi o uykusuzluğa rağmen kimbilir ne ümitlerle bıraktıktan sonra, girdiğimiz noktaya tam 12 dakikada ulaşip, Rapallo gişelerini çıkarken yine dalmışım. Ikinci kere açtığımda ise Maranello'ya gelmiştik, saat 10.15 idi, artık uyanma vakti idi.

Uga'yı gördüm son kez eski firmasında, yeni yerine uğurladım kocaman sarıla sarıla. Akşamında yeniden yollar yollar, yollar boyunca telefonlar, heyecanlı bekleyiş, heyecanlı bekleyişin arkası yarına dönmesi, michi'nin dedikoduları, mr.italy'in komik hikayeleri, amour'un bir türlü çözümlenmeyen dertleri derken Scorze'...
Scorze' de hoşuma giden Antico Mulino oteli...Ikinci kez kalıyorum, sevdim ben burayı. Yıllar yıllar önce geldiğimde bir tek Albergo Centrale vardı bu civarda; o hala var gerçi ama allahtan yenileri de yapılmış da güzel odada, hızlı internetimle bütün günün, yolların ve heyecanın yorgunluğunu atabiliyorum...

Bugün kopuktum Istanbul'dan...

Banane


Ne şahane bir çocuk, ne şahane bir genç kızdım ben; sadece hislerim ile hareket eder, geçiyorsa gönlümden birşey fazla hesap kitap yapmaz, direk uygulardım. L.buddha vardı o iş için, bilsem de özünde doğru değil yaptığım, mantık tarafımı o üstlenirdi. Şimdi yaptığı gibi sabırla dinler, sabırla anlatır, ümitsizce ikna etmeye çalışırdı ama ben yine bildiğimi okur, kalbimden geçeni yapardım. Hata yapardım ama sevabı da günahı da benimdi işte, sonunda keşke demez, mızmızlanmazdım hiç.

Ne zaman büyüdüm ben Allah aşkına, büyürken hangi dönemde doğruyu, yanlışı ögrendim de diğerleri gibi hayatıma soktum? Niye soktum ? Kim ne yaptı bana?

Şimdi çok içten gelerek, üstelik çoktan yapılmış birşey için, olsun mu olmasın mı diye günlerce düşünür buluyorum kendimi. Fikir soruyorum, her konuşmada niye ise gönül sesimi uzaklaştırıp mantığımı duyuyorum.

Sıkıldım ben büyümekten, yeter bu kadar, büyüdüm yeterince, daha fazlasına gerek yok bence.Kazık da çakmak istediğimden dünyaya, durmak için iyidir bu yaş. Mantık dediğin tuzak. Geliyorsa içten birşey, gönülden yapılıyorsa birşey yapılsın, fazla tartmaya biçmeye gerek yok. Amour söyledi ben dinledim. Sonra açtım ağzımı, hak verdi :)

12 Nisan 2010 Pazartesi

Bir THY Klasigi


Kostur kostur getirip su kapiya sonra da bekletmiyorlar mi, sasiriyor insan. Yine bir THY klasigi, rotar var. 20:45 de kalkmasi gereken ucaga 20:43 itibari ile gecebilmis degiliz. Sorun ettigimden yazmiyorum, Ben her zamanki gibi bu durumlarda rahatim,sinir yapmiyorum aksine cok egleniyorum.
bu sene ucaga binme oncesi rituellerime bir yenisini ekledim;mutlaka aranacak olanlar araniyor tabii ama bir de SMS listesi olusturdum ki her mesajda, birazda ceneler dusuk, zamanlar musait ise zivanadan cikiyoruz. Eglendirdiler beni bu aksam cok, gulduk hep beraber..

Iste simdi gercekten gidiyorum. Milano beni bekler!

Gitmeden Hemen Once ≠ 9

Dün bir yaşını dolduran deep'in doğumgünü partisinden ağzım yırtılacakmış gibi esneye esneye çıkmama ve uykumun erken gelmiş olmasına rağmen, girince yatağa düşün düşün uyuyamadığımdan ve o kadar düşünceden sonra sabahına düşünecek başka birşey kalmadığından içim boşalmış bir şekilde oturuyorum yine burada.

Çok düşündüm gerçekten dün gece, sonra heyecanlandım, sağa döndüm olmadı, sola döndüm olmadı. Ortada elle tutulur bir mesele var mı peki? Tabii ki yok ama olsun, tabiat böyle, hayal kurar kurabildiği kadar, sonra abartır kendi söyleyip kendi gülen misali heyecanlanır.
Bugünlerde bir yaramazlık var üzerimde, çok gülüyorum kendime. Komik şeyler yapıyor, komik şeyler söylüyorum, herkes ile birlikte eğleniyorum.

Ama yine de şuanda gerçekten içim boşalmış durumda adeta; boş boş etrafa bakıyorum.
Çok komik; latin kökenli veya ingilizce olmayan, dolayısıyla anlayamadığım tüm diller bana çok saçma, sanki uydurma gibi geliyor. Sanki yanımda ciddi ciddi ifadeler ile konuşan koca koca insanlar, ilkokul zamanlarımda çimenser a. ve kıvırcık e. ile sık sık oynadığımız yabancı dil konuşuyormuş numarasını yapıyor. Ne salaktık tanrım, girerdik seceremizi bilen bakkala, sanki ilk defa oraya girmişiz, sanki bizi tanımıyormuş, sanki bir de üzerine yabancıymışız numarası ile saçma sapan kelimeler ile ciddi ciddi dialog kurardık birbirimizle havalı havalı.

Dünyada ne çok insan, ne çok cins insan var...Bunu dile bağlı olarak söylemiyorum tabii, şöyle kafamı kaldırıp da etrafıma bakınca aklıma düştü birden. Herhalde her milletten insanı, her cinsten insanı birarada göreceğin ender yerlerden biridir havaalanı. Garip bir yer yani. Hayatında hiç tanımadığın, senden binlerce binlerce km uzakta, kimbilir neler yaşayan ve bir daha hiç görmeyeceğin insanlar ile aynı çatı altında zaman geçiriyor, aynı kapalı kutuda aynı kaderi paylaşıyorsun, aynı yemekleri yiyip, belki de aynı şeylere kızıyorsun ve sonra ayrılıp varlıklarından bile haberdar olmuyorsun.
Rastlantıya inanmıyorum ya ben, o zaman bu insanlarla aynı odada ve uçağa bineceklerimle ucakta aynı havayı soluyor olmamda bir sebep olabilir mi?

Neyse ben son günlerde rüyalarda uçuyorum zaten, bir de bu yorgun kafayla böyle mevzuuları düşünerek kendimi yormanın manası var mı ? Yok tabii...

Heyecanlıyım itiraf ediyorum. Kalbim de küt küt atmıyor desem yalan olur. Sebep oraya gidiyor olmam değil, zira alakası yok, çünkü oraya gitmeyeceğim. Ama heyecanlıyım. Heyecan iyidir..

11 Nisan 2010 Pazar

Olağandışı ama Güzel...


Önceden programları, atacakları her adımı belirli turlar ile gezmek ile çok tecrübem olmadı benim.
Bu yaşıma kadar topu topu iki kere tur ile bir yerlere gittim ve hatırlıyorum da gittiklerimde de doğru düzgün onların sana sundukları programların hiçbirine uymayıp, canım nasıl istiyorsa öyle gezdim.
Zor bir olay tur ile bir yerlere gitmek, benim gibi tatilde zaman kavramını unutmak isteyen, kurallara bağlı kalmak istemeyen, yeni bir yere gitti diye sanki her an birşeyler kaçırıyormuş telaşı ile oradan oraya koşturmayı zevk olarak tanımlamayan biri için. Zor bir sürü insan seni beklerken, ne yapalım canım biraz beklesinler diyemeyen ve söylenen saatte illa orada olmak zorunda olan biri için. Bekletmekten nefret eden ama bekletilmeye de bir o kadar tahamül edemeyen biri için.
Tanımadığı ve muhtemelen o zaman diliminde ortak bir dil bulup da eğlenilse bile bir daha asla biraraya gelmeyecek insanların nedense her tatilde dırdırını, memnuniyetsizliğini, herşeye burun kıvırıp, gereksiz yorumlarını dinlemek bana göre değil. Onun içinde en güzeli atlayıp uçağa, kaybolmak sokaklarda, rüzgar nereden eserse, paşa gönül o anda ne yapmak isterse onu yapmak güzel olan. Yorgun musun, uyumak otel odasında birşeyleri kaçırıyorum telaşı olmadan, gelemeyecek bile olsan bir daha geliriz nasıl olsa bir daha edasıyla. Tatil yapmak doya doya, keyfini çıkarmak, mümkünse fiziksel de olarak ama asıl olan beyinleri dinlendirerek geri dönmek güzel olan.

İşte Japonya'ya da bu kafa ile gidecektik ancak hasansan ve kazumi dediler ki Tokyo'da bildiğin gibi yap ama Kyoto programımıza katılsan iyi olur, gerçek Japonya orası, orada bizimle gezmek farklı olacaktır. Sonuçta bu bir tur değildi, ben tanımasam da gidenlerin hepsi arkadaştı, hasansan ve kazumi sadece arkadaşlarına özel bir program yapmışlardı, mantıklı geldi, olur dedim.
Dedim de dedikten sonra beş para almadan herşeyi organize eden bu super insanın Kyoto programı gerçekten zengin, gerçekten turist olarak giderek yapılamayacak kadar enteresan ama gerçekten saati saatine belirgindi. Bu programda herkes birbirine uymak zorunda dediler, ona da ok dedim.
Dedim de dedikten sonra beş dakika geç kalacağım, bekleteceğim insanları, ben bekletmezsem bile crown'lar bekletecekler diye stres de olmadım değil hani. Çok eğlendim, çok şahane bir seyahat yaptım, asla ve asla tek başıma gitsem bulamayacağım yerlerde kaldım, bulmuş bile olsam adlarını asla rezervasyon bile yaptıramayacağım yerlerde yemek yedim, iyi ki onlara katıldım ikinci ayakta ama bir kere daha anladım ki toplu hareketler, planlı programlı işler bana göre değil.

Öylesine değil ki dün gece bile rüyama girdi; panik yaşadım...

Japonya'dayız, Kyoto'da galiba; saat 13.00 de hareket etmemiz gerekirken hasansan dua etmesi gerektiğini söylüyor. Kazumi elleri hazırladığı parlament mavisi parlak ipek bohçaları kapatıyor, osegaki yapıyor hiç görmediğim bir şekilde. Bunu yapabilmen için ileri seviyede olman gerekiyor diyor hasansan bakışlarımı farkedince ve gidiyor. Aklıma gece yatmadan önce yapacağımı söylediğim şeyi yapmadığım geliyor. Hasansan giderken birden budist bir rahip mi oluyor yoksa hızla geçen arabaların arasından bir budist rahip mi beliyor anlamıyorum ama fotografını çekiyorum ve inanılmaz güzel bir fotograf oluyor, herkese gösteriyorum, hayran oluyorum.

Saat 13.20 hasansan döndüğünde, tam otobüse doğru hareket ederken herkes ben tuvalet gitmem gerektiğini söylüyorum, söylenmeye başlıyorlar, ben de o zaman aslında 13.00 de hareket edecektik ama şimdi 20 geçiyor, bir dakika daha beklesek birşey olmaz diyerek gülüyorum.
Yolun karşısına geçip de yukarı çıktığımda bir otel odasında buluyorum kendimi ve birden sabahtan almam gereken bavulllarımı almadığımı farkediyorum, kendime şaşırıyorum. Tam bavulları yerlerinden almaya kalkınca birden dışarda bıraktığım eşyaları görüyorum, o sırada bir otel görevlisi girip içeri odayı boşaltmam gerektiğini bildiriyor, iki dakika sonra çıkacağım derken, hayır diyor hemen, odanın sahipleri geldi bile diyor. Oda birden koridorlu üç odalı bir ev oluyor, çocukluğumdan çimenserlerin evi gibi, koridorda yürüyüp yeni müşterileri görüyorum. 3-5 yüzü asık, karanlık rus adam kendi dillerinde konuşurlarken, ben bavul topluyorum hemen çıkacağım diyorum ingilizce, patronları olduğu belli diğerlerine göre daha sempatik ama yine de korkutucu tip rahat ol, önemli değil diye cevap veriyor bozuk bir ingilizce ile.
Hemen odaya dönüp hızlı hızlı toparlanmaya çalışırken, dışarıda bıraktığım eşyaların ne kadar çok olduğunu görup hem şaşırıyorum hem de panik olup crown'u arıyorum, benim bavullar hazır değil , hasansan'a söyle 5 dakikaya daha ihtiyacım var diyorum, ben söyleyemem sen söyle diyor, yardım istiyorum.
Sonra birden yeni arkadaşlarım yaseminab.,tülay ab., crown, rey hepsini odamda buluyorum. Bir yandan dalga geçiyorlar benimle birden yardım ediyorlar toplanmama. O kadar çok eşya varki, her elimi attığımda şaşırıyorum, yüzlerce rengarenk yüzük, takı var. Önce tek tek koymaya, sonra toplu halde çantaya sıkıştırmaya çabalıyorum. El çantamı alıyorum elime, içinden sular damlıyor, damlalar sızıntıya, sızıntı daha şarıl şarıl akmaya dönüyor, içinden bir şey çıkarıp kapaklı, çantayı sıkıyorum, tüm suyu bir anda boşaltıyorum. Temiz mi bu su diye bakıyorum, tertemiz olduğunü görüp rahatlıyorum.

veee sıkıntı vermiş olacak bu rüya bana ki gecenin bir yarısı uyanıyorum. Tekrar uykuya daldığım da ise daha da komik bir şekilde, nerede olduğumu anlamadığım bir yerde, bir nehire arabamla atlayıp, atladığım yönün tersine ani bir dönüş yaparak suyun üzerinde araba kullanıyorum. Sonra beni durduyorlar sen kraliyet ailesinden misin diye soruyorlar. Anlatıyorum birşeyler, hiç görmediğim acayip bir yerdeyim, bu zamanda değilim sanki, Pinhan geliyor aklıma, bir sürü güzel ve enteresan birşeyler oluyor ama sabah erken çalan telefon ile uyanıyorum.

Gülüyorum kendi kendime ve bayılıyorum bu fantastik rüyalarıma. Ilkinden gece korktuğumu hatırlayınca da korkacak birşey olmadığına, ayaklarımın altı kaşınmadığından henüz yarın ki yolculuğu ve yolculuk sırasında olacak olağandışı güzel birşeyleri haberdar ettiğini düşünüyorum.

Hadi bakalım, yine düşüyoruz yollara, bakalım neler olacak?

10 Nisan 2010 Cumartesi

NICO


Son zamanlarda, özellikle son bir kaç gecedir hep rüyamda ya yataktan çıkasım yoktu; kimseye söylemesem de, yazmasam da, hatta o hep kızgın ve kırgın ve ben hep aynı kendimi affettirme çabamı farklı farklı sahnelerde yaşasam da o var diye rüyalar aleminde kalmak geliyordu içimden.

Hep iyiye yorarım gördüklerimi, hep içten içe yaşananlar bitmedi hala inancı var ya, son gecelerin de verdiği ümitle, çaktırmadan kimseye, kendime bile, bekliyordum birşeyler olacak diye.

Oldu da gerçekten! Amour'un mesajı arkasından telefonu ile aldım tatsız haberi. Iki senedir SLA adlı, tam olarak ne olduğunu bilmediğim ama gencecik bir adamı bilinci dışında, konuşma yeteği dahil her türlü vücut işlevlerini kaybettirerek bir yatağa bağlayacak ve tek başına hiçbir şeyi yaptırmayarak, yatalak bir şekilde yaşatacak kadar illet olan bir hasatalığa yakalanan NICO'nun dün gece gözlerini kapadığını ve aralarından ayrıldığını öğrendim.

Bir yandan üzüldüm, kendini sadece gözleri ile ifade edebiliyor olsa da nefes aldığı her günün karısı, iki küçük çocuğu ve onun gibi iki senedir her hafta en az iki kere ziyaretine giderek, onu dışardaki yaşantı ile bağlantı içinde tutmaya çalışanlar için bir ümit olduğunu bildiğim için.
Ama bir yandan da çaresi olmayan bu illet ile her günü kimbilir nasıl bir hayal kırıklığı, kızgınlıkla yaşayan bu adamın acıları dindiği için belki de kurtuldu dedim.

Onun anlatıklarından tanıdım Nico'yu, hiç görmedim, hiç konuşmadım. Ne olursa olsun her salı ve perşembe akşamlarını ayırdığından ona, hikayelerini dinledim ve çok düşündüm zamanında. Nasıl birşey yaşıyor olduğunu hayal etmeye zorladım kendimi, karısını düşündüm defalarca kafasından geçebilecekleri hesaplamaya çalışarak. En çok çocuklar yaraladı beni bu hikayede herzaman; kendilerinden bile çaresiz ve ilgiye muhtaç, onlara dokunamayan, onlarla oynayamayan, onları sevdiğini gösteremeyen, hem var olan ama bir yandan olmayan baba ile aynı evde yaşamanın, onları nasıl etkileyebileceğini merak ederek. Babalarında bulamadıklarından ihtiyaçları olanı, nasıl ona bağlandıklarını, her gittiğinde biraz daha kalsın diye nasıl ısrar ettiklerini her anlatığında içim buruldu.

Bugün bir kere daha Nico için üzüldüm, genç yaşında bunları yaşadığı için. Karısı ve o iki küçük yavrucak için üzüldüm, bütün bunları deneyimlemek ve bu acılar içinde yoğruldukları için. Onu düşündüm, onu için üzüldüm; biliyorum ki özünde o da kurtulduğunu düşünüyor, biliyorum ki böylesinin geride kalan en yakınları ve özellikle çocuklar için daha iyi olduğunu düşünüyor, ama yine de biliyorum ki üzülmüştür çok. Onu düşündüm ve üzüldüm, hissebileceklerini bildiğim için.
Telefona sarılıp aramak istedim, söylenecek yoksa da birşey varsa içinde dökmek istediğini dinlemek istedim ama yapamadım; amour kızgındı çok dedi, sinirli ve tek başına kalmak istiyordu dedi şaşırmadım. Rüyamda da hep öyle değil miydi zaten?

Aramadım bugün, yapamadım, bulamadım o gücü kendimde. Yarın...

6 Nisan 2010 Salı

His Hep Aynı

Yeni bir seriye başladım, yeni değil, birkaç zamandır devam ediyor, sanırım bu sabah 3.cüsünden uyandım. Yazmadım daha evvel çok da iyi hatırladığım halde nedense ama verdiği his hep aynı, başrol oyuncusu aynı, mekanlar değişiyor, olaylar değişiyor ama o ve verdiği his hiç değişmiyor.
Japonya'ya gitmeden hemen önce görmüştüm, Japonya'da gördüm ve şimdi de döndükten sonra gördüm.

Istanbul'daydı bu sefer...Benim ile ilgili mi değil mi belli değil..Ilgili değil ama ilgisiz hiç değil. Fotoğraf makinesini alıyorum, 94 adet fotograf, geri vermeyi unutuyorum, amour da var. O bana kızgın gibi, ben tükürdüğümü yalamışım gibi...

Zaten her seferin de aynı olan da bu; o bana kızgın ve kırgın , ben yanaşmaya çalışan. O ilgili ama ilgisiz...

4 Nisan 2010 Pazar

KYOTO - 31.03/03.04.2010



Ben hayatımda hiçbir tatilimde, tekne tatilleri ve eve dönmek üzere havaalanına doğru hareket etmek dışında, sabahın 05.30 da kalkıp da yollara düşmedim, Japonya'ya gelene kadar.

Tanrı gördüklerimizden eksik etmesin, bu günlerimizi aratmasın tabii ama Tokyo'da geçidiğimiz 5 gün sonunda, tabii ki mutluyduk geldiğimiz, gördüğümüz için ama bekliyorsak da hepimiz modern ve kocaman bir şehir ama yine de farklı beklentilerimiz olacak ki hayalimizdeki Japonya'yı bulamadan; çok güzel işte geldik, gördük ama bir daha da gelmesem üzülmem diyerek, kalbim yanımda, fotograf makinem boynumda, sabahın köründe kalkıp bullet train ile Kyoto'ya doğru yola çıktık.

Ben hayatımda, bu kadar saat gibi tıkır tıkır işleyen bir tren sistemi ve isminin hakkını vererek, bu kadar hızlı giden bir tren hakikaten görmedim; daha LA'den yola çıkmadan bu yolculuk için gün sayan ve sabahın körü olmasına rağmen hiç mızmızlanmayan borga'nın heyecanına değecek kadar varmış yani.
Tokyo- Kyoto arası 500 km yi iki saatte, şehirden uzaklaştıkça yeşiller içinde, birgün önce bizi selamlamak için bir an kendini gösteren Fuji dağını bol bol seyrederek, sabahın o saati olmasına rağmen f.rotary grubunun şen şakrak ekibi ile güle eğlene Kyoto'ya vardık.

Ve burada geçirdiğimiz 4 gün boyunca ben hayatımda bu kadar güzel bir yer görmedim. Bir şehir bana, hiç okumadan, araştırmadan da gelmiş olsam, hiç bu kadar hayalimdekini vermedi. Tanrı özene bezene yaratmış, buddhalar korumuş, bastığı topraktan, soluduğu havaya herşeyi tanrı sayan japonlar ise acayip sahip çıkmış Kyoto'ya.
Ağaçları daha dallı, yeşilleri daha bir yeşil, çiçekleri sanki daha renkli; bütün dalları çiçek açmış sakura ağaçları ile dolu sokaklarda gezerken, gözün gönlün onlardan başka birşey görmez oluyor, baharın geldiğini, doğa ananın canlandığını hissedip, kendini iyi hissediyorsun.

Ben hayatımda buradaki kadar güzel bir sunum görmedim, önüme gelen her tabak yemeği bozmasam mı acaba derken bulup kendimi, hayatımda hiç bu kanar yine önüme konan her yemeği yemedim. Bir değil iki değil gittiğimiz her yerde bu kadar iyi servis bulmadım; herşey önüme oya gibi işlenmişcesine zarif, böylesine yumuşak konulmadı.

Şahane idi yani KYOTO; kazumi ve hasansan sayesinde bir turist, özellikle benim ve crown kadar sefa pezevengi ve tembel turistler olarak asla bulamayacağımız, bulsak bile rezervasyon yaptırmakta zorlanacağımız yerlerde, sayıları iyice azalan gerçek geiko ve maiko'lar ( geyşa) ile, mekan sahipleri ile yemekler yiyip, onlar ile sohbet ettik, el üstünde tutulduk, yüzyıllara meydan okumuş herbiri birbirinden güzel ve enteresan tapınakları gezdik, inanılmaz kaplıcalarında banyolar yapıp, yer yataklarında yattık, inanılmaz fotograflar çektik, gecesini ayrı, gündüzünü ayrı güzelliklerle yaşadık.

Bazı şehirler vardır benim için; adımını atarsın ve ben burada yaşarım dersin biraz soluduktan sonra havasını. Bazı şehirler vardır, yüz kere de gitsen yine gitmek istersin ve her gittiğinde aynı zevki alırsın. Tokyo değil ama Kyoto işte o şehirlerden biri benim için; Tokyo'ya değil ama ben Kyoto'ya yine giderim, yine giderim ve hatta gider 7 gün boyunca Sumiya Kiho-An otelinden çıkmadan bedenimi ve zihnimi dinlendiririm.


ps: super makine D90 ile çektiğim şu fotografları buraya koyacağım diye youtube'da birşeyler yükledim ya, inanamıyorum kendime :)