30 Mart 2010 Salı

TOKYO



Çok özel bir zamanda, sakuraların açtığı, Japonya'nın tatil olduğu bu dönemde, ne şehrin büyüklüğü, ne kalabalıklığı, ne trafiği, ne kargaşası ne de ihtişamlı binaları şaşırtmadı beni Tokyo'da insanlarının şaşırttığı kadar.

Tokyo renkli ama insanları inanılmaz. Sokak ortasında dur ve akın akın gelen insanlara bak, hiç sıkılmazsın, zamanın nasıl aktığını bile anlamazsın. Ben de aynen öyle yaptım, crown girdikçe mağazalara kapısında bekleyip şuursuzca fotograf çektim, çok keyif aldım!

Tokyo renkliydi, biz eğlendik eğlenmesine ama gördük, gidiyoruz; belki bir daha hiç gelmem, gelemezsem de çok üzülmem!

28 Mart 2010 Pazar

SHINJUKU


Dün akşam crown, sinem & borga, dünyanın gerçek anlamda diğer tarafından dolanarak, 12 saatlik uçak ve 2 saatlik son darbe vuruşu otobüs yolculuğu sonunda sürünerek nihayet otele ulaştılar. Kocaman sarıldık birbirimize, hasret giderdik ama onlar yolculuktan ben jet lag'dan yorgun düşüp detayları ertesi güne bırakıp erkenden uykuya daldık.

Bu sabah, ilk defa tokyo sokaklarına daldık. Atladığımız gibi otel önünden renkli taxiye, direk Shinjuku'ya gittik. Ben Nikon D90 almak istiyordum, onun ile ilgili çok hain fikirlerim vardı, ama hazır alacakken bu seyahat boyuncada tüm fotografları onunla çekmek mantıklı olacaktı, dolayısı ile hasansan'ın tavisyesi ile Yodobashi Camera diye 8 katlı, elektronik adına ne ararsan bulacağın mağaza ile güne başlamaya karar verdik...Sonrası kaos, sonrası, içimize işleyen soğuk, sonrası ağzımızı açık bıraktıran enstantaneler.

Tokyo çok büyük, Tokyo çok renkli, Tokyo çok kalabalık, hareketli ve enteresan bir şehir. Tokyo'da binalar kocaman, binalar üzerinde rengarenk panolar kocaman. Tokyo'da yollar geniş, yollar kat kat ama trafik tam anlamı ile bir felaket. Çok araba var, trafik sıkışık çoğu zaman ama kaos yok. Korna çalanı duymadım, yolun ortasında zırt diye duran ve bekleyen arabaların arkasından bile ama koca ve sıra sıra mağazaların önündeki seni içine çekmeye çalışan satıcılar inanılmaz çığırtkan. Bizim kapalıçarsı var ya kapalıçarsı, bu mağazaların yanında süt dökmüş kedi misali.
Şehrin çesitli yerlerinde kalan bahçeler var ama Tokyo yeşil yok. Tokyo'da dolaşırken olmasaymış japonca yazılar dünyanın herhangi bir yerinde olduğunu zannebilirdim.

Tokyo çok ama çok garip yer; teknoloji öncüsü ülkedeki otellerde wifi yok. Neredeyse kimse ingilizce bilmiyor' ama kibarlığından sana yardımcı olmak için dört dönüyor. Tokyo dünyanın herhalde en temiz şehirlerinden biri ama hiçbir yerde çöp tenekesi yok. Belediyeden belediye değişse de bazı sokaklarda dışarıda sigara içmek yasakken, kapalı mekanlarda sigara içilebiliyor.
Tokyo'da turist çok ama çekik olmayan turist neredeyse hiç yok.
Tokyo'da insanlar gerçekten garip, öyle kıyafetler ve öyle makyajlar ile sokaklarda dolaşıyorlarki bir karnaval haftasında olduğunu düşündürüyor sana. Genel olarak kötü giyiniyorlar, genel olarak garip yürüyorlar, genel olarak çok güleryüzlüler, genel olarak çok saygılılar ama yavaşlar; yavaş anlıyorlar, yavaş düşünüyorlar, yavaş hareket ediyorlar.

Shinjuku'da başlayan gün, sokaklar arasında nereye gittiğimizden habersiz dolaşarak geçip etrafa bakınarak ve bol bol fotograf çekerek geçti.
Yodobashi camera dışında hiçbir mağazaya girmeyip, etrafta dolandık bütün gün.
Sadece iki saat önce aldığım kamerayı yere düşürerek lensinin bir parçasının çatlamasına azıcık ama gerçekten azıcık üzüldüysem de genel olarak güzel bir gün oldu.



Akşamında ise bir müzenin cafesindeki gerçek japon mutfağından çooooook enteresan şeyler tattıktan ve  yedikten sonra, Lady Crystal yatch ile nehir de gece turu yaptık. Sağolsun yine hasansan ve kazumi ayarlamışlardı; yazın olsa çok daha keyifli olurdu elbet ama soğukta olsa dışarısı yine şehri birde nehir ortasından görmek, köprüler altından geçmek güzel oldu çok.
Çok köprü var şehirde ama ben en çok Boğazköprü'nü andıran Rainbow Köprüsü sevdim, geçerken altından dilek dilemeyi ihmal etmedim.

27 Mart 2010 Cumartesi

KAMAKURA - ENOSHIMA


Ilk günü dinlenmeye ve kendime gelmeye ayırdıktan sonra bu ikinci günü, crown'larda akşam geç saatte otele varacaklarından, hasansan ve onun arkadaşları f.rotarak grubu ile gezmeye karar verdim.
Doğu'ya gittiğimde jet lag oluyorum ben; şimdi de bir hayli doğuda olduğumdan dün akşam üzeri uykusu sonrası gece bir daha uyuyamamış ve sadece 2 saatlik uyku ile katılsam da hiç tanımadığım 19 kişilik Türk grubuna, haleti ruhiyem yüksek, gezmeye görmeye, tanışıp, sosyalleşmeye açıktı tüm kapılarım. Göreceğim herşey benim için yeni olduğundan, daha öncesi olmadığından, koca şehri tek başıma gezmektense şehir dışına yapılacak bu turda bulunmakta hiçbir sakınca yoktu, beklenti yoktu, beklenti yoksa hayal kırıklığı da olmayacaktı. Her toplu tatil gruplarında olduğu gibi kasan, kıl olan, kendi memnuniyetsizliği ve bıdı bıdıları ile diğerlerinin de tadını kaçıran veya kaçıranlar varsa bile, konuk sanatçı olarak katıldığımdan varsa dertleri dert edecek halimde yoktu.
Benim için hasansan ve kazumi vardı, ben onları takip edecek, bol bol fotograf çekecek, gördüklerim ile kafamdaki Japonya'yı birbirine birleştirecektim.

Işte bu yüzden, sabahın 08:00'de bol şekerli çayımı duyumlarken karşıma çıkıveren, hazır ve nazır çok şeker gelin ile damat ve ekibinin de verdiği neşe ile bindim otobüse ve düştük yollara.

Ekip, yaş ortalaması 50'in üzerinde ve sabahın o saatine nazaran super neşeli, enerjik ve samimi çıktı. Otobüse adımı attığımın 10. cu dakikasında hepsi ile sohbet ediyor, şakalaşıyordum zaten kendilerini ilk cümlede deli ve arlanmaz-uslanmaz insanlar olarak tanıtan bir grup ile benim kaynaşmam sözkonusu olamazdı. Deli deliyi çeker diye düşünmüş olacaklardı ki onlarda, 45 dakika sonra ulaştığımız, şehir içindeki Yokohama'ya vardığımızda beni kendi rötarak klüplerine transfer etmek için ikna etmeye çalışıyorlardı.
Şeker insanlardı yani; neşeli, şakalaşan, şaka kaldıran, gezmeyi, görmeyi, yemeyi, içmeyi seven şeker bir grup.

Tahmin ediyorum Japonya'nın en büyük limanlarından biri olan Yokohama, biz çok fazla vakit geçirmesek de crown'lar geldiğinde mutlaka buraya geri gelmeliyiz diye içimden geçirdiğim, alçak binaların, sakin ama şık mağazaların, çin mahallesinin olduğu sevimli bir yer olarak gözüktü gözüme. Topu topu 20-25 dakikada sadece limanı ve şehri yukarıdan görebileceğimiz tepeye, ağaçların ve yüksek merdivelenlerin arasından geçerek çıktıktan ve çıktığımız süreden daha az vakit orada kalıp, tekrar aşağıya inerek tekrar Kamakura'ya dolu yol almak için otobüslere bindik.

Kamakura, Tokyo'nun güneyinde, verilen bilgilere göre şehirden 1 saatten az ama gerçekte trafikten olsa gerek rahat 1,30 saat veya fazlası mesafede bir sahil kasabası. Samuraylar'ın şehri... Aldım bilgileri bari tam yazayım; 1192 yılında ülke yönetimi Aristokratların elinden Samuraylaræin eline geçince hatta 150 yıl Japonya başkentliği yapmış bir şehir.
Ama başkentlik yapmayacak şehir de değil hani, içinde ve çevresindeki sayısız tapınakları, önemli abideleri, yemyeşil alanları, yollarda bahçelerde sakura ( kiraz) ağaçları ve uçsuz bucaksız kumsalları ile şahane küçük bir şehir.
Yani Samuraylar'ın devri kapanmış, başkentlik payesi alınmışsa da yüzyıllar önce elinden bugün hala Doğu Japonya'nın Kyoto'su ünvanını taşımaya devam etmekte, bana göre de bunu çok da hak etmekte, zira daha şehrin kalbine akıpta sokaklarda serseri mayın misali dolaşarak, hiçbir zaman şahir haritası ile gezmediğimden kaybolmadıysam da, iki gündür trafik yüzünde de arabalarda geçirdiğim saatler boyunca Tokyo ne mimari olarak ne de ruh olarak, diğer metropollerden, New York'tan veya Honk Kong'dan farklı görünmedi bana.


Belki de bu yüzden, bu küçük ama sevimli, renkli ama ahenkli, bol yeşilli, bol tapınaklı şehir bu kadar çok hoşuma gitti. Ilk gezdiğimiz tapınak Hase tapınağı oldu; renkli japon bahçeleri, inanılmaz deniz manzarası, çiçek açmış ağaçları, şahane mimarisi ve içersindeki 721 yılında, 2 milyondan fazla insan tarafından yapılan iki adet devasa Kannon Bodisatva heykellerinden biri ile muhteşem bir açılış oldu. Bu heykel büyüklüğünün yanısıra, Kamakura'dan tahminim 500-600 km uzaklıktaki Nara bolgesindeki Hase kasabasındaki dev bir ağacın gövdesinden yapılmış ve insanları kurtuluşa ulaştırması için dualarla denize atılmış ve tam olarak 15 yıl sonra Kamatura'ya ulaşmış olması ile de çok önemli. Gezmiş dolaşmış, hiçbir yerde durmamış, onca yıl içerisinde kimse varlığını görmemiş ve sonunda bulunduğu tapınağı Kanto bölgesindeki 33 kutsal yerder 4.sü bilinegelecek olan evine ulaşmış yani.


Böyle bir şaşahalı heykel sonrası, daha büyüğü olabilir mi acep diye düşünürken ikinci durak Kamakura DAIBUTSU olunca, gözlerim merakımı gideverdi hemen, zira bu Japonya'daki en büyük ikinci Buddha heykeli idi. 1200'lerin ortasında yapılan ve yıllarca kapalı bir mekanda tutulmuşken, 15.yy daki bir tsunami felaketi ile tapınak yer ile bir oluyor ancak buddha bütün ihtişamı ile oturduğu yerde ama bu sefer açık havada kalmaya devam ediyor. 11,5 metre boyunda ve içi boş olmasına rağmen 120 ton ağırlığındaki buddha'yı yakından görmek ve hasansan'ın extra anlatımları ve derin mevzu sohbetleri hakikaten çok hoştu.


Bu muhteşem ve bol sprituel sohbetli tapınaklar arkasında çiçekli tramvay ile 10 dakikalık mesafedeki ENOSHIMA yarımadasına gitmek daha da hoştu. Samuray'ların ruhları hissediliyor hissedilmesine ama uçsuz bucaksız kumsallar sonundaki küçücük yarımadada şimdi onların yerini yüzlerce yelkenli, yelkenci, dalga ve rüzgar surfçüsü almış. Tepelerinde uçuşan sayısız karga ve ne olduğunu anlamadığım kuşları ile ada minik binaları ile rengarenk göründü gözüme. Ben hiç gitmedim, bilemiyorum ama kimileri Cunda adasına benzetti, ben hiçbir yere benzetemedim ama çok sevdim.
Yarımada gezintisi keyifli, ortasındaki italyan bile olsa öğlen yemeği keyifli, insanlar keyifli, ben keyifli idim.
Bol bol fotograf çektim, bol bol sohbet ettim, güldüm, eğlendim.
Anca dönüş yoluna geçtiğimizde yorgunluğumu hissettim ama nasıl olsa akşam erken dönüyordum otele, nasıl olsa crown'lar gelene kadar ayaklarımı uzatıp, dinleyenecek kadar zamanım vardı, dert etmedim.

Otele dönüşte ise değişen otel odası ile çok daha keyfim yerine geldi. Grand Prince Takanawa'dan Grand Prince New Takanawa'ya geçirdi kazumi bizi ve bu çok daha güzel ve tam bizim istediğimiz gibiydi. Şimdi crown'u bekliyorum heyecanla, bundan sonrası daha güzel olacak inşallah...

26 Mart 2010 Cuma

Japonya'da Ilk Rüya


Rüyalar ile bu kadar alakalıyım ve onların mesaj taşıdıklarına inanıyorum ya, bunun peşi sıra totemlerim de var benim. Mesela ilk defa uyuduğun yerde gördüğün rüya gerçek olur gibi :)

Yorgun geldim otele, yorgunluk kronik bir şey artık benim için ama uzun yol bahanem vardı bugün, geldiğim gibi odaya uzanıverdim rahat yatağa...

Japonya'dayım 11.000 km uzaktayım ama italyanlarım burada da benimle. Hep onlar vardı, tiger da vardı. Sıkıntidaydı, işini kaybetmekten korkuyordu, ben sizin gibi değilim, bu iş benim için çok önemli diyor ve ağlıyordu. Sen delirdin mi tiger diyordum, hatırlasana nelerden geçtim, ne zorluklar atlattım son aylarda ama geçiyor, merak etme diyordum.Ben onu benimle Italya'ya gelmeye ikna etmeye çalışıyor, Moncler satan bir mağaza ile kandırmaya çalışıyordum.
Indas'tan biri vardı, ihsan vardı telefonun öbür ucunda. Kartvizitini verdin mi diye soruyordu meraklı ama birazda kendi işini kaybetme korkusuyla, ben vermem diyordum kimse sormadıkça, kimse istemedikçe seninle çalışalım mı diye de sormam diyordum, şasırıyordu nasıl bu kadar kendine güveniyorsun, nasıl kendini tutabiliyorsun diye.
Leader vardı biraz mahçup, elini kolunu nereye koyacağını bilmez hali ile ama yumuşaktım ben, geçti gitti diyordum. Sonra mr.italy vardı her daim yanımızda. Sonra bir sürüleri daha, kocaman bir alışveriş merkezi kapısında, kocaman bir mağaza önünde duruyor ve konuşuyorduk.

Telefon ile uyandım, hasansan geldiğini bildirdi. Saat 22.00 olmuştu, üşenmedim, indim, yemek yedim onlarla...

TOKYO ile Kavuşma


Biraz gürültülü kalktıysa da koca gövdeli uçak, 11 saatlik uzun yolculuk sonunda gerçekten de kuş gibi konuverdi toprağa. Yolculuğun ilk beş saatini film seyrederek harcadığımdan sonrasında uyuyup, uyanınca sersem gibiydim ama büyük ama düzenli ve hızlı Narita Havalimanında herşey yağ gibi aktı ve indikten 45 dakika sonra kapıda otele gidecek otobüsü bekler durumdaydım.

Ilk şokum hava oldu tabiiki; bu kadar okumayı seven biri olarak dünyanın neresine gidersem gideyim, önden iki satır okuyup da bilgilenmek gibi bir huyum olmadığından ve gittiğim her yerde rüzgar nereden eserse, koklaya koklaya şehirleri tanıdığımdan ve ayrıca uzak olan her yer sıcaktır cehaletimden 10 derece, bulutlu ve keskin soğuk hava suratıma çarpınca üzülmedim dersem yalan olur.

Ikinci şokum ise , sigara oldu. Açık havada bile sigara için kapalı duman odalarını görünce, nasıl yani yaaa oldum. Yorgunluk, soğuk zaten vurmuştu da bu bana yapılır mıydı? Allahın açik havasında, leş gibi kokan küçücük odaya girmek tatsız tabii tatsız olmasına da yapacak birşey yoktu.

Sonrası.... Sonrasında saat gibi tik tak işleyen sistem ile otobüse binip 2 saatte otele vardım. Beni tanıyan ve daha evvel burada bulunmuş herkesin ilk tembihi sakın taxiye binme olduğundan, allahtan söz dinlemişim dedim, çünkü havalimanı gerçekten şehrin çok dışında ve 300 dolar yerine sadece 30 dolar harcayarak otele varmış oldum.

Grand Prince Takanava otelimiz; bu sene her yerde Grand'lardan gidiyoruz. Otel güzel, temiz, tüm merkez istasyonlara yakınlığı sebebi ile yabancılar için çok uygun olduğunu söylediler ama şehire daha henüz çıkmadığımdan nasıl bir semtteyiz anlamadım. Yarın öbür gün şehri koklayınca tam fikir sahibi olacağım ama çok şahane bir japon bahçesi var, onu çok beğendim.

Meğersem acayip önemli ve güzel bir zamanda gelmişiz. Kiraz ağaçlarının çiçek açtığı ve Japonların yeni yıla girdikleri dönemmiş bu. Yol boyunca ve bahçede de gördüm muhteşem çiçek açmış ağaçları ama hasansan havaların bu kadar soğuk olmasından dolayı hepsinin daha henüz açmadığını söyledi. Bilemedim bana bu hali ile bile şahane gözüktü.

Bugünü otelde dinlenerek geçirdim; evet biliyorum sadece bir haftam var, evet biliyorum ilk defa geliyorum ve evet biliyorum kim bilir bir daha ne zaman gelirim ama bu yorgunlukla deli danalar gibi dolanmak bana göre değil. Keyif adamıyız biz. Tanıdı çıkaramadıktan sonra eziyete dönüşüyorsa zevk, zevk değildir.

Bu gece yalnızım, yarın akşam crown, snm ve borga geliyor. Yarın onun için hasansan'lar ile şimdi yine adını unuttuğum samurayların şehrine gidip, bir sürü fotograf çekeceğim :)

7 saat ilerideyim, onun için kendi dünyamdan çok kopuk değilim...En çok doa güldürdü beni " coming soon; Den is in the moon ".... çok şeker...

25 Mart 2010 Perşembe

Gitmeden Hemen Once ≠ 8


Son dakikaya kadar koşturdum, son dakikaya kadar çalıştım, halledip işlerimi, sonunda, nihayet yola düşüyorum.
Kime niyet kime kısmet l.buddha ile planladık, crown ile gerçekleştiriyoruz. Her ikimizde dünyanın bir tarafından dolaşıp, çok değil saatler sonra crown ile buluşuyoruz.

Nihayet bir saat sonra binip o uçaklar arasından en çok sevdiklerimden birine, ayaklarımı uzatacağım, kitap okuyacağım, kimse ile konuşmak zorun olmayacağım, uyuyacağım ve gözlerimi, bizden ve dünyanın geri kalanından bir hayli farklı bir köşesinde Tokyo'da açacağım.

Bir hafta boyunca sadece canımın istediği şeyleri yapıp, canım arkadaşımla hasret gidereceğim, gezeceğim, ögreneceğim, yeni yeni tecrübeler edineceğim.
Tanrı gördüklerimizden eksik bırakmasın, şükretmek lazım; yine öyle bir zamana denk geldiki bu seyahat, istesem başka zaman bu kadar huzurlu ve istekli gidemezdim herhalde.

Yol uzun, hadi bakalım kuş gibi kalkıp, kuş gibi inelim. Keyfimiz yerinde olsun.

24 Mart 2010 Çarşamba

Tam Zamanı

Tam da en cıvcıvlı zamanda gitmek şımarıklık mıdır acaba diye sorgulayıp, kendimi ödevini yapmamış çocuk misali huzursuz yalakarken zaman zaman, şaka değil boru hiç değil tam üç aydır insan üstü bir tempo ile çalıştığımdan, son iki üç gündür yarınki yolculuğun TAM ZAMANI olduğuna karar verdim.

Tam zamanı gitmenin, biraz uzaklaşıp herkesten, herşeyden, kafayı ve enerjiyi toplayıp geri dönmenin. Herşey yerine yerleştirilip, geri dönüşümler için beklenildiğinden tam zamanı gitmenin.
Ofis de oturmaya başlamışken tam zamanı çocuklara biraz nefes aldırmanın, biraz kendi başlarına nasıl hareket ettiklerini görmenin.
Deniz'in gelmesine de çok az kaldığından, tam zamanı şimdi yollara düşmenin.

Nasıl bekliyorum o uçağa binipte saatlerce uyumayı ve bambaşka bir şehirde uyanmayı...
Evet evet tam zamanı dinlenmenin!

visitors; rossi, katyana, nicola (hımmmm!), camellini, lucia, r.ghierghia

23 Mart 2010 Salı

Gamze


Gamze var ya Gamze hayatımı kurtaran kadın oldu yine; ne zaman ne saat istersen "hayır" kelimesini hayatında hiç duymamış gibi ne yapıp edip koşa koşa gelen bu kıza ne desem az gelir herhalde. Türünün tek örneği, çok şeker...
Yine sabahtan akşama hiç vakit olmadığından gecenin saat 11'inde kalkıp geldi de beni yolculuk öncesi büyük bir dertten kurtardı ya diğerleri gibi yılışık, şımarık değil ya, ne desem az gelir az...

Gamze şahane, ghierghia evlere şenlik, hiç halden anlamıyor ama kötü niyetten değil elbet, düşünemiyor, varamıyor.

visitors ; r.ghierghia, lucia, lisa lesbica...

22 Mart 2010 Pazartesi

Eve Dönüşte "Keşke"


Keşke gece adam gibi makul bir saatte uyuyup, iki saatlik uyku ile yollara düşmeseydim de başım çatlayacak kadar ağrımasaydı, gelen rötar haberi bu kadar üzerime basmasaydı.

Keşke burada yaşasaydım; keşke burada yaşasaydım da her geldiğimde buraya illa geri dönmem gerekmeseydi.

Keşke herşey hayal ettiğim gibi olsaydı, keşke senin de kalbinin hayal edilenlerin gerçekleşebileceğine dair inancı olsaydı, keşke tıkamasaydı kulaklarıni, kapamasaydı gözlerini, keşke biraz daha cesaretin, biraz daha inancın olsaydı.

Hadi bakalım uçak seni bekler bayan keşke...Anlaşma mıydık seninle hiçbir keşke kalmamıştı ya?????

21 Mart 2010 Pazar

MINE VAGANTI



Güya 21 Mart, güya baharın ilk günü bugün ama Rapallo şaşırtıcı şekilde gri, şaşırtıcı şekilde yağmurlu, şaşırtıcı şekilde soğuk son iki gündür. Istanbul'dan gelen nefis bahar haberlerinin karşısında her daim güzel olan havanın böyle olmasını herhalde dinleneyeyim, aklım dışarda kalmasına bağlayıp polyannacılık oynuyorum.

Dinlendim hakikaten, bol bol uyuyup, bol bol tembellik yaptım. Bugünse pazar günü, hele hele yağmurlu bir pazarda yapılacak en güzel şeyi yapıp, amour ile Ferzan Özpetek'in son filmi MINE VAGANTI'yi seyretmeye gittim.

Yine şahane, yine sevdiğim Ferzan Özpetek filmlerinden biri. Bu sefer kendi aile yaşantısından tiplere yer vermiş gibi, tüm o başka dilde konuşan, bambaşka bir dünyayı yaşayan insanlar çok tanıdık, çok bizden gibi geldi bana. Büyükanne, hala, baba hepsi sanki uzaklardan buraya taşınmış gibiydi. Garip bir şekilde Serra Yılmaz yoktu bu sefer ama yine Sezen Aksu ile bitirmişti. Sahneler, mekanlar ve müzikler herzamanki tatta ve çıktığın andan itibaren dile dolanır güzellikteydiler. 10 gün önce gösterime girmesine rağmen salonun tıklım tıklım dolu olması ise başka bir keyif verdi nedense. Güzel oldu çok.

Sinema sonrası, cate'yi de alıp La Vedetta'da, onun 16 yaşında olmasına rağmen benim ile aynı hikayelerini dinleyerek ve akıl vererek geçti. Ne güzel konuşuyorum başkalarına, ne güzel akıllar veriyorum. O akılların yarısını kendim kullansam hayat ne kadar kolay olacak ama bol keseden atmak kolay, gel sen o lafları kalbine dinlet kolaysa...Dinlet dinletebiliyorsan belki o zaman bir göründü bir kayboldu, tekrar göründü, bekledi diye kendi kendine anlamlar çıkarmaz, hayatından olduğu gibi çıkarırsın. :)

Sabah saat 05:00 de yollara düşeceğim yeniden, iki saat Milano, oradanda eve, bahara gidiyorum. Hava bozmasa bari...

20 Mart 2010 Cumartesi

FIDENZA - RAPALLO


Küçükken sabahtan akşama tek başlarımıza dolaştığımız ve içeri girmek bilmediğimiz sokaklarda gelen geçen neredeyse herkesi tanır, ismini cismi, ne yaptığını, nerede oturduğunu bilirdik. Yakınından geçene eşşek degilsen selam verir, karşındaki de öküz değilse cevap verip, başını okşar annene-babana selam söylerdi. Haylazlık yaptığın zamanlar için baş belası bir durumdu aslında, haberi senden önce eve varır, akşamında ceza yada uzun bir söylem seni beklerdi ama yine de güvenli idi işte. Yabancı hemen kendini belli eder, konuşulmaması sık sık tembihlenen yabancıların kim olduğunu hemen anlardık.
Korkmazdık sokaklarda dolaşırken, insan bildiği şeyden korkmaz ki; şimdiden farklıydı çok.

Seviyorum Istanbul'u hala, gelişmesinden, değişmesinden memnunum da ama o günleri özlüyorum açıkçası. Sokağa çıktın mı tanınmayı, kendini güvende hissetmeyi özlüyorum. Işte belki de burayı birazda bu yüzden de seviyorum, belki de nerede olursam olayım bitirip işimi, uyumak için bu yüzden de buraya dönüyorum.

Camellini ile halledilen iş sonrası 2 saatlik yolun sonunda vardığımda dün Rapallo'ya, akşam yalnız olacağımı biliyordum. Amour Amsterdam'da, gallo Jakarta'da, mr. italy dağda kayakta, uga Hong Kong hazırlığında, adri ise Parma'da evinde olacaktı. Herkes dönemden kaynaklı dünyanın dört bir yanına dağılmışken burada olacağı kesin tek insan kalıyordu geriye ve o da aranamayacağından, biliyordum akşamı tek başıma geçireceğimi ama camellini'nin ısrarına rağmen biran evvel gelmek, geceyi yine burada geçirmek istedim. Çünkü burada yalnız da olsan, yalnız hissetmiyorsun kendini. Çıktın mı sokağa mutlaka birileri ile karşılaşıyorsun, mutlaka birileri ile sohbet ediyorsun, mutlaka kendini güvende hissediyorsun.
8 senenin sonunda, bilmeseler de çoğu adımı biliyorlar beni. Bilmeseler de tam olarak ne yaptığımı, nereden geldiğimi, ne olduğumu biliyorlar. Istanbul'dan, havalardan bahsedip bana kendini iyi hissettiriyorlar.

Dün gece de otele geldiğimi haber verip, odaya çıkmadan gittiğim Nettuno'nun kapısında anania'lar ile karşılaşıp onlarla yemek yedikten sonra otele vardığımda iyi ki gelmişim dedim.
Bugün ise bütün günü uyuyarak geçirdikten sonra yeniden akşamı yemeği için evlerine gidip, lavinia ile zaman geçirmek iyi geldi, mutlu etti.

Amour bu gece dönüyor Amsterdam'dan. Hazır gallo da yokken sabahtan akşama paşa gönlümüz ne isterse onu yapacağız. Mutlaka sinemaya gidilecek ve hala gösterimde ise tabii ki Mine Vaganti, dönüşünde de sıcak ortamı ve muhteşem ev yapımı makarnaları ve etleri ile gönlümüzün birincisi tabii ki la Vedetta...

19 Mart 2010 Cuma

GItmeden Hemen Once ≠ 7


Yazacak çok bir şey yoktu; hergün bir öncekinden farklı ama bir o kadar da bir öncekinin tekrarı günler geçirip duruyorum. Her sabah zorla, neredeyse sürünerek yataktan kalkıp, kimse o gününün adamı alıp sabahtan akşama toplantılar yapıp, gece yemeklerinden sonra eve dönüp, sadece çalışmak için yaşamıyorumu kendime ispatlamak inadıyla olsa gerek gece geç saatlere kadar kendim ile ilgileniyorum ve bu yüzden her sabah zorla, neredeyse sürünerek yataktan kalkıyorum...Ama keyfim yerinde, mutluyum garip bir şekilde. Devamlı yeni birileri giriyor ofis hayatımıza, bazıları hemen yok oluyorlar ama kalanlardan memnunum..l'ombra son iki haftadır beni en çok güldüren; bilinçli yapmıyor tabii. O kadar çocuk gibi ve o kadar bizim dünyamızdan uzak ki, başkasında kesin kızacağım birşeyde onda kızamıyorum, gülüyorum.

Yoktu bu seyahat hesapta, gelecek haftaya kadar hareket etmeyi planlamıyordum ama arayınca camellini, gelsen iyi olur deyince, hazır THY super bir hareketle Bologna'ya direk de uçuş koymuşken olur dedim, sorun değil dedim, gelirim dedim.. Gideyim tabii ne olacak ? Nasıl olsa bugün gelenler geri dönüyor, nasıl olsa geride bıraktığım yapmam gereken çok önemli bir şey yok. Giderim, yarım gün camellini ile çalışırım, haftasonu burada uyuyacağıma orada uyurum, morali ve sabrı iyice bitmiş amour 'a destek veririm, Ferzan'ın son filmi Mine Vaganti'yi seyrederim, sonra paşa paşa geri dönerim..

Olur tabii, gayet güzel olur...Yorgunum şimdi çok ama bu akşam bir vardın mı odama, yatarım saatlerce , geçer gider...
Hem biraz yalnız kalmak iyi gelir, bu yolculukların en çok bununu seviyorum. Kimse ile konuşmak zorunda olmamayı, oturup köşemde etrafa bakmayı, birşeyler okumayı, birşeyler yazmayı ama istemedikçe kimse ile konuşmak zorunda olmamayı seviyorum.

18 Mart 2010 Perşembe

Ev Gibisi Yok


Yeter her gece dışarıda yemek; sabah hepimiz yola çıkacağız hadi bana gelin dedim kızlara geldiler. Grossi  eskiden beri kendisinden pek haz etmediğimden olsa gerek, garip bir şekilde gelmemiş daha evvel evime. Şimdi de pek bayıldığım söylenemez ama herkes kendi yerini öğrendiğinden beri artık sinirlenmiyorum.
Geldiler, yedik içtik, gittiler. Yine dışardan söylesem de yemekleri, evde olmak, ayakları uzatarak sohbet etmek, gittikleri andan itibaren kendine dönebilmek iyi geliyor. Keşke adam gibi yemek yapsam da bunları her akşam buraya getirebilsem....

visitors; anna, grossi, castiglioni....

17 Mart 2010 Çarşamba

Nereye Bastı ise Artık...


Kişi kişinin aynasıdır, karşımızdakine en çok kendimizde sevmediğimiz özelliğimizi gördüğümüzde kızarız da farkında değilizdir aslında...
Ne oldu da o kadar sinirlendim, nasıl oldu da aylardır koruduğum sükunetimi aldı götürdü benden bilemiyorum ama sınırı aşmış, saygı sınırını paramparça edip, patavasızca kurulan cümleler birden baştan aşağıya titretdi bedenimi. Haklıydım haklı olmasına da bu kadar tepkisel sinirlenmek niye? Hangi noktaya bastı bilmeden leader ?
Sabahtan beri düşünüp duruyorum, yaptıklarının yada söylediklerinin hangi birisini yapıyorum farkında olmadan diye ama bulamıyorum. Patavatsız değilimdir ben, başkasının özeline dangadanak girmem destursuz, sınırı aşan şakalarımı yanımızda kimse yokken yaparım, yüzler değişirse dururum uzatmam da o halde neden o kadar titredi bedenim bu şuursuz kelimeler karşısında, neye bastı bilmeden?

Altı boş bazı lafların, ağır abi pozları işlemiyor herkese, yalayacaksan sonunda tükürdüğünü dinleme egonu, boşuna kırma kalpleri diyorum da bile bile karşındakini ben niye bu kadar sinirleniyorum. Kızgınım çok, biliyor da kendisi, özrünü etse de yarım ağız bu sefer çok kızgınım. Yaş kemale ermiş artık, nerede ne laf edeceğini, ne zaman konuşup, ne zaman susacağını bilmek lazım.
Bastın birşeye, bulamadım da ne olduğunu zira ben sen gibi değilim ama çok kızdım bu sefer ve bir süre daha da gidecek gibi bu durum.

visitors; anna, grossi, uga, castiglioni

9 Mart 2010 Salı

Kaçamak


Kimisi istemedi, isteme potansiyeli olanları da ben istemedim, yorgunum zaten, koştur koştur biten gün ile ben de bittim ve yokum bu akşam dedim enteresan bir şekilde. Erken eve gelmek garip ama iyi geldi. Keşke erken uyuyabilsem ama uyumayacağım, bu erken geliş de bir fayda sağlamayacak biliyorum.

Severi'ler gerçekten çok komikler, bir ana-kız bu kadar didişebilir mi hem de yanlarında hayatlarında üçüncü kez gördükleri bir yabanci varken... Dinlemem ben böyle durumlarda, yanımda iki kişi, iki sevgili, iki karı-koca, anne-çocuk, iki kardeş kavga ederlerse dinlemem, farkettirmeden onlara ortamdan ayrılırım; ama bunlar öyle komikler ki her yerde kavga ettiklerinden, trafiğin ortasında arabadan inmek, toplantı ortasında toplantı salonunu terketmek mümkün olmadı tabii. Saman alevi gibiler, bir dakika önce iyiyken, bir dakika sonra ateşlenip, iki dakika sonra küsüyorlar, sonra sil baştan. Allah iyiliklerini versin, kokoşlar, şekerler ve çok komikler...

visitors ; ana-kız severi'ler, albi, devis, tania, lucia, sofia, deli (bruna)...

8 Mart 2010 Pazartesi

Durmak da Lazım...


Tam da güçlü anne-babalar ve onların çocukları üzerindeki etkilerinden bahsederken, düşünürken, oradan kendine dönüp, geleceği merak ederken şen şakrak, kokoş ama bir o kadar da mütemadiyen didişen ana-kız severi'ler geldi.

Belli ki anne kurmuş firmayı, belli ki kendi adını verecek kadar da ego şişkin, belli ki 65 in üzerindeki ama super kokoş ve maşallah super atom karınca anne kontrolü tabutuna kadar elden bırakmayacaklardan. Kızı da hiç fena değil halbuki;  belli ki yeni ayrıldığı kocasından dolayı biraz sinirler gerilmiş ama ne istediğini bilen, gereksiz adımlardan kaçınıp, direk sonuca giden biri. Annesiz de idare eder yani de işte anne bırakmıyor. Bakarken anne severi'ye bir yerde artık durmak, geri çekilip yol vermek lazım diye düşündüm. Kolay değildir herhalde onun için de mutlaka anlayabiliyorum ama bu yaştan sonra bu kadar detaya girmeye, yorulmaya, koşturmaya, yanındakini sık boğaz etmeye ne gerek var? Yapmışsın yapacağını, bırak da oturup artık tadına bak, keyfini çıkar.
Belki de çocuklarda değil sorun zannettiğim gibi belki de anne-babalar önlerini tıkıyor, kontrolleri ile sıkıp boğuyor, çocuklarının özgüvenleri ile oynuyorlar. Tabii ki farkında olmadan, tabii ki istemeden...

Komik kadınlar severi'ler; çıkarmı birşey bilemem, yaparsak da az birşey yaparız o da onların şen şakrak halinin, hoş sohbetlerinin hatrına belki. Ilk iş günündeki l'ombra ile birlikte birbirinden farklı ama neşeli 4 kadın olarak dolandık durduk bugün. Onlar devamlı ama devamlı didişti, ben l'ombra'yı gözledim.

Küçücük birşey; görüşmede bu kadar küçük olduğunu farketmemişim. Olduğundan daha küçük göstermesinin yanı sıra ilk gün heyecanı, çekingenliği ile daha da küçük göründü gözüme. Ama sevdim ben onu ya bakıcaz, biraz zaman vereceğiz, içindeki savaşçı taraf ortaya çıkacak mı çıkmayacak mı göreceğiz. Biraz ben sabredeceğim, biraz o ve sonra karar vereceğiz.

visitor ; ana-kız severi , albi, devis, tania, lucia...

7 Mart 2010 Pazar

Işte Bu Gerçekten Şahane


Dün bütün geçmiş haftanın yorgunluğunu atmaya çalıştığım ve mümkünse önden kutlanmaya karar verilen doğumgünü yemeğine gitmemenin yollarını düşünürken, telefon eden e.e'ye " gelmesem olmaz mı? " dedim, direk "olmaz" deyiverdi, "peki asilik yapıp gelmezsem, sana çok ayıp olur mu" dedim " hem de çok, mümkün değil, 33 ü kutluyorum, en seksi yaşım" deyince ve kendisini 15 dakika sonra kapımın önünde bulunca önce HK, sonrasında topuklu giyilecekse hiçbir tür çorap sözkonusu olmadığında ne giyilmeli telaşı da atlatıldıktan sonra, Üzüm Kızı gecesi neşeli başlayıp, çok neşeli bitti.

Yüksek tavanı ile diğer meyhanelerden daha bir iç açan, sazlı sözlü mekan müziğin volume u hariç gayet güzel bir seçimdi. Haftaiçi iş yemekleri dışında neredeyse 3 aydır dışarı çıkmadığımdan gece etrafı seyrederek, türk milletinin kadını erkeği ile hakikaten ne kadar kötü giyindiğini düşünerek, ama ardı ardına devrilen rakılar sonrası neşe tavana vurmuş şekilde akıp gitti. Yüzü, gözü, memeleri estetik lakin vücut ve allah vergisi sesi güzel Rita, azıcık içimi burktuysa da hayallerinin yarısına gelmiş bir kadın imajından dolayı, neşeli hali ile neşeli şarkıları ile kaşık, çatal sesi duysa da zaten kendini ortaya atacak milleti, coşturdukça coşturdu.
Tamam eğleniyorum o ayrı ama ben bu türk kadınlarının içlerinde yatan asena ruhunu sevmiyorum; adabın ile atacaksan at göbeğini de şu dansöz figürleri ile saçlar havada, gerdan kırmaları ve shakira da kimmiş edası ile kıç baş oynatmaları bırakın da erbabı yapsın allah aşkına...neyse ya bana ne?

Rakıyı da özlemişim, çıkıp dağıtmayı da...5 belki de 6 rakı sonrası, ben eve gidiyorum derken yine "ahh olmaz, en seksi yaşım" silahını bir kere daha kullanan e.e'yi kıramayıp, bu sefer kendimi nupera'da bulmam, niye ise, sabahın o saati olmasına ve muhtemelen çok yorgun olmasına rağmen, beni görünce vestiyerci amcanın ( yüzyıldır odur) ," nerelerdesiniz siz, görünmüyorsunuz" farkındalığına bir sevinip, üzerine keyifli keyifli bir votka redbull da içtikten sonra, paşa paşa ama keyifli bir şekilde dönüp direk uykuya daldım ve sabaha gerçekten şimdiye kadar gördüğüm en güzel rüyalardan biri ile uyandım;

Bir reklamasyon durumu var ve onu konuşuyoruz, itiraz ettiğimiz bir durum yok da tam olarak nasıl bir hesaplama yaptıklarını anlamak istediğimizde, karşı taraftaki bir brozzi oluyor bir alessandro ki ikisininde ilk ismi aynıdır, kıl bir cevap verince bana birden avukat kesiliyorum ve rest çekiyorum. Tartışma büyüyor ama geri adım atmadığım gibi, zaman ilerledikçe kendimi daha da güçlü hissediyorum.
Arkasından arabaya atlayıp gezmeye başlıyorum, ya çin'deyim yada hindistan, bilemiyorum ama trafiğin ortasında, kalabalık bir kavşakta duruyorum. Birden birşey yapmak için arabadan iniyorum trafiğin tam ortasında ama tekrar akmaya başlayınca hemen arabaya atlayıp, önümdeki ortası çim yuvarlaktan sola dönüp, ilerlemeye devam ediyorum. Önce araba ile gezeyim, sonra beğendiğim yerlere giderim diye karar veriyorum; neresi olduğunu bilmiyorum ama daha önceden bildiğim bir yerdeyim.
Bir rampadan yukarı çıktığımda, sağımda bizim kanyon misali yarı açık, döner katlı bir alışveris merkezi görüyorum, araba ile içinde dolaşmaya başladığımda ise bir alışveriş merkezinden çok sanat galerisi olduğunu düşünuyorum, her yerde tablo satan çok şık dükkanlar var, buraya daha sonra mutlaka gelmeliyim diye yola devam ederken birden alt katta ki iki adam büyüklüğündeki Mevlana heykeli dikkatimi çekiyor ve hemen oraya gidiyorum. Herhalde sahibi bir türktür diye içimden geçirirken, gerçekten çekik gözlü olmayan ve Türk olduğunu anladığım dükkan sahibi ile karşılaşıyorum." Merhaba" diyorum bana türkçe "merhaba " diye güler yüzu ile cevap veriyor. Etrafta alçıdan yapılmış, yüzlerce Mevlana heykeli ve duvarlarda da yağlı boya Mevlana potreleri var; o kadar şık ve o kadar herşey ecru tonlarında ki inanılmaz hoşuma gidiyor. Tam ben etrafıma bakmaya devam ederken, önce içeri dükkan sahibinin diğer kardeşi giriyor ve bana " biz de sizi bekliyorduk " diyor, " ben " bir yanlışlık olacak, sizi arayan ben değildim, ben bile buraya geleceğimi bilmiyordum" diyorum ama " nasıl olsa bizi arayaktınız " diyor, o zaman ben de ona " belki de ben burayı gördükten sonra birini söyleyecektim ve o arayacakti" diyorum ve o sırada onlardan birinin kızı gelip yanıma bana iki adet numune veriyor yaptırmam için, bunları bana vermeden hemen önce de babasının kulağına " ben ona sermaye vermeye karar verdim, baksana hem de sempatik bir kız " diye fısıldıyor.
Masanın üzerine koyduğu iki adet deri takıma ve her ikisine de bağlanmış deri eldivenlere dikkatle bakarken, o gün ne kadar şanslı ve o anda ne kadar huzurlu olduğumu düşünüyorum ve birden dükkan sahibinin oğlu ile telefonda annesinin gelinliği ve değeri hakkında konuşmaya başlıyorum...

Bu benim his olarak gördüğüm ennnnn güzel rüyalardan biri idi. Yer ve insanlar o kadar güzeldiler ki, içim rüyada gerçekten huzur dolu idi. Bu rüyanın anlamına bile bakmaya gerek yok bence çünkü başlı başına şahane.

6 Mart 2010 Cumartesi

Üzüm Kızı


Yeni yasina sevdikleri ile merhaba diyen, bir arkadastan, they always be dedigin birinden duyulacak en guzel, en anlimli cumlelerden biri ; " hayatima o kadar cok sey kattin ki, iyi ki varsin, umarim hep olursun"...
Canimsin e.e... Bu gece senin kutlaman disinda hicbir guc beni bu evden ve yataktan cikaramazdi!

Kalbim Elimde


Birden göğsümde bir sıcaklık hissediyorum ve elimle kontrol ederken ıslaklık peşi sıra geliyor, ne oluyor ayol diye baktığımda ise göğsümde bir delik ve kalbimin olmadığını görüp paniğe kapılıyorum.
Etrafımda kimler var hatırlamıyorum ama sakinler, bense kaptığım gibi bedenimin dışındaki kalbimi beyaz bir kağıt peçeteye sarıp hızlı hızlı, beni hemen hastahaneye götürün diye feryat ediyorum.

Özel bir klinikteyiz, koca bir açık salon heryerde yataklar ve mavi ışıkli loş bir ortam. Bana mavi bir forma giydiriyorlar ama benim aklımda elimde tuttuğum ve hala kan kaybeden, kıpkırmızı kalbimde. Neden sonra rahatlıyorum, bir sigara içip, hemşireyi beklemeye başlıyorum.
Hemşire geliyor, birkaç gün için yapmamam gerekenleri sıralıyor; " içki içmeyeceksin" diyor, " ok diyorum, zaten son zamanlarda hiç içmiyorum, " sigara kesinlikle içmeyeceksin" diyor, orada o an panik oluyorum " nasıl dururum ben üç gün sigara içmeden, hem biraz önce daha bir tane içtim, ya çok kötü birşey olursa " diyorum, " yok ondan birşey olmaz" deyip beni rahatlatıyor.

Heryer loş mavi bir ışık, arkadaki masanın üzerinde duran ve tam ortadan ikiye ayrılmış kalbimin başına gidip, bir neşter alıyorum ve ayrıldım ayrılacağım diyen kalbi tam ikiye bölecekken, hemşire gelip " bu çok dikkatli yapılması gereken birşey, eğer milim kaydırırsan, biraraya getirirken eskisi gibi olmaz, istersen sen dokunma ona, iyi olacak, söz veriyorum" diyor....

Resmen kalbimi elimde tuttum, resmen kalbimi ikiye ayrılmış gördüm ve resmen acayip çok korktum ama bu bir kabus değildi. Anlamına baktım tabii ki ve gayet güzeldi. Bazen çok korkutucu şeylerin anlamı gerçekten çok güzel olabiliyor.

5 Mart 2010 Cuma

Arkadan Gelenler


Baskın karakterli , ama özellikle dünyaya bir iz bırakacak birşeyler yaratmış başarılı, güçlü anne-babaların çocukları genellikle onlar kadar başarılı olmaz hayatta nedense.
Genellikle lafının altını özellikle çiziyorum zira anne-babalarının peşinden aslanlar gibi gitmiş, onların yarattıklarını sarıp sarmalayıp daha iyi noktaya getirmiş, boynuz kulağı geçmiş dedirten çok örnek de gördüm etrafımda ama gölgede kalmış, olmamış, olamamışların sayısı daha fazla işte...

Sebebini merak ettiğim şeylerden biridir bu; belki yetiştirilme tarzlarından, belki herşey ellerin altında olduğundan belki de önlerinde ki rakibin/modelin geçilmesi imkansızmış gibi görünmesinden yola yorgun ve ümitsiz başlamalarından dolayı olabilir mi diye merak eder dururum.

Bizlere baktığımda ise; sıfırdan, ailede hiç olmayan sektörlere el attığımızdan olsa gerek, bizler için yükseltimesi gereken bir çıta olmaması, ileriye atılan her adım başlı başına bir başarı olarak adledilmiş ve her seferinde daha da yüreklendirilmiş, daha çok gurur duyulduğumuz duygusu ile beslenmiş olmaktan dolayı herşey bir nebze daha kolay oldu sanırım. Ancak, ticaret ile uzaktan yakından alakası olmayan babamı değilde zehir gibi zekasının önüne aşılması imkansız yüksek barikatlar çekilmemiş olsaydı, gelebileceğine emin olduğum noktada annemi hayal ettiğimde, işte o zaman bu kadar güçlü, bu kadar başarılı olabilir miydik diye de düşünmeden edemiyorum. Her zaman kontrollü ve disiplinli annenin açtığı yoldan giden çocuklar olsaydık kontrolü bizlere bırakıp, özgür bırakılır mıydık, hisslerimiz bu kadar gelişir, karar verme mekanizmasını bu kadar sağlam kurar mıydık çok emin olamıyorum.
Annem hayal ettiği gibi sadece kendi ayakları üzerinde durabilen bir kadın olsaydı,% 1500 dünyayı yönetiyor olurdu da, işte o zaman da bizleri bu kadar yüreklendirip, okul konusunda, başarı konusunda küçücük yaşlarımızda bizleri o kadar sıkar mıydı ondan da emin değilim, zira benim annem kendi yapamadıklarını çocuklarının gerçekleştirdiğini görmek isteyenlerden biri oldu hep; onun için her yere küçük yaşlarımızda seyahat etmemize, istediğimiz her türlü kursa gitmemize, bizi bir ileri safaya taşıyacak her ne ise o anda ihtiyaç duyulan yapmamıza izin verdi, en olmadık zamanda bile imkan sağladı, babamın sonsuz özverisi ile. Bir şirket yönetir gibi yönetti aileyi yani, görevleri böldü kendi kafasında, bir takım ruhu ile çalıştı babamla, ikili çok sağlam bir ortalık kurdu yani...Sonuçta bir şirket kuramadı, onu yönetmedi ama herbiri kendi işini, onu da çok layıkı ile yapan çocuklar yetiştirdi...
Dünyaya geldiği ailenin sert reisinin bakış açısı onun şanssızlığı ama hiç pes etmemesinden dolayı bizim şansımız oldu yani...

Şimdi bizim çocuklarımızı düşünüyorum, onlar acaba nasıl olacaklar diye; mevcut varolanlara baktığımda iyi olacaklarını, ümit vaad ettiklerini düşünüyorum da yine de ileride nasıl olacaklarını merak etmeden edemiyorum. Bizler işte o olamamış kadının olmuş halleriyiz ya, acaba arkadan gelecekleri onun bizi yönlendirdiği gibi doğru yönlendirebilecek, disipline sokabilecek, yeri geldiğinde onun kadar inatçı ve katı olabilecek miyiz diye merak ediyorum. Onun gibi sonsuz sevgiye boğarak ama asla yüz göz olunmasına izin vermeyecek kadar mesafeyi ayarlayabilecek miyiz acaba? Arkadaş olmak için kızlarımızla oğullarımızla ayakları üzerinde durabildikleri zamanı bekleyecek kadar sabırlı olabilecek miyiz?
Bizim çocuklarımız, ruhlarımızı kattığımız ve bir bebek misali değerli bu dünyaları ele alıp, ona şimdiye kadar verilmiş değeri vermeyi isteyecekler, onu daha da ileriye götürebilecekler mi acaba?

Benim mevcut durumumu, deniz'in henüz daha doğmamış olmasını, yiit, madame marika jr ve büküşük'ün de yaşlarını gözönüne alacak olursak biraz erken bütün bunları düşünmek için biliyorum ama meraklıyım ya düşünmeden edemiyorum...

Nerden mi geldi bütün bunlar aklıma şimdi; çünkü ben bugün bütün bir günümü, kendinden önce babasının yarattığı kocaman bir dünyayı, onun getirdiği noktadan, bayrağı alıp eline, gayet güzel taşıyan f.tegon adında bir kadın ile geçirdim. Iki hafta önce tanıştığımda italya'da iki saatlik toplantıda sempatik olduğunu düşünmüştüm de sahip olduklarını gözönüne alınca birşeyin peşinden bu kadar canla başla, alçak gönüllü ama ne istediğini çok bilir bir şekilde giden bir kadın olduğunu anlamamıştın. F.tegon ve hatta çocukları hayatlarının sonuna kadar bir daha çalışmasalar gayet güzel yaşayabilecek insanlar ya ama yine de baba yadigarı şirketi hiç boşlamayı, babanın diğer gözbebeğini gözden çıkarmayı hiç akıllarından bile geçirmemişler. Varolana sahip çıkmışlar, zamana uydurmuşlar, adını bir adım geri bile düşürmemişler. Ne güzel !

Güçlü anne-babaların çocukları olmak zor zaanat vesselam, kolay değil kesinlikle; bu herkes tarafından kabul gören bir görüş de benim de extradan şöyle bir gözlemim var ki; eğer baskın olan anne ise arkadan varsa başarıyı devam ettiren erkek çocuk oluyor da, baba ise asıl işin mimarı, arkasını getiren kız çocuk oluyor. Yazarken bütün bunları bildiklerimi düşününce farkettim biranda. Doğruluk payı var mıdır bunun yoksa sadece bir tesadüf müdür acaba?

visitors ; f.tegon , zanardi, guido, adri, camellini, a.toriazzi, carlo

Uçuk


Beden çok yorgun olunca da uykuya dalamıyor; dün gece de bugün de olan bu...Gece uyuyamadım yine, zar zor daldığım uykudan sabaha karşı bir kabus ile uyandım, yeniden daldım güç bela, sabahında dudağımda ki uçuk hediyem oldu...

Yoğun , yorgun ama huzurlu bir gündü, allahtan.. Camellini de büyüdü ben de, dengemizi bulduk ikimizde yıllar içerisinde. Biran da 10 değişik argoment masa üzerinde olsa da sonunda herşey toparlanıp kendi mantık çevresinde, yapılması gerekenler yapılabiliyor içler sıkılmadan, dalgası geçilerek ve etraftakileri güldürebilerek.

Limon iyi geliyor uçuğa, şaşırdım ama doğru; toriazzi'nin aklı...

visitors : camellini, adri, a.toriazzi, carlo ( çooook şeker bir adam çıktı ), annamaria ( bır bır bır konuşuyor ve çooook yavaş )...



3 Mart 2010 Çarşamba

YORGUN


Offf gerçekten çok yorgunum... Maraton başladı, bir süre beden yorgunluğu ile oflayıp poflayacağım yeniden...Neyse ki bahar geliyor, neyse ki artık güneş açacak sık sık, neyse ki incecik giyinebileceğim yeniden ve neyse ki bin parça ile dolaşmak zorunda kalmayacağım. Zaman çok hızlı akıp gidiyor, çok da memnun değilim bu durumdan ancak baharın bu hızla gelmiş olmasına laf edemeyeceğim...Zaten koştur koştur gidecek bari güneş içimizi ısıtsın, yüzümüz aydınlansın, renk saçalım ortalığa...

Çok yorgun indim uçaktan ve gün bitmedi orada...Toparlayabildiğim kadar toplayıp dağınıklığımı 20 dakikalık yolda, attım kendimi camellini'nin yanına...
Akşamında onlar Park Fora'ya balık yemeğe bense erken yatma hayali ile eve.. Hayal olarak kaldı tabii o ayri...

Buradalar yine, toplu olarak ama bu birşey değil daha. Gelecek hafta bütün dünyaaaaaa burada olacak, bakalım o zaman ne olacak?

visitors : adri, camellini, a.toriazzi , carlo....

Eve Dönüşte Iflah Olma Meselesi


Az uyudum, huysuz uyandım; huysuzluk yapmak gibi bir derdim yoktu ama damarıma bastılar. Küçük şehrin küçük küçük adımlarla, yavaş hareket eden insanları daha uyanmamış, kanına bol şekerli çayı karışmamış halimi bir anda zıvanadan çıkarmayı başardılar. Sonrası, sonrasını hatırlamıyorum. Bir hışım çıkıp otelden, arka koltuğa kıvrılıp uyudum tüm yol boyunca.
Hala da uyanmış değilim, bedenim yapması gerekenleri bir robot mantığı ile yapıyor ama ben şuanda aslında burada değilim.

Gözlerim açık, herzaman ki yerimde oturarak etrafıma bakıyor gibi görünüyorum ama hiçbirşey görmüyorum. Havaalanına girdiğimden beri kimse sesimi duymadı, bir tek ben kafamın içindeki beni duyabiliyorum; iflah olmaz beni...

Bu sabah karar verdim ki ben iflah olmaz biriyim; konuşuyorum, konuşuyorum, olması gibi de hareket ediyorum ama bir türlü yapmam gerekeni, dilimden değil içimden silip atmayı beceremiyorum. Kendi kendime sınırlar koyuyorum ama bir yenisini oluşturmak 30 saniyemi almıyor. Ben neden böyleyim, neden herşeyi olduğu gibi kabul edemiyorum...Kabul ediyor gibi görünüp, öyle de hareket ediyorum ama içimde, kendim ile başbaşa kaldığımda kafamdan ve gönlümden o kadar farklı şeyler geçiyor ki sonuçta olmadığım, hissetmediğim gibi hareket ettiğim gün ışığına çıkıyor....

Amaannnnn sabah sabah nerden çıktı ki bu iflah olma meselesi; olan olacak zaten...Sen kalk git uçağına bin paşa paşa, seni çağırıyorlar.....

2 Mart 2010 Salı

Biri Daha Gidiyor...


Ağırdı , çok ağırdı yaşadığı tecrübe; birgün öğlen yemeği için evine gitti ve bir daha geri dönmedi, 5 gün komada kaldı, uyandığında ise hiçbirşeyin farkına varamadı. Şimdi çok şükür fiziksel olarak iyi olsa da yine de atlamadı bu şoku. Ben sanki ölümün bu kadar eşiğinden dönünce, yaşından büyük yaşadıklarının acısını unutuverir, bunu ikinci bir şans olarak görür ve hayata daha bir sıkı sarılıverir diye düşünmüştüm ama olmadı; daha çok içine kapandı, sesi soluğu kesildi, görünmez biri davranmaya gayret gösterdi.
Ağır geldi yaşadıkları normal olarak ama sonrası daha da ağır geldi, yaptığı işi, yaşadığı yeri, kaza öncesi yaşadıklarını sorgulamaya başladı ve sonunda gitmeye karar verdi.
Rapallo'daki bu son gecemde , çok sevdiğim sara ile son kez Rapallo'da yemek yedik. Roma'ya evine dönmeye, dinlenmeye, ne yapmak istediğini keşfetmeye karar verdi. 18 mart son iş günü ve o tarihe kadar bir daha buraya dönmeyeceğimden benim son akşamımda , buaradaki son yemeğimizi yemek istedi.

Bütün gün teknik şemalar ile uğraştığımdan çok yorgundum ama amour, sara, gallo ve michi ile komik bir yemek yedik. Sara yine sakindi ama yüzü gülüyor ve devamlı Roma'da buluşalım deyip duruyordu. Söz verdim, Mayıs'da bir haftasonu Roma'da buluşacağız diye... Yolun açık, herşey gönlünce olsun sara'cım...

Veeeee amour ne şahane bir kadınsın sen; tam içim buruk, oflaya poflaya bavul yaparken "gitmeee" telefonun ile birden nasıl neşemi yerine getirdin. Nasıl bütün zamanını bana ayırıp, iyi vakit geçirmemi sağladın...Gerçekten canımsın...

1 Mart 2010 Pazartesi

Bu Nasil Birşey ?


Bir saniye ya, tamam belki birkaç saniye o da göz ucu ile görüp de insanın nefesi kesilir mi? Görmesin diye ani bir dönüş yaptığımdan bakamadım arkasından...Üzerinde en sevdiğim renk lacivert bir pike polo, şahane saçları tam benim sevdiğim gibi dağınık, kıvırcık..
Bakamadım yüzüne, görsün de istemedim açıkcası, niye ise olmuyor işte ne uzuyoruz ne kısalıyoruz, dönüp dolaşıp hep aynı noktada kalıyoruz. Belki zaman girerse araya, görmez ve görünmez olursam düzelirim ben de....
Ama çooooooook acayip bir adam bu yaaaaaa:)

TOP peşinde bir sürü adam...


Futbol ve Galatasaray fanatiği bir babanın kızı olarak hiçbir zaman anlayamadım erkeklerin bu topa olan aşklarını. Dünyanın neredesinde olursa olsun buldu mu bir futbol karşılaşması gezip görmeyi bile es geçen babam bile anlatmayı başaramadı, aşılayamadı kanıma bu aşkı; ama döndüre döndüre aynı maçın seyredilmesine, kaybedilmiş bir derbi sonunda morallerin bozulmasına, çok önemli maçlarda "ah şimdi kalp krizi geçirecek kesin " diye yüreğimizin ağzına gelmesine çok kez şahit olmuşumdur. Babamın bu durumlarına alışamamışken sonra erkek arkadaşlar çıktı başıma; şimdi düşünüyorum da bir Galatasaraylı olarak her türlüsü girdi hayatıma ve genel olarak hepsi için de önemli idi futbol. Futbol ile ilgilenmeyen, sevmeyen, seyretmeyen erkek arkadaşım galiba hiç olmadı, ne türkü ne italyanı...

"Futbol fanatiği erkek iyidir " der şerbetçi, bir bakıma ben de katılıyorum nedense buna, erkeksi birşey olduğu, erkeksi adamlardan hoşlandığımdan olsa gerek ama kendilerini harap etmelerini, canlarını bu denli sıkmalarını, hayatlarını bir maça göre organize etmelerini hala pek anlayamıyorum. Bilmediğim, anlamadığım ama problemde çıkarmadığım bir dünya benim için. Maç mı seyretmek istiyorsun git seyret, top peşinde mi koşmak istiyorsun git koştur ama allah aşkına kaybetmek de oyunun parçası, kabullen, bana bulaşma yeter benim politikam.

Geconti de onların en azılı gelenlerinden biri ve bugün Genoa için kötü birgün, iyi oynamış sözüm ona ama sonuç yenilgi; dolayısıyla onun da sesi bok gibi, morali çok kötü. Bir yandan iş stresi, bir yandan aylardır bitiremediği evin stresi derken üzerine Genoa yenilgisi iyi gelmez ona; şimdi upuzun bir haftaya sinirli ve huysuz girecek, üstüne bir de beni görürse iyice altüst olacak. Bilmiyor burada olduğumu, bilse de ne fark eder, muhtemelen bizim ilişkimiz açısından hiçbirşey ama karşısında görünce hazırlıksız, haftaya başlamak için çok da tercih edeceği birşey olmaz, onu biliyorum.

Amour'un telefonu peşi sıra tam bunları düşünerek odayı terk edip, Invictus'u seyretmeye gittiğimde yeniden bu erkeklerin top peşindeki dünyalarını, futbol yada rugby farketmez bir top çevresinde bir dünyanın nasıl birleştiğini görünce şaşırmadım desem yalan olur.
Mandela ise pek bir iyi geldi bana; affetmek ruhunu özgür bırakır dedi ya orada koptum. Sonra bir sürü kişi geçti aklımdan, o dahil birçoklarını düşündüm ama bir de enteresan bir misafirim daha vardı kafamda, bloger aslı; bu da yeni olayım, tanıdıklarım bana yetmiyormuş gibi, sadece yazılarında tanıdığım  ve şu sıralar zor bir dönem geçirdiğini anladığım, gri bir sabaha uyanıp herşeyden kaçmak istediğini dile getiren kadını sık sık düşünür oldum. Film boyunca bu filme gitmelisin aslı dedim içimden, Morgan Freeman dudaklarından dökülen Mandela sözlerini dinlemelisin dedim.
Uzun, yavaş ilerleyen ama bana göre şahane bir film Invictus.
Geçti bütün kırılganlığım güya ama aka boka sulanan gözlerim, bu filmde de sulandı elbet. Olsun, bir film sahnesinde sulansın gözlerim, göz yaşlarımı burada harcayayım, gerçek hayatta olmasın da birşey ben böyle boktan sebeplerden ağlayayım, razıyım sonuna kadar.