24 Mart 2013 Pazar

Dağ Başında


Bu hafta size, denizden 2100 metre yukarıdan, çok sevdiğim bir dağ köyünden yazıyorum. Köyün adı Breuil Cervinia, dağının adı Cervino ( Matterhorn ), 4.477 metre yüksekliği ve piramite benzer görüntüsü ile çok heybetli, bir o kadar da güzel görünüyor bana. Bir yüzü Italya'ya, diğer yüzü Isviçre'ye bakıyor, bir taraftan diğerine zıplarken, sınırların kağıtlar üzerine çizilmiş bir çizgiden ibaret olduğu hissini veriyor.
Her seferinde ezber bozduruyor bu dağ bana; bütün korkularımın, kendime biçtiğim limitlerin sadece kafamın içinde olduğunu yineliyor. Kendini özgür, rahat bırakıp, şartlara uyum sağladığında aşamadığın engelin, geçemeyeceğin dağın olmadığını gösteriyor. Ögrenip de unuttuklarımı hatırlatıyor, bembeyaz karlarla kaplı tepeleri, mutlak sessizliği ile huzur veriyor.

Daha gelmeden önce kararlıyımdım bu hafta Cervinia hakkında yazmaya. Her mahallenin bir delisi, her köyün bir çeşmesi, her dağın bir efsanesi vardır inancı ile keşfedip hikayesini, burayı anlatacaktım sizi. Ama gelip de bize hoşgeldiniz demek için otele kadar gelen Luca ve ailesini görünce, aslında neden bu kadar sevdiğimi anladım burayı ve yine doğansından çok içindeki insanlarının, yerleri güzelleştirdiğini hatırladım. Luca burada olduğum sürece zihnimi boşaltmamı, bir kere daha sınırlarımı genişletmemi, kendi kendime koyduğum blokajları kaldırmamı sağladı ve ben bir kere daha bir kişiyi dinlemek, takip etmek, kendini olduğu gibi bırakmak için, hissedilen sevginin,  gösterilen iyi niyetin falan hikayeden ibaret, anahtar kelimenin sadece "güvenmek" olduğunu düşündüm. Yanında seni tanıdığını, ruhunu, korkularını, yapabileceklerini ve yapamayacaklarını bilen biri olduğuna inandığında, korksan da sorgulamıyor, bırakıyorsun kendini boşluğa. Düşmemen için elinden geleni yapacağını, düştüğünde ise yanında olacağını bildiğinden, çarpsa da kalbin küt küt, kapatıp gözünü peşi sıra gidiyorsun. Güvenince birine yapabileceklerinin sayısı artıyor, keyif alıyor, keyif veriyorsun. Güvenebileceğin insanları bulmak zenginleştiriyor, güçlü, neşeli, cesur bir insan olmanı sağlıyor aslında.

Ilk tanıştığım gün güvenmiştim Luca'ya... Bu köyün tüm halkı gibi samimi, şeker ve kibardı ama sebep bu değildi elbet. Ben anlattım dinledi, anlamaya çalıştı beni. Başımı boş bırakmadı ama gereksiz de iteklemedi beni. Önce anlattı tek tek sabırla, mantığıma ulaştı, sonra hep yanımda olacağını hissettirdi. Yıllarca ayağıma geçirmediğim kayaklar işin bahanesi, her şey kafadaydı ona göre, bir bağ kurup benimle, yolumu buldurdu. O konuştu saatlerce, bu sefer ben dinledim ve ilk intibam "güvenilir" olduğuydu. Bu adamla çıkabilir, bırakabilirdim kendimi dağlardan aşağıya. Ilk intibama güvenip ben de hakikaten bıraktım önce kendimi zirvelerden aşağıya, sonra korkularımı Cervino'nun karlarının arasına. Korkularım ile kalbim de kaldı bu dağda, yine ve yeniden dönmek istedim. Ve ne garip bir şeydir şu ilk intiba, değişmez hiç, hep son olarak kalır. Arada bir, ilk düşüncende ne kadar yanıldığını zanneder, hayıflanırsın ama o ilk intibanın ne kadar doğru olduğunu anlarsın sonunda mutlaka.

Insan sever bir kişi olarak, herkesi sevmemem ve tam bir sevgi arsızı olarak, herkes tarafından sevilmeyi beklememem hayattaki en büyük çelişkilerimden biri gözükse de çok takmıyorum kafaya. Çünkü herkesi sevmem gerektiğine gerçekten inanmıyor ve herkesin de bana bayılmasını gerçekten beklemiyorum. Sevgi bir ten uyuşmasıdır ve her tenin birbirine uygun olduğunu düşünmüyorum. Yeni biri ile tanıştığımda, tenim, aklım, işte o her neyse içerden bir işaret veriyor, ilk intibamı oluşturuyor. Bazen insanlara dair karşı çok acımasız, çok aceleci kararlar verdiğimi düşünüp, kendime kızıyorsam da sonunda mutlaka adını koyamadığım bir his ile başında ne kadar haklı olduğumu anlıyorum. Benim birini sevmemem veya o kişi ile herhangi bir ilişkiye girmememin karşımdaki insanın kötü olduğu anlamına gelmediğini biliyorum ama bana uygun olmadığını biliyor, yaşantımda olmasına izin vermiyor ve bunda da ilk intiba son intiba'dır sözünün etkisinin büyük olduğuna inanıyorum. Sanki her birimizin içinde bir sensor var, adeta bünyenin kaldırıp kaldıramayacağının sinyalini yayıyor. Sonuçta herkesin bakış açısı, etik anlayışı, inançları, yaşama şekilleri birbirinden farklı, illa herkesi yaşantılarımıza buyur etmemiz gerektiğini düşünmüyorum.

Son bir kaç haftadır zihnimde dolaşan bazı düşüncelerin, duyduğum bazı hikayelerin kahramanları hakkındaki fikirlerimin üzerine Luca ile buluşmamızda da eklenince, kim neye inanırsa inansın, ben "ilk intibanın" ne kadar doğru olduğuna karar veriyorum. Dinlememiz gereken tek sesin, içimizdeki ses olduğuna, başka kimseye de kulak asmamamız gerektiğine inanıyorum. Hayatta bizim için güvenilir, bizi zenginleştireceğini, keyiflendiriceğini bildiğimiz insanları içimizdeki sesimizin, tenimizin, ilk intibamızın seçtiğini düşünüyorum. Bulduğumuz insana teslim olmanın ise şart olduğunu biliyorum.

Insan bedeni 2000-3000 metrelerde dolaşınca, zihni de açılıyor. Insan doğru seçimler yaptığını, doğru insanlarını hayatına aldığını görünce gücü de artıyor. Herşey insanın kafasında, bilgiler ise içeride çok derinlerde ve bu dağ başında benim bir kere daha öğrendiğim şudur ki, kafaları özgür bırakacak, içindeki sese de sonuna kadar kulak kesileceksin. Gerisi hikaye, kim ne derse desin gerisi palavra...





3 Mart 2013 Pazar

Kimsenin Gücü Yetmez


Düşünüyorum da hüzünle beslenen, kurban olmayı bellemiş ya da depresyona yatkın insanlar için biçilmiş bir kaftan hayat, zira her daim bir yerlerde bir şeyler hep ters gidiyor, onlara da oturdukları yerde, duruşları ile ilgili haklı sebepler veriyor.
Hayat, hiçbir zaman, her şeyi bir arada vermiyor, mutlaka bir yerde elektriği kesiyor.
Çekim yasasına inanlardansanız, evet sizi dinliyor, isteğinizi de istediğiniz gibi önünüze koyuyor ama diğer bir yandan cepte saydığınızı hoop çaktırmadan mutlaka ellerinizden alıyor.
Her kapanan kapı sonrası yenilerini açtığı çok doğru ama bazen o kadar hızlı açılıp kapanıyor ki o kapılar, pencereler, cereyan yapıyor, üşütüp elden ayaktan düşürüyor.
Sanki hayat "aile/aşk - iş/para - sağlık - arkadaş/sosyal yaşantı" olarak pembe bir pasta gibi dört eşit parçaya bölünmüş de her dilimde farklı tatlar bırakıyor ağızlarda. Birilerinde nazar değmesinden korkacak kadar iyi giderken işler, mutlaka bir payda kafayı takacak, can sıkacak bir şeyler veriyor. Insanın canı da acıyan yerinde attığından, aklı o acı tarafa kayıyor, onunla yatıyor onunla kalkıyor.
Hayatta hiçbir şey sonsuza dek aynı şekilde devam etmiyor, hep değişiyor. Kesinlikle hayat herşeye aynı zamanda sahip olmamıza, pastanın dört diliminin de baldan tatlı olmasına izin vermiyor ve insanların bir kısmı da sırf bu yüzden kendisine acımasız, adaletsiz hatta kalleş diyor.

Oysa benim gibi ruhunun bir tarafı her daim husursuz olup, hiç bitmeyen bir arayış icinde olanlar için hep tetikte durması gerektiğini hatırlatmak içindir bu engeller. Benim gibi, dünyaya laf olsun diye gelmediğine ve çok büyük bir güç tarafından izlenildiğine inananlar için hep bir sınav, ağzından çıkardığın koca koca lafları nasıl geri yutacağının hesabını yapmaktır. Benim gibi daha küçücük bir kız çocuğuyken ve belki de tam anlamını bile bilmezken " beni erdemli bir insan yap" diye dua edenler için bir türlü kurtulamadığı fanilikten, çıkış yolu aramaktır. Benim gibi "dün yok, yarın var" deyip, ileri ama hep ileri bakanlar için atılması gereken yeni bir adım, aşılması gereken yeni bir duvardır sadece. Kısacası ne bir kalleşlik vardır ortada, ne de bir haksızlık. Kısacası ne ilk, ne de yenidir bu; eski köyün eski adedidir. Oturup ağlamak, mızmızlanıp bakınmak yaramaz bir işe; ya altından kalkıp bir adım daha ileriye atacak, ya da ezilip altında geriye basacaksın. Kısacı kurallar basit, denklemler aynıdır hayata dair.

Ama bazen yine de yetmez bildiklerin. Yeterli gelmez elindekilerin. Uçup gitti zannedersin aklındakiler,  hareket etmezsin. Sanki elini kolunu bağlamışlar, sanki gücünü sıfırlamışlar, sanki yollarını tıkamışlar gibi hissedersin. Bilirsin, görürsün, hissedersin değişiyordur taşların yeri de ne durdurabilirsin gidişatı ne de durdurmak gelir içinden. Bazen yorgun, isteksiz en çok da tahamülsüz hissedip öylece zamanın akmasını istersin. Bazen sakin durmak ile hiçbir şey yapmamak arasında farka kapatır gözlerini, kendini sakin durduğuna inandırırsın. Bahaneler kapıda kuyruk olur, aralarından en uygununu seçersin. Alıp verdiği hayat ya da başkaları ile olmadığından benim gibilerin, kendinden  utanır, çarçabuk sonunun gelmesini dilersin. Her ne olacaksa sonunda bir hayır olacağını bilir, ama kaderciliği oturup beklemekten geçmediğinden, yeterince çabaladım mı diye kendini dinlersin. Yaptım elimden geleni der ama yeterince yapmadığını bilir, kendin kendini yersin. Benim gibi savaşçı ruhlar bile yorulur, hareket etmez istemez bazen. Oturup tadını çıkarmak, sadece keyfini sürmek ister hayatın. Bazen daha da ağır gelir alışkın olduğu yükler, hepsini koyup bir köşeye bırakıp gitmek ister. Bazen benim gibi savaşçı ruhlar bile yorulur, kuralları yıkmak, denklemi bozmak ister. Problemi yok saymak, "ne olacaksa olsun bana ne ya" demek ister. Benim gibi hep ileriye meraklı faniler bile "acaba bir kere de altında kalsam ne  olur?" diye merak eder. Ancak bunun sade merakı bile korkutur kendini, yine kendine döner. Aradığımız tüm cevapların içimizde olduğuna inanır benim gibiler. Kimseyi dinlemez, bir tek içine döner. Sahip oldukları çoğaldıkça ve onları kaybetmekten korkmaya başladığını anladığında da ayılır benim gibiler. Korkunun ne kötü bir motivasyon, ne sinsi bir oyunbozan, ne büyük bir baş belası olduğunu unutmuştur belli ki yavaşlatmasına izin vermiştir kendisini. Kaybedileceklerini kendisinin aldığını unutmuştur belli ki eli kolu bağlı zanneder. Ama ateşleyici fitilleri korkudur benim gibilerin, fişeklenmiş gibi yeniden harekete geçer. Yorgunluk da, bıkkınlık da, unutkanlık da bir kenarda kalır; kuralları basit, denklemi aynı, bildiği oyuna döner. Ve her dönüşün bir öncekinden daha heyecanlı, daha şaşalı, daha ihtişamlı olduğunu farkeder.

Hayatta hiçbir şey devamlı değildir.
Hayat, şartlar, kişiler, istekler, ihtiyaçlar hiç durmaksızın değişir de onlarla başa çıkma şekliniz değişmez.
Kimse sahip olduklarınızı elinizden alamaz sizden.
Kimse ne kafanızdaki hayal gücünüzü, ne içinizdeki inancınızı, ne ruhunuzun derinliklerinde sakladığınız benliğinizi ne de sahip olduğunuz yetenekleri çalamaz sizden.
Bir siz onlara yol verirseniz kayıp gider ellerinizden.
Bir siz vazgeçerseniz kendinizden, sahip olduğunuz güç eriyip, buhar olup uçar gider gözlerinizden önünden.
Kesinlikle hayat her daim zorluklar çıkarır mutlaka bir yerlerden, ama "ben oldum" demedikçe, korkmadıkça, durmadıkça o zorluklar da geçer gider.
Yenileri olur, olacak ve elbet zaman zaman yorulunacak ama önemli olan, her türlü rengi barındıran bu dünyada kaç yaşında olursanız olun dimdik ayakta durmaktır, unutmayın...


FOTOGRAF : Never ending story "Waiting" http://instagram.com/p/WXEUwByBaF/ BY DENIZ POYRAZ




17 Şubat 2013 Pazar

Ben Inaniyorum ki...


Kendimi hatırladığım 3-4 yaşlarımdan beri dışa dönük bir insan oldum. Herşeyin merkezinde hep insanlar oldu, herşeyi onlarla yaşadım, onlarla büyüttüm, onlarla paylaştım. Hayatım boyunca yaşadığım olaylar da gizli değildi,  hissettirdiği duygular da benim için. Sonsuza kadar kendime sakladığım tek bir sırrım, etrafımdakilerle paylaşmadığım hiç bir duygum olmadı benim. Etrafımdaki ve yeni tanıştıklarım için hep açık bir kitap oldum ben; herkes beni kolayca tanıyabiliyor, nasıl biri olduğumu bilebiliyor, olduğum gibi kabul ediyor zannettim. Ben kim olduğumu hep bildiğimi ve dışarıya da hep aynı kişiyi yansıttığımı sandım yıllarca ama içimde bir gerçek "ben"in, onun hemen yanı başında olduğumu zannettiğim "ben"in ve bir de dışarıdan bakanların gözleri ile gördükleri bambaşka bir "ben"in olduğunu çok sonraları farkettim. Garipti ilk farkedişim, telaş gibi bir huzursuzluk verdi. Çok şaşırdım bir süre anlam veremedim...

Yıllar önce bir adam girdi hayatıma, bana beni, benden bin fersah uzak bir kadın olarak tasvir etti, ben de yıllarca yılmadan "ben o değilim, ben o değilim!" dedim. Dinlemiyordu anlattıklarımı, duymuyordu sözlerimi, görmüyordu içimi, çıldıracağım zannettim. Didişmelerim yordu beni, kendimi yazıya verdim.

Yazdım özgürce; aklımdan ne geçiyor, içimden nasıl geliyorsa; çünkü biliyordum ki ne zaman otursam bu beyaz camın karşısına sadece duygular akıyordu kağıda, onların da hepsi samimi, döküldükçe kelimeler, neyse işte o anda içimdeki, sıkıntı ise sıkıntıyı buhar olup uçuruyor, sevinç ise bulutların üzerine taşıyordu. Ben hafifleyip rahatlıyor ama mutlaka bir yerlerde birilerinin de içine dokunğumu ve belki o kişinin dilinin ucundaki, yüreğinin derinliklerindekine tercüman olduğumu yada belki de bunları hissedenin sadece kendim olmadığını düşünüp güç buluyor, mutlu oluyordum.

Yazdım korkusuzca, sansürsüzce, kim hakkımda ne düşünür demeden; çünkü biliyordum ki en sağlam görünenimiz bile etten, kemikten, ruhtan ibaret, aynı iniş çıkışları, aynı duvara toslamaları, yere çakılmaları, aynı acıları, hayalkırıklıklarını, yarım kalmışlıkları yaşadı, yaşıyor, yaşayacak, onun için Allah'ın bildiğini kuldan saklamanın anlamı ne, yazıyor ve en azından yükümden kurtuluyor, hafifledikçe yine güç buluyor, daha da sağlamlaşıyordum.

Her şekilde iyi geliyor, dökülen duygular ile besleniyordum ve bugün hala öyle aynen devam ediyor.

Velhasıl ben yazıyor, bundan çok da keyif alıyordum ama istisnasız her okuyanda bir  kafa karışıklığı yaratıyor zira bırak beni tanıdığını zanneden uzakları, en yakınımdakileri bile şaşırtıp, afallatabiliyordum. Duygusal yanımı açığa vurdukça da onların şaşırmasına ben daha çok şaşırıyor; etten, kemikten, ruh ve saf duygudan ibaret bir kişi olarak belli ki bir yerlerde hata ettiğimi ve belli ki bilinçsizce onlara karşı bile bir şekilde bastırıp bu tarafımı, her zamanki güçlü yanımı ortaya koyduğumu düşünüp, "haydeeee hadi buyrun buradan yakın" diyor, sonunda ben daha çok afallıyordum.

Ilk farkedişim telaşlı, kabullenişim dirençli, üstesinden gelişim sancılı oldu.
Yaşayarak bilgilenip tecrubelenmeyi, gezerek sadece bakmayıp görmeyi, yazarak kendimi bilmeyi öğrendim. 
Ben bile gerçek ben'i bu kadar uzun sürede tanıyabilmişken, gözlerine ve bakış açısına hakim olamadığım bir başkasının beni olduğum gibi görmesini veya benim bir başkasını, ciğerini bildiğimi iddia edecek kadar tanıyabilmemin çok büyük bir yanılsama olduğunu ögrendim. Yıllar, yollar, olaylar sonunda ben bu kadar değişmişken, insanların her şart ve koşulda kendilerinden beklediğim gibi hareket edeceklerini zannetmemin ne anlamsız bir bekleyiş, ne gereksiz bir yargılayış, birini her yönü ile tanıyabilmenin imkansız olduğunu ögrendim. 

Herkes birbirini değiştirmek için deli gibi cabalarken ve kimsenin kimseyi değiştirmeye gücü yetmezken, insanın kendi içinde devamlı değişmesi ve dışardan bakanların bunu görememesi ne büyük kontrastır hayata dair. Insanlar içinde bulundukları şartlara, duygulara, durumlara göre hareket ederler ve karanlık taraflarını da en zor zamanlarında çıkarıp su yüzüne, insanları şok ederler. Yıllarca anlamak için boşu boşuna kaybetmişim onca zamanı dünyanın en cömert adamının bir boşanma esnasında nasıl cimri birine dönüşebilmesini, 40 yıllık bir ortaklıkta nasıl birinin diğerine kazık atabilmesini. Boşuna şaşırmışım olmadık insanların olmadık hareketlerle karşımda dikilmesine. Gereksiz şaşırmışım birinin ekmek yediği yere nasıl ihanet edip, dostluklarını bir gecede satabilmesine. Insanlar, içinde bulundukları şartları, psikolojik durumları devamlı değişkenlik gösterirken, gerçekten çok zaman kaybetmişim birinin "bana göre!" saçma, ayıp, saygısız bir hareketi hangi kafa ile yaptığını anlamak veya yaptığını kendi mantığıma oturtmak için. Ben nasıl atlamışım hayatta kimsenin salt iyi ya da kötü olmayıp, herkesin ama herkesin içinde iyilikleri ile bir de karanlık yanlarını hep sakladıklarını.

Yaşadıklarımdan, gördüklerimden, kendimden öğrendiğim bir şey var ki, kimseyi tam olarak tanımak münkün değil hayatta. Kimsenin aklından geçenleri okumak, içindeki dünyasına tam olarak girilemeyeceğinden, bana anlamsız veya yanlış gelen düşünce ve hareket tarzlarını anlamak veya onun benim gibi düşünmesini sağlamak mümkün değil. Kimsenin canı yandığında, köşeye sıkışıp, zorlandığında nasıl hareket edeceğini kestirmek mümkün değil. 
Ve kimseyi, dışarıdan bakarak, peşin hükümlerimizle, kendi mutlak doğrularımızla, aceleci taraflarımızla yargılamak doğru değil!

Ben inanıyorum ki; belki kimseyi tam olarak tanıyamam, belki bana bakanların gözlerine ve bakış açılarına hükmedip, gözlerini üzerime giydiklerimden ayırıp, gözlerimin içine, içime bakmalarını sağlayamam ama ben kendimi tanır, gerçek ben ile kaynaşırsam belki yine anlayamam, belki yine şaşırır, belki yine mana veremem başkalarının yaptıklarına ama yargılamam. Yapacağım sadece kimi hayatımda tutup, kime uzaktan bakacağıma, gereksiz zaman ve enerji kaybetmemeye karar vermek olur.

Ben inanıyorum ki; ben kim olduğumu bilip, dışarıya da hep aynı kişiyi yansıtırsam, içimdeki gerçek "ben"in yanı başında olduğumu zannettiğim başka bir "ben"olmaz ve belki dışarıdan bakanların gözleri ile gördükleri de sadece "ben"olurum. Olmazsa da canları sağolsun deyip, çok da takmam!


Fotograf ; A man torn in Two http://instagram.com/p/QwpZNHyBb-/ BY DENIZ POYRAZ


27 Ocak 2013 Pazar

DENİZ




Bir adam öldü 77 yaşında...

İyi bir adamdı; yumuşak kalpli, güler yüzlüydü ama nedense kötü bir koca, kötü bir baba olduğu idi akıllarda kalan. 
İyi bir adamdı; sevgi dolu, gösterirdi de hep sevgisini ama nedense hiç toparlayamadı bir araya, bağlı ama hep dağınık ailesini. 
İyi koca olamadı; "hiç gün yüzü göremeden göçüp gittim bu dünyadan" dedi Hatice Sultan. 
İyi baba olamadı; "biz hiç hissedemedik sevgisini" dediler çocukları. Ne annelerinin ölümü bağladı onları yeniden, ne de bir damla göz yaşı döktüler ardından.

Bir adam öldü, bir kadın girdi camii avlusuna; adı Deniz, yaşı adama yakındı. 
Adı Deniz, adamın 45 senelik sevgilisi idi...Hep varlığını bildiğimiz ama hiç görmediğimizdi...Diğer hayat, öteki kadındı Deniz...
Girdi camii avlusuna gözleri yaşla dolu, bacakları titreyerek ve hayatında ilk defa kabul gördü. Adamın kardeşleri, tüm ailesi gidip kendini tanıttı, elini sıktı, sabır diledi. Cenazenin sahibinin "O" olduğunu hissettirdi. Adamın çocukları bile ses etmedi, aşkına saygına gösterdi.
Bir adam öldü ve bir kadın belki de 45 senedir ilk defa kendini suçlu, kötü, öteki kadın hissetmedi. Belki ilk defa rahat bir nefes aldı, belki ilk defa yaşadı aşkını herkesin içinde, utanmadı. Tanıyordu hepimizi, biliyordu tek tek kim olduğumuzu, neler yaptığımızı. Sanki yıllardır göremediği ve dokunmayı özlediği akrabalarıymışız gibi bakıyor, ağlıyor, insanın içini acıtıyordu...

Bir adam öldü 77 yaşında; ani olmadı, hastaydı...
İyi bir adamdı, sevgi dolu, yumuşak kalpli ama korkaktı. Ne aşkını sahiplenip, 45 senedir gerçekten sevdiği kadın ile ortaya çıkabildi ne de ailesini toparlayabildi. 
Ama belli ki çok sevdi ve sevildi. Başucundaydı sevgilisi son anına kadar. Kendi çocukları dökemeseler de bir damla yaş ardından, kardeşleri, Deniz ve kendinden olmayan Deniz'in oğulları hüngür hüngür ağladı...

Ve kim bilir her gün kaç kişi gözlerini yumuyor hayata, ne yarım kalmış hikayeler bırakıyor ardından. Kim bilir her gün kaç evin içine hüzün çöküyor, kaç kişinin kalbinde acı, boşluk, çaresizlik baş köşeye geçiyor. Kim bilir kaç kişi, sadece her şey bitip de zamanı geri getiremeyeceğini anladığı o anda yumuşuyor, hayata ve insanlara daha toleranslı bakıyor. Kim bilir kaç kişi kendini biran için kendini gidenin yerine koyup, kendi senaryosuna bakıyor, gözyaşlarının birazını da mutlaka kendine akıtıp, yeni kararlar alıyor hayata dair. Kim bilir kaç kişi o camii avlularında, bir tek hüznün hüküm sürdüğü odalarda hayatın ne kadar kısa, bazı kuralların boş, her şeyin biraz anlamsız olduğunu hatırlıyor. İstediğin gibi yaşayamadıkça gönlünce, o çok önemsediğin başkalarının düşüncelerinin ne kadar değersiz olduğunu anlıyor.

Her gün mutlaka bir yerlerde bazı evlere ateş düşüyor, mutlaka birileri hayata gözünü yumuyor, gerisinde mutlaka her biri roman olacak hikayeler ve gözü yaşlı birilerini bırakıyor ama biz duymuyor, bilmiyoruz. Tanımadığımız halde bize kadar ulaşanlar, tanımasak da bir şekilde içimizi burkanlar ise hayata kendini olduğu bırakanlar oluyor. Korkmadan yaşayanlar, aklından ve gönlünden geçenleri paylaşanlar, hayatta bir fark yaratmaya çalışanlar, arkalarında eserler bırakanlar oluyor.

Garip bir haftaydı geçtiğimiz hafta... Kim bilir kaç kişi göçüp gitti buralardan ve hiç haberimiz olmadı da 3 tanesi acıttı içimizi, yazık oldu, daha erkendi dedirtti. Türkiye, sevin yada sevmeyin, beğenin yada beğenmeyin fark etmez, geçtiğimiz hafta ardı ardına 3 önemli değerini kaybetti. Bu 3 adam gazetelerde, haberlerde yayımlanan hayat hikayeleri ile "kimsenin şans eseri bir yere gelmediğini" gösterdi. 
Şahsen çokça sevdiğim ressam Burhan Doğançay da, çok renkli karakter Mehmet Ali Birand da, bütün öğrencilerinin bayıldığı, çok insan Prof. Toktamış Ateş de yaşadıkları, arkalarında bıraktıkları ve hayatlarına dokunduklarına kattıkları ile fark yarattı. Gariptirki onların da hikayeleri yarım kaldı ama sebebi cesaretsizlikleri veya isteksizlikleri değil, zamansız gidişleriydi... Ve her gidiş zamansız ve biraz terkediliştir aslında...

Hayat kısa, insanlar binbir kafa, sevenin de canı sağolsun sevmeyenin de deyip arkanızda yarım kalmış hikayeler bırakmamanız dileğim. Bu dünyada temizleyip kalplerinizi, buradan geçtiğinizi anlatan bir iz, arkanızdan güzel bir şeyler bırakmanız ümidim. Hepinizin ömrünüzün uzun, terkedilişlerinizin çok uzaklarda olması isteğim. 70 küsur yaşındaki DENİZ gibi sevmeyi bilmeniz ama aşkınızı utanmadan, korkmadan yaşabilmeniz temennim..

Siz neye inanıyorsanız öyle dua edin tüm geçip gitmişlerin arkasından, ben "ruhları hafif, dönüşleri muhteşem olsun!" diyorum. 





13 Ocak 2013 Pazar

Gelecek Bugün Aslında


İki hafta kadar önce, en yakın arkadaşlarımdan Selin evlenme teklifi aldı sevgilisinden...
Kendisi 22 senedir hayatımın tam ortasında, mantığım olmayı üstlenip, rehber olmuş ve benim için yerinin "çok ayrı" olduğu birisi.
Birisi ile birlikte büyüyüp, hayatının yarısından çoğunu onun ile birlikte geçirdiğinde ve söz konusu o olduğunda; farklı hissedip, farklı düşünüyor insan. Birisi ile hayatının her bir detayını paylaştığında; sadece bahsi geçen haberi değil, ister istemez bütün bir hayatı  geçiriyorsun gözlerinin önünden. Birisi ile ruhen bu kadar yakın olduğunda; kafasının nasıl çalıştığını, kalbinin nasıl attığını biliyor, iç sesini duyabiliyorsun. Nerelerden gelip, nerelerde durduğunu, umduğunu bulamayıp nasıl burkulduğunu, nelere üzülüp nelerden mutlu olduğunu görünce bir hayat boyu birisinin; onun ciğerini biliyor, hissettiğini hissediyor, gözlerini okuyabiliyorsun.

Birisi ile en değerlin olanı, tüm sırları ile hayatını paylaştığında; onun için doğru olanı ve "geleceğini" görebiliyorsun. Aradığını bulduğuna ve mutlu olacağına tüm kalbinle inanıyor, hatta bunu biliyor, kendi başına gelmiş gibi seviniyor bir o kadar heyecanlanıyorsun.

Iki hafta kadar önce, komik sevgilisi Selin'e bir hayat boyu birlikte olmayı teklif etti, ben de bayram ettim. Çünkü biliyorum ki bunca senedir beklediği oydu;  çünkü biliyorum ki o adam bu hayata neşe ve canlılık katıyor, içine bolca sevgi atıyor; çünkü biliyorum ki bu bir hayat boyu sürecek.
Hadi burada beni snob ve kendini beğenmiş bulanlara biraz malzeme vereyim; biliyorum çünkü biz başka türlü kadınlarız. Çünkü biz hayatımız boyunca, birimiz mantığı diğeri duyguları ile hep doğru olanı arayanlardanız. Çünkü biz artık çok genç değiliz ve hayattan ne istediğimizi veya neyi hiç istemediğimizi biliyor, kapasak da bir süreliğine gözlerimizi sonunda onları görmezden gelemiyoruz. Biliyorum çünkü biz ihtiyacımız olanı değil istediğimizi seviyoruz, çünkü bizim dinimiz de imanımız da sevgi, sadece onu ve huzuru istiyoruz.

Bembeyaz kolalı örtülerle kaplı masanın etrafında kadehleri kaldıyor, bu anı kutluyoruz. Sahnedeki zenci bir şarkı söylüyor, duymuyoruz. Mumların yetersiz kaldığı, karanlık masayı, Selin'in boynundan sallanan yüzüğü ile aydınlatıyoruz. Damat kalkıyor bir an, masaya dönüyor, bir şey söylüyor ve arkasına baka baka giderken, yanımdaki Selin'e ; " demek bunca senedir beklediğimiz adam o, merak ettiğimiz geleceğimiz de buymuş diyorum! "... Selin gülüyor, ben düşünüyorum.

Hep geçmişi kurcalayıp, gelecek ile ilgili hayaller kurarken , aslında yaşadığınız bugünün o çok merak ettiğiniz "geleceğiniz" olduğunu hiç düşünmüş müydünüz? Hiç aklınıza geldi mi, bugün yaşadığınız hayatın o çok eski zamanlarda hayalini kurup, merak edip, heyecanla beklediğiniz günler olduğunu? Hiç oturup, geçmiş ile şuanı karşılaştırıp, yaşamakta olduğunuz geleceğinizden memnun musunuz değil misiniz diye kendinize baktınız mı? Acaba gelip sizi ziyaret etse umut dolu 16 yaşınız, geleceğinden umduğunu bulacak mı? Hiç farkettiniz mi geleceğimizdeki günler ne kadar başka hayatlara, bugün kendimizin ve bir başkasının bizim için aldığı kararlara, kötüymüş gibi görünen yaptığımız hatalara bağlı.

Biliyorum herkes yaşantısından memnun, hakettiğine inandığı kadar şanslı, başarılı, zengin veya mutlu değil bu hayatta. Biliyorum umutla başlayan yolculukta bir şeyler hep yarım, eksik kaldı, hep birileri yanlış yaptı, kahpe hayat durup durup çelme taktı. Biliyorum, gördüm çünkü çok zehir gibi zeki çocukların geleceklerinde ortalama hayatlar yaşadıklarını, ferah ve zenginlik içinde başlayan hayatların geride kaldığını, destansı güzelliklerin yerini büyümüş popolara ve yağlanmış göbeklere bıraktığını. Biliyorum bir hatanın, yanlış bir insanın koca bir geleceğe malolup, kendinize ve hayata olan inancınızı kaybettiğinizi. Kader denen kavramı tamamı ile yanlış yorumlayıp, onun bir kurbana ihtiyacı olduğunu sandığınızı.

Ama ne kader zannedilen kadar gaddar, ne de ipleri başkasının elinde, onu unutuyorsunuz!
Bugün ne yaşıyorsanız yaşayın, ne kadar mutlu ve mutsuzsanız kendi tercihiniz olduğunu atlıyor, geçmişte yaşadığınız hayal kırıklıklarınızı, korkularınızı sanki çok matah şeylermiş gibi kendinize saklıyorsunuz. Birçoğunuz benim Polyanna'cılık oynadığımı, hayatın da bana kolay ve renkli olduğunu düşünüyorsunuz ama başımıza gelen olayları kabullenip ayağa kalkmak ile kendimize acıyıp, kurban rolünü seçmek arasındaki farkın ne olduğunu göremiyorsunuz.

Bunları da okuduklarımdan değil bizzat yaşayıp, kıymet verip üzerinde düşündüğüm hayatımdan biliyorum. Hayatın başkalarının tecrübeleri ile yaşanamayacak kadar çetrefilli, bir kenarda bekleyip uzaktan bakılmayacak kadar renkli ve zevkli olduğunu düşünüyorum. Hayatta herkesin ama herkesin başarızlıkları, mutsuzlukları, zayıf ve eksik noktaları var ama çaktırmıyorlarsa etrafa, mutlaka ayağa kalkan savaşçılar onlar diyorum.
Düşünüyorum da beklenenin aksine kolej imtihanında son tercihim Italyan Lisesini kazanmayıp, herkesin beklediği gibi Türkiye'nin en yüksek puanlı okuluna girseydim, belki annemi hayal kırıklığına uğratmayacak ve bir süre süren dırdırlarından kurtulacaktım ama  bugün yaşadığım hayatı yaşamıyor, bugün hayatımdaki insanları tanımıyor, bugün bambaşka bir ülkede ikinci bir hayatı tadamıyor, bugün Idil ve Ülkü'den doğacak bebekleri heyecanla beklemiyor, Selin'in en güzel günlerinden birinde yanında, o çok merak ettiğimiz geleceği yaşadığımızı farkedemiyor olacaktım. Yine eğer universite sınavında bir başarısızlık örneği daha göstermeyip, pek de sallamadıgım İşletme Fakültesi yerine Hukuk Fakültesini kazanmış olsaydım, bugün o 16 yaşımdan beri hayal ettiğim işi yapamıyor olacaktım.
Hayatıma soktuğum tüm yanlış insanları tanımayıp, onlara bir süreliğine de olsa bağlanmasaydım, bugün hayatta neyin ve kimin gerçekten önemli olduğunu anlayamayacak, kendimi bulamayacaktım. Kazıklar yemeseydim iş hayatında, görmeseydim kaypaklıkları, bugün önümdeki tehlikeleri algılayamayacaktım.
Ben her türlü sıkıntı ve mutsuzlukta kalsaydım yerimde geçmişte, hayal etmeyi bıraksaydım oralarda bir yerde, beni ziyarete gelen 16 yaşındaki küçük, heyecan ve umut dolu Deniz'i mutlu edemeyecek, bugünkü hayatımı sevmeyecektim.

Hiç düşündünüz mü, bugün aslında geçmişinizde o çok merakla beklediğiniz geleceğiniz. Ve farkında mısınız bugün aldığınız kararlar, kurduğunuz hayaller, düşünce şekliniz önünüzdeki geleceğinizi yazıyor. Düşünmediyseniz, bir oturup düşünün isterseniz, belki bir şeyler değişir hayatta...

İki hafta kadar önce, çok güzel bir adam, çok ama çok güzel ve nadir bir kalbe evlenme teklifi etti, ben de o çok merakla beklediğimiz geleceği yaşadığımı farkettim. Hoşgeldin hayatımıza tatlı adam, bir ömür boyu beraberiz artık...


Fotograf by DENIZ POYRAZ http://instagram.com/p/ROA5pmyBQy/




6 Ocak 2013 Pazar

Güzeldin sen, çünkü.....


Bugün sadece kendim için yazıyor, tıpkı eskiden yaptığım gibi, gelecekteki geçmişime not düşüyorum...
Bugün her zaman ki gibi içimdekini olduğu gibi kağıda döküyor, kelimelerle görünür hale gelecek ve varsa, bazı yükü ağırlaşan duygulardan kurtulmayı ümit ediyorum. Bugün sadece kendim için yazıyor, yine hızla geçen bir senenin, son temizliğini yapmayı, yeni senenin ilk günlerinde, geçeninin son noktasını koymayı planlıyorum.

Sonuca bakarım ben; bir başlangıcı bellidir çıktığın yolun benim için, bir de vardığın son noktası... Arada yaşananlar ayrıntıdır sadece ve bana göre yaşam, çoğunun zannetiği gibi ayrıntılarda gizli değildir aslında. Ne yaşanan olayların esamesi okunur yolun sonunda, ne de o olayları yaratan sebeplerin manası kalır aklımda; bir tek gerisinde bıraktığı duygular, bir tek bende yarattığı farklılıklar, bir tek beni taşıdığı yerdir esas olan. Sağıma soluma aldırmam, kimse ile yarışmam, sonuca odaklanır; ileriye mi yoksa geriye doğru mu attım adımı, ona bakarım.

Ve işte yine oturmuş, hızla geçen bir senenin ardından vardığım noktaya bakıyorum. Onca olaydan, onca yolculuktan, onca insan ve duygudan geçip geldiğim, gelip de buluştuğum yeni bana bakıyor, nasıl bir seneydin acaba sen 2012 diye soruyorum. Zihnimi hızla çalıştırıyor, gereksizleri ayıklıyor ve bir film şeridi gibi geçiriyorum gözlerimin önünden koca bir seneyi. Sonuca bakıyor ve herşeye rağmen çok güzel bir seneydin diyorum.

Güzeldin çünkü; en sevdiklerim hep yanı başımda, en sağlıklı halleri ile omuz omuzaydı. Yine ne sevgilerini esirgediler ne de desteklerini, hep yüreklendirdiler. Gördüler gözlerimden akan birkaç damla yaş ama ne sorguladılar ne de yargıladılar;  orada öylece dimdik durup, güç oldular. Bu sene de kurduğum hayallere kaptırıp kendilerini, benim ile birlikte heyecanladılar; hiç durdurmadılar. Rengarenk ve suprizlerle doluydular yine bu sene, çokça gülüp, bir o kadar da yüzümü güldürdüler.

Çok güzeldin sen 2012 çünkü; bir hayalimi daha gerçekleştirip, oturduğum yerden binlerce insana ulaştığım bir seneydin. Yazıp da öylece ortaya bıraktığım duygularımın, düşüncelerimin hiç tanımadığım insanlar tarafından okunduğunu, onlardan bazılarının yüreklerinde yer alıp, hayatlarına dokunduğunu gördüğüm çok şahane bir seneydin. Insanoğlunun din, ırk, cinsiyet, sosyal statu farketmeksizin sadece etten, ruhtan ve duygudan ibaret olduğunu bir kere daha anladığım ve herkese biraz daha yakından bakmaya özen gösterdiğim bir seneydin.
Nereden geliryorsak gelelim veya ne kadar farklı şeyler yaşıyorsak yaşayalım, en nihayetinde hepimizin aynı acıları, korkuları, mutsuzlukları yaşadığımızı; hepimizin dünya bir yana aşk bir yana deyip, en çok orada tökezleyip çuvalladığımızı; hepimizin en çok umut ile beslenip, onunla hayata tutunduğumuzu tecrübeledim.
Içimde hissettiğim gücün, hayalperestliğimin yanı sıra cesaretimden de kaynaklı olduğunu öğrendim senden 2012. Insanların çoğunun ölmekten çok, enteresan bir şekilde "yaşamaktan" korktuğunu; yaşadığı bütün duyguları utanmadan, korkmadan ulu orta paylaşan bana, biraz garip, biraz şaşkın, biraz da merakla baktığını gördüm. Küfürlerle, tepkilerle, aceleci yargılamalar ve peşin hükümlü kişilik analizlerimle de karşılaştım elbet ama bir kere daha herkesin beni sevmesini ve beğenmesini beklemediğimi, bunun için de en küçük bir çabam dahi olmayıp, insanların düşüncelerinden dolayı doğru bildiğim yoldan ayrılmayacağını anladım. Kalan sağlar benimdir, candır deyip sadece 6 ay önce başlayan bu yolculuğun sonunda 15.000 gibi benim için çok büyük bir takipçi sayısına ulaşmama hem çok şaşırdım hem de hayatta ne yapıyorsan yap, samimiyet ve tutku ile yaptığında, mutlaka insanlara ulaştığını, onlarca kabul gördüğünü ve dışarıda ne kadar "çok" insan olduğunu farkettim.

Önemliydin sen çünkü; bütün bir geleceğimi etkileyebilecek çok büyük bir yanlıştan direkten döndüğüm bir seneydin. Hayatımdaki en iyi kararlarından birini alarak, komple bir geleceği değiştirdiğimi bildiğim ve Tanrı tarafından bir kere daha korunduğumu hissettiğim bir seneydin.
Bazen olmazı oldurmaya çalışmanın, kendinden gereğinden fazla vermenin, yanlışı illa doğruya çevirmeye çabalamanın gereksiz ve hatta imkansız olduğunu öğrendim.
Gözlerini sıkı sıkıya yumup, kulaklarını tıkasan da tüm dünyaya, bir içinden gelen sesi susturamadığını ve o içindeki sesin hep en doğruyu söylediğini anladım.
Sevginin bir kalp çarpıntısı, yaşam enerjisi; güvenin ise onun tutkalı olduğunu gördüm. Güvenmediğin birine teslim olmanın mümkün olmadığını, güvenemediğin insanların bencil insanlar olduğunu, bencil insanların aslında sadece sevilmeyi bilmediklerinden veya beceremediklerinden bencil olduğunu ve sevgiyi tanımayanlara hiçbir zaman güvenemeceğimi öğrendim. Bazı insanların kalabalıklar içerisinde bile hep yalnız olduklarını ve onların da en çok yalnızlıktan korktuklarını yaşadım.
Hayal kırıklıklarının tamir edilebildiğine ama derinlerde bir yerde yerini öfkeye bıraktığına ve yersiz öfkenin bana uygun bir şey olmadığına karar verdim. Karanlık tarafları ön planda insanların arasında onlardan biri olmak istemediğimi anladım.
Öfkeyi bir kenara bırakınca, en çok bu sene gerçekten ihtiyacım olan şeyin ne olduğunu anlayıp, en çok bu sene kıymet vermeyi öğrendim.
Aşkın hep içimizde olduğunu ve asla bizi terketmeyeceğini, sen hazır olduğun sürece ilk onun yanıbaşında bittiğini farkettim. Aşkın karşındaki insandan çok kendinden kaynaklandığına inandım.

Güzeldin çünkü; yine onbinlerce kilometre yol yapıp, hiç bilmediğim ve çok iyi tanıdığım yerlere gidip ruhumu besledim, kendimi özgür, güçlü, mutlu hissettim. Yeni yeni insanlarla tanışıp, bambaşka yaşamlara dokundum. Hayattaki en büyük lüksümün zıp zıp ruhumu beslemek olduğunu ve sabit durmanın benim için mümkün olmadığını, olmayacağını, olmaması gerektiğini anladım bir kere daha. Korkularımı yollarda bıraktığımı, enerjimi evimden uzakta aldığımı, hayallerimi başka başka yataklarda kurduğumu farkettim.

Bir sonuca bir de hep ileriye bakar, işime yaramayanı bir kenara atarım ben. Ve gelecekteki geçmişime not düştüğüm şu anda görüyorum ki güzel hatta çok güzel bir seneydin sen 2012. Onca olaydan, onca yolculuktan, onca insan ve duygudan geçip geldiğim, gelip de buluştuğum yeni bana bakıyor ve memnun oluyorum.

Hem seni hem de bu şarkıyı sevdim 2012...
Dileklerimi gerçekleştirdin, ilerlettin, ezdin geçtin ama yine de sonunda huzur, sevgi, geleceğe dair kocaman bir umut verdin...




16 Aralık 2012 Pazar

Elleri Pis, Ruhları Hasta!



Geçenlerde, her hafta, düzenli olarak yazılarımı takip ettiklerini bildiren Kocaeli'li iki hanımdan, üzerinde çalıştıkları sosyal sorumluluk projesine destek vermem ile ilgili bir mektup aldım. 
Konu, kadınların maruz kaldığı şiddet, istekleri ise bu konu ile ilgili çekecekleri kısa film için gerekli bir anket idi.

Kendilerine verdiğim kısa cevap " ben bu konu ile ilgili size geri dönüş yapacağım" olurken, içimden geçen "yaparım tabii ama nasıl yapmalıyım?" oldu. 
Neredeyse 10 gündür, cevaplar havada, "şiddet" kelimesi aklımın bir köşesinde asılı kaldı...

O günden beri şiddete, şiddet denilince aklıma ilk gelen kelimelere ve bende uyandırdığı duygulara takılıyım. 
Kadına şiddet deyince aklıma ilk fiziksel bir zorbalık geldiğinden ve ruhuna defalarca darbeler almış bir kadın olmama rağmen çok şükür tekme tokat bir kendini kaybetme durumu ile karşılaşmayan biri olarak, bilmediğim bir duyguyu bilenlerin dilinden nasıl anlatabilirim bu haftaki derdim oldu.

Şiddeti düşündükçe aklıma ilk düşen kelimeler, sırası ile öfke oldu, korku oldu, utanç ve aşağılanma hissi oldu... Ve zihnimi karıştıran, bu kelimelerin bu kadar çabuk belirmesi değil de verdiği tanıdık duygular oldu. Ne babamdan bir fiske yemiştim hayatımda, ne abim kırıp geçirmişti ortalığı, ne de ruhuma evet, kalbime evet ama yüzüme bir darbe vurmamıştı en azılı sevgililer bile ( ki burada hafızam bildiğin oyun oynuyordu). Neden bu kadar yakın bağlantılıydı şiddet ile bu duygular ve nereden çıkıyordu bu tanışıklık? 

Şiddet günlerce asılı kaldı aklımın bir köşesinde ve bakın neler getirdi koydu geçmişten önüme...

Annem, annesini kaybettiğinde, 34 yaşında gencecik bir kadın, bense 4 yaşında küçücük bir kız çocuğuymuşum. 4 yaşımdaydım, hatırlamıyorum anlatacaklarımı, sadece yıllarca bu hikaye ile büyütüldüm, bana annemin anlatıklarından biliyorum.

Anneme, annesinin ölümü ağır ama çok ağır geliyor. O da benim gibi bir ana kuzusu, kocasına ve çocuklarına rağmen kolu kanadı kırılmış, biraz hayatta tek başına kalmış gibi hissediyor. Sanırım o kadar zorlanıyor ve saklayamıyor ki acısını, henüz 4 yaşında olmama rağmen, acısını ben bile görebiliyor ve daha fazla üzülmesin diye kendimce onu teselli ediyorum. Aylarca annesinin ölmediğini, bir hastahanede olduğunu, iyileşip geri geleceğini söyleyip onu avutmaya, "hadi o zaman gidip ziyaret edelim" dediğinde ise hastahanenin çok uzakta olup, oraya gidemeyeceğimizi söyleyip onu kandırmaya çalışıyorum. Annem der ki; "o kadar yumuşacık bir çabaydı ki yaptıkların, bazen sırf kendimi iyi hissetmek için sorar, sen de hiç değiştirmeden aynı cevapları verirdin".
Ancak günlerden birgün ne olduysa, bir yaramazlık yapıyor, belli ki anne de kontrolden çıkıp, popoma okkalı bir şaplak patlatınca, öfke dolu gözlerle kendisine dönüp, 4,5 - 5 yaşindaki çocuğun pür gaddarlığı ile ;" ohh canıma değsin, annen de öldü, şurada toprağın altında yatıyor" cevabı ile onu cezalandırıyorum. 
Annemin o gün gözlerimde gördüğü ve bugün hala gülerek anlatırken, hatırladığı tek duygu "öfke" oluyor.

8-9 yaşlarımda bahçede oynuyor, dalları ağırlıktan yerlere sarkan dut ağacından dut yiyordum. Hatırladığım, bir setin üzerinde oturduğum, çevremdeki mahalleden çocukların ise avuç avuç dutları, aşağıda geçen arabalara fırtlatmalarıydı. Çocuklar sonunda camı açık arabalardan birini isabet ettiriyorlar, araba ani bir fren yapıyor, çılgına dönmüş bir kadın arabadan fırlayıp, bize doğru koşuyordu. Çocuklar dağılıyor bir ben oturduğum yerde kalıp, olanları izliyordum. Yapmamıştım ki ben bir şey, kaçmama gerek yok diyordum; ancak öfkeli kadın yakaladığı gibi kolumdan beni aşağıya doğru çekmeye çalışınca, canım acıyordu. Hissettiğim acıdan çok korku, derdini dile getirememenin çaresizliği oluyor. 

12 yaşımdayken,  ilkokul öğretmenim tüm sınıf arkadaşlarımın ortasında suratıma bir tokat atıyor, ne yaptığım hatayı hatırlıyorum ne de dediklerini, aklımda kalan bir tek utanç oluyor.

21 yaşında aptal bir kız çocuğu iken, o zamanki aklımla ilişki denen şeyi ne zannediyor ve ihtirası nasıl algılıyorsam; konunun ne olduğunu bile hatırlamadığım bir sebepten, biraz da özentiden erkek arkadaşıma tokat atıyor, hemen geri karşılığını alıp hayatımdaki ilk ve tek gerçek tokatı yiyorum. Bugün ne o gün nerede olduğumuzu, ne tokatın sebebini, ne de sonrasında nasıl barıştığımızı hatırlıyorum ama aklımda o günden kalan tek duygu "aşağılanma duygusu" oluyor. O güne kadar ve şimdi düşününce hala o gün kadar hayatımda aşağılandığımı hatırlamıyorum.

Günlerce aklımın köşesinde asılı kalan şiddetin, tanıdık duyguların sebebi serilince önüme, buna maruz kalanların en azından neler hissediyor olabilecekleri beliriyor gözümde ve diyorum ki;

"Dünyada her üç kadından biri, hayatında bir kere şiddet görüyor ya da tecavüze uğruyor."... Yaşadığımız topraklardaki  eğitim düzeyini, toplum yapısını, yasalarını, dayak cennetten çıkmadır atasözleri ile yetiştirilen insanlarını göz önüne alacak olursak, bu sayının, Türkiye'de dünya üzerinde yapılan istatistikten çok daha fazla olduğuna kalıbımı basarım...

Düşünün ki tanıdığınız, karşılaştığınız, birlikte iş yapıp, yanınızda çalıştırdığınız kadınların bir kısmı alenen veya gizlice hayatlarını, öfke ile, korku içinde, utanç duyarak ve değersizlik hissi ile geçiriyor. Düşünün ki bunu yaşayan kadınların çocukları, bu vahşete şahit oluyor ve hatta bizzat maruz kalıyor. Düşünün ki elleri kolları bağlı zannediyor bu kadınlar kendilerini, çaresizlik göbek adları oluyor. Sırf annesi üzelmesin diye kendini paralayan 4 yaşındaki çocuk bile öfke duyup yediği şaplağa, can acıtmak istiyorsa, kocaman kadın ister mi böyle yaşamayı? Ama karşı çıkamıyor, korku önlerini kesiyor, dur diyemiyorlar. Öylesine bir korku ki bu, damarlarından zerk edilmiş; herzaman herşeyi yapabilir beklentisi, hiç bitmeyen bir yürek çarpıntısı gibi. Düşünün ki bu kadınların acıyan yanları etleri değil ruhları. Kanayan yerleri dudakları değil kalplerinin derinlikleri. Ayaklar altına alınan çelimsiz bedenleri değil, gururları. Tekme atılan yerleri bögürleri değil, çok daha derinlerde özgüvenleri. Kırılan yerleri kemikleri değil, geleceğe dair ümitleri, hayalleri. Düşünün ki bu kadınlar ve çocuklar, en güven duymalari gereken yerde, evlerinde; huzursuzlar, uykusuzlar, mutsuzlar.
Kafese kapatılmış gibi çaresizler...

Ve yine diyorum ki:

Siz ki dışarıdaki dünyadaki başarısızlıklarınızın, kayıplarınızın, al aşağı edilmiş gururlarınızın acısını evdeki karınız ve çocuklarınzdan çıkarıyorsanız; en büyük beceriksiz, çok büyük ezik ama daha da önemlisi "hastasınız", gidip profesyonel bir yardım alın!
Siz ki paranıza, sosyal statünüze, sağladığınız hayata güvenip, karınız, çocuklarınız üzerinde herşeyi yapabilme hakkını kendinizi görüp, onlara el kaldırıyorsanız; en büyük karaktersiz, çok büyük zavallı  ama daha da önemlisi "hastasınız", gidip profesyonel bir yardım alın!
Siz ki bu ailenin direği de, reisi de benim, ister severim, ister döverim diyorsanız, en büyük güçsüz, çok büyük sadistsiniz ( bu kategorideyseniz bu kelimenin anlamını bilmiyor olmanız muhtemel, bir sözlüğe bakın) , kisacası "hastasınız", gidip profesyonel bir yardım alın!
Nerede okuduğunuz umrumda bile değil, isterseniz Harward mezunu olun, kendinizi kaybedip evdeki karınıza, çocuklarınıza el kaldırıyorsanız; en büyük cahil, çok büyük sahtekar, ama daha da önemlisi "hastasınız", gidip profesyonel bir yardım alın.
Siz ki içkiyi adabı ile içemeyip, damarlarınızda dolaşan alkol ile ortalığa saçılan bastırılmış duygularınız, birilerinin tenine dokunuyorsa; çok büyük aciz, en büyük alkolik ve siz de "hastasınız", gidip profesyonel bir yardım alın.
Kendi yediğiniz haltlara bakmayıp siz ki namus adına, töre adına, din adına kaldırıyorsanız o elleri; en büyük yalancı, çok büyük günahkar ama daha da önemlisi "hastasınız", gidin profesyonel bir yardım alın.

Yani demem o ki; sebebinizin ne olduğu önemli değil benim için. Kalkıyorsa o eller, dokunuyorsa başka tenlere, iz bırakıp anılarda, yaralar açıyorsa ruhlarda, kendinizi inandırdığınız veya başkalarını kandırdığınız gibi bir kişi değil, açık açık yazıyorum; HASTASINIZ! GIDIP PROFESYONEL BIR YARDIM ALIN!

Burası yazmakta en zorlandığım bölüm ki; siz ki bir kadının, bir çocuğun üzerine abanıp, zorla kendisine sahip olutyor ve tacizde bulunuyorsanız, direk söylüyorum, midemi bulandırıyorsunuz. Çok büyük bir sapıksınız, gidip kendinizi bir yere kapattırın, INSAN DEĞILSINIZ!


Ve hanımlar, çocuklar; kimsenin size bunu yapmaya hakkı olmadığını, ne olur hatırlayın istiyorum. Başınıza gelenler ne sizin yaptıklarınızla alakalı, ne de yapmadıklarınızla. Ruhlarınızı acıtanlarda sorun, siz de değil buna inanın istiyorum. Ağzınızla kuş tutsanız, unutturamazsınız onlara ezikliklerini, güçsüzlüklerini, bastırılmış duygularını. Bildiğiniz hasta bu insanlar, devası da sizler değilsiniz. Korku içinde yaşamayın artık. Korkmayın, boyun eğmeyin, devlet uzatmıyorsa elini, uzatacak eli bulana kadar aramaktan vazgeçmeyin!

Ağızlardan dökülen zehir zembelek sözler ve dengesiz hareketlerle insanların ruhları yeterince acıyor zaten; bir de sürmeyin o pis ellerinizi üzerlerine! Kadına, çocuğa, güçsüze, kısacası komple ŞIDDETE HAYIR! 


ONEMLI NOT : Dünya çapında ve bir çok ünlü kişinin de destek verdiği ONE BILLION RISING adında bir kuruluş, 14.Şubat.2013 tarihinde dünyanın dört bir köşesinde, Kadına şiddete hayır için, sadece dans ederek gerçekleştirecekleri bir protesto organize ediyorlar. Bana mektup atan hanımlar bu organizasyonun Kocaeli subesindendir. Kendilerinin facebookta ONE BILLION RISING/KOCAELI adında bir sayfaları bulunmaktadır. Bu proje için kısa metrajlı bir film çekmek istemektedirler ve sizlerden "şiddet denilince aklınıza ilk gelen cümleleri söyleminizi" istemektedirler. Benim cevabım bir cümleyi geçti ama belki sizlerde bu yazının altına bu isteklerini yerine getirerek, bu kanayan yaraya bir katkıda bulunabilirsiniz! Belki sayfalarını da ziyaret edip, daha da büyük destekler verirsiniz.

Hanımlar geri dönüşüm bu yazıdır, umarım yardımı dokunur.

Sevgiler


Fotograf : http://instagram.com/p/QxI0wnMaAa/ by ERAY KIRMANLI