24 Nisan 2012 Salı

Ana Kucağı


Bugünkü aklım olsaydı, geçmişten yana farklı yapmak istediğim tek şey psikoloji okumak olurdu.
Yanlış anlaşılmasın bu bir keşke değil, zira baktığımda geçmişten bugüne; yaptığım ve yaşadığım her şeyin içine kendimi bilerek ve isteyerek attığım, mantığın engel koyduğu her olayda kendisini itina ile görmezden gelip o işi bir güzel canım arkadaşım Selin'e havale ettiğim ve her yeni görünende deli gibi heyecanlanıp, dibine kadar gittiğim için hiçbir pişmanlık, hiçbir keşke yok hayatımda da o zamanlar farkedebilseydim psikolojiyi bu kadar sevdiğimi ve okuyup kendimi daha donanımlı hale getirebilseydim belki bugün gel-gitli günlerimi daha iyi anlayabilir, daha kolay geçişler yapabilir, hızlı çıkışlarımı daha yumuşak inişlerle yere kondurabilirdim.

Herşey elimin altında, yeterince uğraş, yeterince heyecan, haddinden fazla hareket ve insan varken ve hiçbirine de yeterince zaman yokken hala ara ara hissettiğim ve içimi adeta düğümleyen bu yoksunluk duygusunun nereden peydahlandığını belki anlayabilir, bir çırpıda icabına bakabilirdim.

Şu son bir iki gündür "Allah'tan belanı mı istiyorsun?" kıvamında günler yaşıyor ama tam da adlandıramadığımdan hissettiklerimi sinir oluyorum.
Aynı gün içerisinde bir heyecanlanıp, bir soluyor, bu bir yukarı bir aşağılarla ruhumu çorbaya çevirip ne tam olarak ne hissettiğimi ne de gerçekten istediğimin ne olduğunu anlayabiliyorum ve sinir oluyorum. Sadece kendime de değil elbet, aldım ya sazı bu son aylarda elime, artık biraz kabak tadı vermeye başlasa da önüme gelene sinir olmaya devam ediyorum.

Birşeyi on kere tekrarlamaya ama yine de sanki hiç konuşulmamış, hiç bahsi geçmemiş gibi milletin bildiğini okumasına ve sadece sen çileden çıkınca söyleni yapmasına sinir oluyorum. Nezaketten uzak, adaptan bi haber, medeniyeti tek dişi kalmış canavardan, herşeyi de kendinden ibaret zanneden insanlara sinir oluyorum.
Şuurunu kaybetmiş eski kocaya, gevrek gevrek seviyesiz konuşana, varoş karılara, sonradan görme adamlara, bozmayacağım diye disiplinimi buraya çakılıp kalmış, yokmuş başka derdim gibi millete sarıyor olmama ama şu sıralar en çok da Stefano'ya sinir oluyorum. Kördüm öldüm, badem gözlü oldum, yeni uyanmış olacak zaar koca kafa, herzaman ki gibi çalıyor kapıyı da sanki açsam orada olacak, yaramaz çocuklar gibi zili çalıp topukları sıvamayacak. En çok ama en çok hayatta ne istediğini ve elindekinin kıymetini bilmeyene sinir oluyorum.

Peki sinir oluyorum da ne oluyor? Koca bir hiç! Sadece içim şişiyor, canım sıkılıyor, bir yerlere gitsem kafayı dinlesem diyorum ama gelecekler var diye hareket de edemeyeceğimden, iptal edip tüm programları atlayıp ana kucağına gidiyorum.

Yaş kaç, sıkıntı dert ne olursa olsun bazen bir tek o, bir tek onun ilgi ve şevkati iyi geliyor insana...Sormuyor hicbir şey, sormasına da gerek yok zaten "sana geliyorum anne"deki sesinin titremesinden anlıyor sıkıntını, meselesi de olan biten değil zira bir tek sensin onun focusu, en sevdiğin yemeklerle, öpüp koklamaları ile sarıp sarmalıyor, kapının dışında bıraktırıyor herşeyi. Yaş kaç olursa olsun, onun için hala küçük kız çocuğusun, bastırıp sımsıkı yumuşak sinesine, kulağına bildiği en güzel sözleri, dilinin döndüğü dualarını fısıldıyor, bunlar da geçecek, dünya yıkılsa başına biz hep buradayız, yanındayız gücünü veriyor itina ile.

Bazen sadece O iyi geliyor, yaş kaç olursa olsun sadece onun tarifsiz sevgisi içindeki düğümü açıyor, geçici de olsa nefes aldırıyor...(23.04.2012 gece yarısı)...

Tam da bu satırların sonuna geldiğimde, gecenin sessizliğinde bir mesaj sesi beni yerimden zıplatıyor, içimi hoplatıyor sanki okuyacaklarımdan haberdarmışım gibi. "Yok canım değildir" diye gardımı alsam da hayalkırıklığına karşı,   gördüğümde yazılanları yine bir heyecanlanıyor, sonra hemen soluyor, ne hissettiğimi ama en çok da ne istediğimi bilmez bir şekilde kalıyorum öylece birkaç saniye. Duygular coşuyor, özlem bangır bangır bağıriyor, mantık olmaz diyor ama gönül ferman dinlemiyor, gece yarısını çoktan geçmiş Selin de çoktan rüyalar diyarında, ne olacaksa olsun diyor ve cevap veriyorum...

Cevap veriyorum ve çok da iyi ediyorum; uyku girmese de o gece gözüme, ertesi gün bambaşka bir güne  uyanıyor, boğazda yunuslarla kahvaltı ediyorum. Hasretim bitiyor, acılığım gidiyor, tüm karın ağrılarım geçiyor, ait olduğumu bildiğim yere dönüyorum. Yeniden ne hissettiğimi ve daha da önemlisi ne istediğimi biliyorum. Hissettiğim şey huzur ve geleceğe dair kocaman bir umut oluyor.

Ve biliyorum ki bir annemin duaları bir de sevdiğim adamın yanında olmak bana iyi geliyor ...
Eve döndük biz!


Fotograf; yuksek ihtimal by BORA AKMAN
Muzik(yazarken) ; La Notte by ARISA








18 Nisan 2012 Çarşamba

Silmeyelim Çünkü Baştan Alamıyoruz


Havaalanında post ettiğim "Gitmeden Hemen Önce" yazılarımdan #83 ü bloga yükledikten sonra uçağa doğru yol alırken mesajlar alıyorum " başlık var, içerik yok!".
Bakıyorum hakikaten yok, yazım silinmiş, ben daha yerdeyken o çoktan uçmuş, gitmiş...Bir iki yeri kontrol ediyorum ama uçaktayım artık yapacak birşey de yok, vardığımda Roma'ya bakarım, bulurum, bulamazsam yeniden yazarım, nasılsa hatırlıyorum satır satır diyorum.

Ama bir türlü eğitemediğim, kafama takılanı anında halletmem gerektiğine inanan arıza tarafım var ya, olur da bulamazsam diye açıyorum uçakta bilgisayarı, yeniden yazmaya başlıyorum. Ama olmuyor. O kısacık, çok da anlam yüklü olmayan topu topu 2 paragraf laylaylom yazı bir türlü aynı çıkmıyor. 15 dakikada yazdığım yazı için 2 saat uğraşıyor ama bir öncekinin verdiği hafiflik duygusunu bir türlü veremiyor ve sonunda pes ediyor, yazmaktan vazgeçiyorum.

Mis gibi bir bahar havası beklerken, yağmurlu bir Roma akşamında şehir merkezine doğru arabayı kullanırken; yanlışlıkla veya aptallıkla sildiğimiz, kırdığımız, döktüğümüz şeyleri tamir etmeye kalksak da yeniden nasıl birebir aynısına ulaşamadığımızı düşünüyorum. Kırana, dökene, kaybedene kadar çok da özen göstermediğimiz şeyleri sonrasında nasıl aradığımızı, kaybetmek istemediğimizi farkedip tamir etmeye kalkıyoruz ama olmuyor işte aynısı. Aslında mükemmel olmasa bile bir öncekine benzesin diye daha çok uğraşıyor ama o eksik kalan parçayı bir türlü bulamıyor, belli belirsiz çatlağa gözümüzü kapamayı beceremiyor, bir öncekinin kıymete binmiş halini hayal etmeyi bırakamıyoruz.

Onun için ya sildiklerimizi, kırdıklarımızı atacacağız çöp sepetine, bırakıp oldukları yerinde uğraşmayacağız ya da  ne yapıyorsak, ne yaşıyorsak tutku ile yapıp, tutku ile yaşayacağız. Kırmamak, kaybetmemek için çabalamamız, özen göstermemiz gerekiyor zira gözünü kapamayı beceremiyorsan çatlaklara sil baştan olmuyor hiçbir şey; maalesef  bir taraf hep kırık, yarım kalıyor.

Ben de bıraktım yazıyı, silinmiş kaldı blogda. O halini de silmedim zira kafamın içinde yazdıklarım, yenisini istemesem de baktıkça hatırlayayım diye...

Roma ise Roma idi, her zamanki gibi muhteşem, yağmur da olsa, gri de olsa sevdiğim şehirdi. Sara ve Francesco ile keşfedilen yepyeni bir lokal, tadılan şişe şişe yeni şaraplar, anılar, kahkahalardı...Güzeldi yani; gitmeden önceki yazısı silindi ama tadı damağımda kaldı.

Fotograf; To Rome With Love (Woody Allen) by DEN
Muzik(yazarken); Sil Bastan by SEBNEM FERAH



16 Nisan 2012 Pazartesi

Blablabla...


Yaptım hayattta güzel birkaç şey de göreceli olduğundan güzellik, olsa da saymasa birileri güzelden hiçbirini, yine de birine, çocukluğumdan beri yaptığım arkadaş seçimime dokunamaz, ona şapka çıkarmadan öylece silip atamazlar.
Şans mı, hissiyat mı bilemem ama o kadar güzel ve özel insanları almışım ki iç dünyama, düştüğümde de yanımdalar, en güzel kahkalarımda da. O kadar çoklar ve o kadar uzun zamandır varlar ki hayatımda, yürüdüğüm uzun yolda, bebe denecek yaşımdan beri yoldaş, bazen yaslanacak omuz, bazen arkadan itekleyen güç, bazen de yaşadıkları heyecanlar ve başarılarla ilham kaynağılar.

Şanslıyız Tanrı'ya çok şükür, hayat da güzel de herzaman pespembe değil elbet; arada bir tökezleyip, düştüğün, çarpıp duvarlara yere yapıştığın olur ya işte onlar istisnasız hep oradalar. Çıkmayan sesinle tedirginleşip kapını arşınlarlar, konuşmazsın zorlamazlar, çığlık çığlığa haykırışlarında duvar; düştüm ben, bırakın beni kalkmayacağım dediğinde mutlaka uzanan el olurlar. Döndüre döndüre anlatırsın dinlerler ama asla yangına körükle gitmez, seni daha da fazla cellanlendirmezler.
Kötü günde herşeye deva olan zamandır onlar.
Resmen seninle birlikte acı çeker, çaresizleşir, debelenirler ve işte bütün bunlara şahit olmak çok acayip bir duygudur.

Ama daha da acayip ve tarif edilemez olanı; bir arkadaşının seninle gerçekten gurur duyması,mutluluğuna, başarına ortak olması, senin hayallerine inanıp, senin kadar heyecanlanmasıdır.

Hakikaten sayısı çok fazla, çok yakın arkadaşım var benim. Senelerce istisnasız her iyi günümde yanımda, her başarımda mutlu, her yere çakılmamda destek oldular. O kadar güzel şeyler verdiler, herbiri başka bir değer, öylesine beslediler ki varlıkları ile ayrı ayrı hepsi kendimi şanslı hissettirdiler.

Ama işte dün aralarından bir tanesi, canım Yasemin, öylesine güzel birşeyi bıraktı ki ellerime, içimden geçenleri dökebilsem sayfalar yetmeyecek ama hiçbiri kelime yeterli gelmediğinden beni dilsiz yaptı.


Yasemin dün benim küçük ellerime, kocaman yüreği ile hayalimi bıraktı.

Ben birgün bu dünyadan göçüp gittiğimden arkamda birşeyler bırakmak istiyorum dedim, ellerime beni anlatan kitabımı, son üç yıllık emeğimi bırakıp, gerçekleşirse o hayal bir gün nasıl bir his yaşayacağımı anlattı. Bunu hissedesin ki hiç vazgeçmeyesin hayalinden, hazırsın artık git, daha çok yaz istiyorum dedi aklımı başımdan aldı.

Bu nasıl yüce bir gönül, nasıl bir arkadaşlık duygusu, nasıl muhteşem, zengin bir ruhtur birtanem!
Içimden binlerce şey geçiyor söylemek istediğim ama bir tek şükranda takılıp kalıyorum.

Bana hayatım boyunca aldığım en güzel hediyeyi verdiğin, en güzel ve unutulmaz duygulardan birini yaşattığın icin sadece şükranlarımı kabul et istiyorum.

Iyi ki varsın, iyi ki hayatımdasın, canımsın!






Fotograf 1; Magical Night by AZRA BAYKAL
Fotograf 2-3-4; Blablabla by DEN


Muzik(yazarken) ; Sultanım by RAHMAN ALTIN





12 Nisan 2012 Perşembe

Bağımsız Günler nr.15


Bir bağımlının bağımsızlık savaşı kıvamındaki günlerinin 15.cisi de bugün itibari ile bitti ki çok gururluyum.
Bu yazıyı yazmadan önce ilk 5 günümü anlatan Bahar Dalları'nı yeniden okudum karşılaştırma yapabilmek için de bayağa güldüm...

Sigarayı bırakmış olduğum 15.ci gün itibari ile durum aynen şöyledir;
Fiziksel olarak azap çektiren tüm zorluklar son bulduğu, beynimdeki tüm karıncalanmalar çok şükür yok olduğundan söylenenleri artık çok net bir şekilde anlıyor, anlık salaklıklar yaşıyor olsam da hala ara sıra, sosyal yaşantıma normale yakın bir şekilde devam edebiliyorum. Kulaklarımdaki tıkanmalar son bulduğundan artık seslerden rahatsız olmuyor, kalabalıklardan uzaklaşmıyorum. Işıktan rahatsız olmuyor, görüş alanım gayet net etrafı eskisi kadar keskin gözlemliyebiliyorum, gözümden hiçbir şey kaçmıyor.
Hala en büyük yardımcım su olduğu için 3 litre su içmeye devam ediyorum ve hala her beş dakikada bir tuvalete gidiyorum ve hala bu duruma çok kıl oluyorum ama yıllardır icmediğim su hayatıma girdiği için, gelsin pürüzsüz popolar bacaklar diyerek kendimi iyi hissediyorum. Bıraktığım günden itibaren neredeyse hiç aralık vermeden, hasta masta demeden spora gittiğimden hala biraz yorgun düştüğüm oluyor ama gözlere zarar, evlere şenlik, deli bir iştah açılmasına rağmen değil bir 1gr kilo almak yerine 1 kilo vermiş olmanın haklı gururunu yaşıyorum.

Duygusal olarak ise hala süper süper snob bir halde dolaşıp ortalıkta milletin şuursuz hal ve tavrına kıl olsam da, ne üdüğü belirsiz canavarın yeniden derinlere gömüldüğünü rahatlıkla ve sevinçle müjdeliyebiliyorum, zira son bir kaç gündür, kimseye dalma yada kimsenin ağzını burnunu kırma isteği duymuyorum :)
Sinir bozucu olmaktan çok dalga ve neşe kaynağı bir şaşkolozluk, dalgınlık, unutkanlık anlarım hala bir hayli fazla ama artık sıkıcı hissetmediğimden kendimi, bunun üzerine çok düşmüyor, kendime çok yüklenmiyorum.

Ben senelerdir, düşünülenin aksine sigara içiyor olmaktan hiç hoşnutluk duymayan ve seneler içerisinde bu mereti bırakmak için 1256 ayrı yöntem kullanmış bir insan olarak ilk defa bu sefer bu işi bitiriyor olduğuma inanıyor ve kendimi gerçekten bu konuda super iyi hissediyorum. Ve anladım ki, en azından benim gibi bağımlıklar konusunda iradesi çok güçlü olmayan insanlarda, olay yöntem değil, olay irade değil olay tamamı ile bir bağımlığı başka birşey ile yer değiştirmekte bitiyor. Bunun da en iyisi kendini ciddi bir disiplin içerisinde spora vermekle oluyor.

Sonuç olarak ; haftada 3 pilates, 2 yüzme ( ki yüzme ile pilatesin ne şahane bir kombinasyon olduğunu keşfettim, birlikte inanılmazlar ) , günde 3 litre su, yarılanmış hatta neredeyse bana göre sıfıra indirgenmiş şeker tüketimi ile hayatıma devam ediyorum. Yepyeni bir Deniz ile yaşıyorum, şaka gibi!

Bugünlerde ki tek sıkıntım ise yıllardır evimin her kapısını açtığımda ne kadar nefis koktuğuna inanırken, şimdi her açışımda adeta duvarlara sinen sigara kokusu....Sanırım bahar bitmeden komple evi badana boya yaptırmam gerekecek!
Offf çok zahmetli iş ama o da artık devede kulak deyip bir geçeceğiz.


Fotograf ; Birds by DEN
Müzik(yazarken) ; Candy by PAOLO NUTINI








Kaderin Pin Kodu


Aldığım her kitabın içine aldığım tarihi, satın aldığım yeri, hediye ise kimden olduğunu yazmak gibi çok sevdiğim bir huyum var. Sonra kitabı okurken sevdiğim sayfalarını kıvırmak, boş köşelerine notlar almak, aralarına küçük pusulalar bırakmak gibi alışkınlarım var. Aldığım hiçbir kitabın fiyat etiketini çıkarmamak, okurken aman yırtılmasın, buruşmasın diye ihtimam göstermemek, dökülenlerin lekesi kurusun diye beklemek gibi cins taraflarım da var.
Çay lekesi de kalsın, yapışsın kalsın üzerinde isterim, akıttığım gözyaşlarım da...Çünkü aldığımda yeniden elime aylar belki de yıllar sonra yeniden, o ilk okuduğum zamanı hatırlamak, üzerindeki izleri görmek, bir nevi o zamana dönmek ama hepsinin de ötesinde benden çok sonra alacaklara ipuçları bırakmak isterim.

Bende gerçekten çok güçlü bir şekilde, birgün göçüp gittiğimde, arkamda birşeyler bırakma arzusu var.

Devamlı değişen ama sayısı 4-5 in altına düşmeyen başucu kitaplarım vardır benim; kimisi okunmak için bazen aylarca sıra, kimisi sadece içim sıkıldığında rastgele açtığım sayfasında bir cevap versin diye öylece beklerler. Işte Douglas Forbes'ın Kaderin Pin Kod'u kitabı da, geçtiğimiz eylül ayında, Etiler D&R'dan alınıp, o zamandan beri de başucuma konulanlardan biridir.

Kısaca " doğum tarihinizin kutsal matematiği " şeklinde yorumlanmış, fal ile alakası yok, doğdunuz tarih ile kişilik analizi ve hareket tarzınızı ortaya çıkaran bir teori. Ilk Yasemin bahsetmiş, çok etkilenmiş bir sekilde anlatmış olacak ki meraktan bir koşu gidip kitabı almış, bir çırpıda elimde kağıt kalem yazılanları tatbik etmiş, sonucuna da hakikaten şaşırmıştım. Ancak meraklı olduğum kadar tembel de olduğumdan, daha ileriye gidememiş, bu işi sakin kafa yapmak yada daha iyisi bir bilene yaptırmak lazım diyerek kitabı, birgün yine elime alırım ümidi ile başucumdaki yerine koyuvermiştim.

Bir daha elime almadım tabii ki ama çok şahane birşey oldu ve kızlar sağolsun, sonunda Yılmaz ile tanıştım ve o kadar şeker ki, kırmadı beni, o yorumladı.

O konuştu, ben dinledim çoğu zaman ağzım bir karış açık, kimi zaman onaylayarak, zaman zaman da kahkaha atarak. Çok şey anlattı, çok şey söyledi de bir iki tanesi çok takıldı, adeta beynime kazındı;

Senin hayat dersin ego, olman gereken anne, yapman gereken ise yazmak dedi!

Dedi ve gerçekten bitirdi beni...

Senin hayat dersin ego diyor... Onu biliyorum zaten, boşuna değil neredeyse son beş yılımı Konya'lara, adı duyulmamış manastırlara, dünyada görülmemiş dev budha bırakmayacak şekilde sayısız seyahatlere giderek, nerde bilmem ne semineri var oluk oluk para akıtarak, hepsinden alıp ihtiyacım olanı, gerekmeyeni geride bırakarak geçirdim. Kuantumundan, tasavvufuna, San Francesco D'Assisi'den Yunus Emre'sine okunmadık kitap bırakmadım.Karşılaştığım her insanın bana birşey öğrettiğine, karşıma da zaten o öğretmesi gerekeni öğretmek için çıktığına inandım, tesadüf kelimesini hayatımdan çıkardım. Ama anam ne dağlara taşlara bir ego vardıysa bende, bunca çabaya, bunca zamana, bunca sabıra karşın ancak bu kadar kendisini aşağıya çekmeyi başardım.
Yani bu egonun bir baş belası olduğunu biliyorum yaşantımda da, adam "hayat dersin" diyor, daha da kolay kolay kısa sürede bitmeyecek gibi görünüyor olduğunu bilmediğimden bir ofluyorum derin derin...

Yılmaz bana sen "anne" olmalısın diyor...Zaten yapıyorsun bolca etrafındakilere, eşine, dostuna, sokaktaki adama ve böylesi de seni kurtarır belki ama sen ancak anne olduğunda tamamlanacak, çok şahane olacaksın diyor, şok oluyorum. Çokça sevsem de çocukları, biyolojik saati durmuş bir insan olarak gördüğümden kendimi ve hiçbir zaman öyle deli bir çocuk hasreti çekmediğimden gayri ihtiyari "gerçekten mi?" diyiveriyorum, "gerçekten!" diyor. Doğurmayacaksan da evlat edin, o senin çok acayip bir tarafını çıkaracak ortaya diye ekliyor, şaşkınlıktan susuyorum....

Ve sen yazmalısın diyor. Bazı insanlar vardır, bilmezler neden olduğunu, onlara bir tek yazmak iyi gelir, onları bir tek yazmak iyileştirir, onlar içlerindeki kalemden habersizdir ama dünyaya doğuştan yazar olarak gelmişlerdir, sen de onlardansın işte diyor, şok oluyorum. Sonuçta Yılmaz beni hiç tanımıyor, en büyük zevkim ve hayalimden habersiz, sakin sakin bu cümleleri sıralıyor; acayip gaza geliyorum, acayip heyecanlanıp, boynuna sarılıveriyorum.

Inanılır veya inanılmaz önemli değil benim için; tesadüf diye birşeye inanmadığımdan, Yılmaz'ın bunları söylemesinin altında mutlaka birşey olduğuna inanıp, acayip keyifleniyor ve hayattaki gerçekleştirdiğim hayallerimin yanına birini daha koyacağımı, gerçekten de arkamda birşey bırakabileceğim düşünüp  heyecanlanmaya başlıyorum bile...

Zaten o heyecandır hayalleri gerçek kılan...hadi hayırlı olsun!


Fotograf; @ Equense by DEN
Muzik(yazarken) ; Tchaikovsky Violin Concerto 1. by JASCHA HEIFETZ















10 Nisan 2012 Salı

Tükenmez Aşk Var mıdır?


Çok enteresan bir döneme tanıklık ediyor, tanıklık etmekle de kalmayıp, katılıp oyuna başrol oyuncuları olarak her birimiz kendimizden bir şeyler katıyor, ince ince bir geleceği yazıyoruz da tam olarak ne yaptığımızın veya neye hizmet ettiğimizin farkında mıyız bilmiyorum.

Bir yandan deli bir tüketim çılgınlığı içerisinde, herşeye çarçabuk ulaşıp, ulaştığımız hızla bir köşeye fırlatıp şişkin egoları daha da şişiriyor bir yanda da "farkındalık" diye bir kavramın farkına varıp, bütün kötülüklerin anası ego'dan kurtulmak için debelenip duruyoruz. 
Herşeyin ve herkesin önüne kendi mutluluğumuzu, kendi başarımızı, kendi arzularımızı, komple kendimizi koyuyoruz ama bir yandan da Mevlana'dan, Şems'den, Osho'dan dem vurmayı, günlük yaşatımızda, duvar yazıları şeklinde öğretileri kullanmayı ihmal etmiyoruz. Bunu kötü bir şeymiş gibi yazmıyorum, zira göz gördüğünü sokuyor aklına, okudukça, gördükçe alıyor, koyuyor yaşantısının bir yerine, şahane de yine de alışkınlıklarımızdan kurtulamıyor, herşeyi ve herkesi tüketmeye devam ediyoruz ya kötü olan o işte!

Herşeyi ve herkesi tüketiyoruz şuursuzca; eşyaları da tüketiyoruz, ilişkileri de, sevgileri de , aşkları da...
Maalesef çılgın bir tüketim çağında yaşıyor ve hiçbirimiz, önemli benliklerimize hizmet eden bu sistemin bir parçası olmamayı cesaret edemiyor, haklı olmak yerine mutlu olmayı seçemiyoruz.
Derinlerde bir yerlerde biliyoruz yersiz bütün bu kavga dövüşler, anlamsız bu hırs ve ihtiraslar, gereksiz tüm bu gurur da yine de ne kalbimizin tamamını koymayı becerebiliyoruz ne de teslim olmayı. Velhasıl içimizde ki ilahi güce ihanet edip, aslında Tanrı iken kul olmayı tercih ediyor, zoru seçip hayatımızı daha da güçleştiriyoruz.

Dile kolay, sonuna gelinmiş 15 yıllık bir ilişkiden ve sonu hazırlayanlardan bahsederken; tüketilenlerden bahsetmeden geçemiyor, sonunda da "acaba tükenmez aşk var mıdır?" diye sormadan edemiyoruz.
Tam bu soru havada asılı kalmışken Meral Okay'ın "Aşk bir sızma halidir...Aşka kendinden vazgeçme, kendi benliğini ezmeden "biz"olabilme halidir " cümlelerini okuyor, cevap bulabiliyorum.

Hakikaten de aşk bir sızma halidir; herbirimiz sızarız bir diğerinin hayatına sinsice de niye ise karışamayız olduğu gibi bulduklarımızla, çatalın ucu ile ayıkladığımız gibi kurutulmuş domatesleri, ayırmaya çalışırız tadını bilmediklerimizi. Kaptırır, kendimizden ödün veririz, verdiğimizi düşünürüz de en ufak isteği tehdit gibi algılar, değişmek, değiştirilmek istemeyiz.

Halbuki aşk kalbini olduğu gibi ortaya koyabilmek, teslim olabilmek, götürmeyecekse senden bir parça gerektiğinde değişebilmek, sevgilinin karşısında korkmadan utanmadan çıplak kalabilmektir. Aşk gerçekten egodan kurtulmanın en kolay ve en keyifli yolu, benken biz, birken iki olmak, çoğalmaktır. Aşk bahardır, tutkudur, kalp çarpıntısı, bir yere ait olduğunu bilmektir. 

Ama aşk huysuz ve kaprislidir; harlamazsan ateşi, fırlatıp korunu canını yakar, işte tükenme de orada başlar!

Tükenmez aşklar vardır elbet; yeter ki kendimizi olduğu gibi koyalım, yeter ki ben değil de biz olalım...


Fotograf; @Konya http://instagr.am/p/Z7x_F/ by BERRAK KOYUNCU
Müzik ( yazarken); Masum Değiliz by SEZEN AKSU 
Söz: MERAL OKAY & SEZEN AKSU







8 Nisan 2012 Pazar

Şahane Misafir


Ahhh ben ona buna bok atıp, bol keseden ahkam kesip, önüme gelene it gibi çemkirirken bahar gelmiş iyi mi?

İnşirah Caddesinin efsanevi manolya ağacının her bir dalı muhteşem çicekleri ile pembeleşmiş, Metin Sanat Galerisinin yaşlı teyzesi, her zamanki zarif topuzu ile dükkanın kapısına yaslanıp önünden akan insan selini seyre dalmış bile...
Yılın en güzel zamanı gelmiş, herkesin bir içi açılmış, herkes kendini deniz kıyılarına, parklara, sokaklara atmış. Orhan Veli'nin manzarası el ele, göz göze sarmaş dolaş gezen sevgililer ile renklenmiş, kendisi de ayağının dibindeki rengarenk menekşeler ve omuzunda martılar ile keyiflenmiş.
Güneş dondurmanın önünde kuyruklar oluşmaya, dondurmayı kapan bir aşağıya bir yukarıya aheste avare volta atmaya başlamış, çocuğunu, köpeğini kapan Bebek parkını doldurup taşırmış.
Atılmış paltolar, kazaklar herkes bir açılıp saçılmış, takmasalar da kaskları, çıkmış tüm vespalılar ortaya, renk cümbüşüne katılmış.
Kışın kasveti ile kapanan ruhlar hafiflemiş, kapıp sevgiliyi muhteşem boğazı arşınlama, bulup en sakin ve güzel yerini, Istanbul'un tadını çıkarma, buram buram aşk yaşama zamanı gelmiş.

Ben de sigaraydı, oydu buydu derken az kalsın bütün bunları kaçırıyormuşum ki Allah'tan çok da geç kalmadan ayıldım, attım kendimi sokaklara da bir kendime geldim. Oturup mahallenin bilimum kafelerine, herkes dışarıda olduğundan geçen bir sürü tanıdık ile sohbet edip, bir kere daha baharın ve onun insanların üzerindeki etkisinin ne şahane bir şey olduğunu hatırladım. Tüm bunların üzerine de Ferzan Özpetek'in son filmi Magnifica Presenza'yı seyredip, ruhumu daha da bir şenlendirdim.

Ehh işte deseler de seyredenler ben bayıldım. Yine çok masalsı bir anlatım, yine Sezen, yine gay karakter, yine bir parça Istanbul, yine kahkaha ve yine gözyaşı...Birçoğu için kendini tekrarlamak gibi olsa da bütün bunlar, benim için bir rituel aslında; o kadar alışmışım ki hep aynı gibi görünen ama her seferinde farklı bir his vererek bunları kullanıyor olmasına, aralarından birini eksik bıraksa ama neden diyesim geliyor, hatta neyse Serra Yılmaz ile aralarında geçen, son iki filminde onun olmamasına içten içe bozuluyor, hala bir köşeden çıkmasını bekliyorum. Her filminden bambaşka bir ruh hali ile çıkıyor, bir süre orada asılı kalıyorum, buna da bayılıyorum.

Ferzan'a da, onun bakış açısına da bahara da bayılıyorum...
Ohh be yılın en güzel zamanı, en şahane misafiri gelmiş, bu bahar ağaçlar daha da mı bir coşmuş ne diye düşünüp eve dönüşte; madem bahar dallarının bir suçu yokmuş diyerek, gidip kendime en güzeli ve renklisinden bir demet alacak çiçekçiyi arıyorum ama malesef bulamıyorum.
Ama olsun, ne yapalım, nasılsa dışarıda bir sürü var, o da yeter...


Fotograf; by YASEMIN OCAKLI
Müzik (yazarken); Gitmem Daha by SEZEN AKSU 












6 Nisan 2012 Cuma

Yuh desem...


Yaklaşık 3 hafta kadar önce bir partide, çokça sevdiğim renkli bir karakterin, senelere meydan okuyan yaş almasını kutluyoruz. Neşemiz yerinde, ruhi haliyetimiz keyifli, sanki mesele önceliklerimiz değilmiş gibi numara yapıp her konuşmanın başında tüm suçu hayat koşuşturmasının üzerine atıp, uzun zamandır göremediklerimizle hasret gideriyor aralarda da yepyenileri ile tanışıp sosyalleşiyor; eğleniyoruz yani.

Ev sahibesi canlı olunca, ortam da tabii ondan hallice oluyor; gruptan gruba, konudan konuya atlarken, gecenin sonuna doğru 4-5 kişilik bir kız grubunun ortasında ve biraraya gelince ne konuşur kadınlar, tabii ki ağdalı bir "ilişkiler" sohbetinin içinde buluyoruz kendimizi. Aralarından tanımadığım kız birkaç giriş cümlesinden sonra, lök diye medeni durumumu soruverince ben bir afallıyorum ama sevmediğim, içimden konuşmak gelmediği bir konu olduğundan o günlerde, geçiştiriveriyorum. Ben geçiştiriryorum geçiştirmesine de onun hikayesinden kaçmamız mümkün olmuyor.
Malum çevre geniş, süre gelen hayat da sex and the city'i aratmayacak kıvamda olduğundan, şahsen yaşadığım veya tanık olduğum, duyduğum bir sürü enteresan ayrılık ve sonrası hikayeleri gırla da olsa, belki içinde bulunduğum durumdan, belki yaşımdan, belki yaşanmışlıklarımdan belki de artık olduğumuz konumdan bilemiyorum, şimdiye kadar bana en absürd gelen ayrılık hikayesini dinliyoruz.

Kız 38 yaşında. Kolej+iyi bir üniversite mezunu, konuşması, oturması kalkması yerinde, "düzgün" bir kız. Bir adamla birlikte oluyor, ama ne oluş! Adam 40 küsur yaşlarında, hali vakti yerinde, işinde başarılı, capcanlı , neşeli ve ilişkide acayip motive. O kadar şahane bir ilişki ki adam hasretinden işe gitmeden mutlaka sabahları kıza uğruyor, tatil programları, gelecek planları yapıyor, onu en yakınları ile tanıştırıyor vs vs vs..Eh bu zamanda böylesini bulmak kolay değil, kız gökte ararken yerde buldum diye sevinip, ister istemez gelin güvey oluyor, beklentileri oluşuyor, indiriyor kalkanları, daha da fazlasını istiyor. Kim istemez, kim beklemez ki?
Ancak gel gör ki hayat o kadar pespembe, belli ki adam da kızın olduğu yerde değil, ondan bin fersah uzak; kız adamı başka bir kadınla yakalıyor. Dedim ya düzgün bir kız, bir gururu var, adamdan ayrılıyor. Adam da kendinin ne olduğunun farkında ve ayrılırken " sen belki de bu şehirde ki en düzgün kızsın ama malesef ben böyleyim " diyor ve ilişki bitiyor. Ilişki bitiyor ama kızcağız darmadağın, her kadın gibi biten ilişkide kendini suçlayacak birşeyler buluyor. Hayallerinden, olabileceklerden bahsedip kaybettiği güzelikler için kahroluyor.

Kız anlatıyor ve o kadar iyi biliyorum ki yaşadığı duyguyu, içim parçalanıyor. Mangal gibi yürek vardır bende de, seneler içerisinde fırtınalı ilişkilerde, çakılıp çakılıp durmuş, yere yapışmışlığım çoktur benim. Bilirim yaşanması olası güzelliklerin yaşanamamasının ne denli büyük bir acı, kimsenin göremediğini görerek, olsa ne kadar muhteşem birşey olacağını bilerek yaşamaya devam etmenin ne denli büyük bir ızdırap olduğunu . Bilirim hayalkırıklığının, yarım kalmışlığın, aldatılmışlığın, kandırılmışlığın ne demek olduğunu.
Kız anlatıyor, zaten yaralıyım, gözlerim boncuk boncuk gayri ihtiyari soruyorum;
-ne kadar zamandır birlikteydiniz? ve cevap
-3 haftadır!

Pardon? Benim gözlerdeki boncuklar kuruyor, diğerlerininkine şaşkınlık otuyor. Afallıyor yine soruyorum;
- Sex mi çok iyiydi?
-Yok o kadar da iyi değildi, ama o kadar ilgili ve o kadar motiveydi ki!

Birincisi bu kadınların seksi salt erkeklere ait bir olgu gibi görmesine ve ilişkide çok da önemli birşey değilmiş gibi hareket etmesine kıl olduğumdan, ikincisi acı tarafımın yüzeye çok yakın bulunmasından dolayı kıpırdanmaya başlıyor, Azra'nın dürtmesi ve gözlerini devirerek "sakın ha" uyarısına bile kulak asmadan, biraz hırtlığımdan biraz da gerçekten anlamaya çalıştığımdan:

- Pardon ya, nasıl yani???? Adamla sadece 3 haftadır beraberdiniz, herifi başka bir kadınla yakaladın ve üstüne üstlük seks de iyi değildi, ehhh? sen neye bu kadar çok üzüluyorsun ki? diyorum; bana hala gelecek planlarından, nasıl onu en değerlileri ile tanıştırdığından, ona gerçekten değer vermeseydi böyle birşey yapar mıydılarından, olsa idi hayatın onunla ne kadar güzel olabileceğinden bahsediyor.

Kızın ilk imajı biraz şaşkoloz ve buldumcuk olarak değişip, insan sarrafı olmadığı da çok açık olduğundan, acı tarafım dağlara taşlara; yaaa sen adamın kimi kimle ne kadar sürede tanıştırdığını, onun için böyle birşeyin önemli olup olmadığını nerden bilebilirsin ki 3 haftada? Bu bir kıstas mıdır? Senden öncekilere veya herkese yapmadığını nereden biliyorsun? diyorum ama o zaman henüz sigarayı bırakmamış olduğumdan! hem ortamı hem de kendimi germemek için;

- Zor tabii, her ayrılık zordur ama bence "neden bana böyle yaptı?" diye soracağına yada keşkelerinde boğulacağına, Tanrı'na şükret ve "ben neden bunları ve bu duyguları yaşıyorum"diye sor, mutlaka iyi gelecektir diye bağlayıp ve daha fazlasını yüreğim kaldırmayacağından bir iki laf geçiştirmeden sonra gruptan ayrılıp, gidiyoruz.

Yolda eve giderken, ertesi gün uçakta hep bu konuyu düşünüyorum; kızı yargıladığımdan değil belli ki acı çekiyor, belli ki çok inandırmış kendini de "niye?" diye sorup duruyorum kendime.
Ve bu kıza özgü birşey de değil bu durum, hepimiz, tüm kadınlar olmadık benzer yere yapışmaları yaşıyoruz, niye?

Hangi dine mensup olursak olalım, yaratıcı bir gücün varlığına inanan tüm dinlerin temelinde insanoğlunun o gücün nefesi ile yaratıldığı olgusu vardır. Tanrı insanoğluna nefesini üflemiş, Buddha içinde bir yerlere yerleşmiştir. Kadına ise en büyük mucizesini, yaratma gücünü, doğurganlığı bahşetmiştir ki kadınlardaki asıl güç ve bereketin kaynağı da budur. En narin, en saf, en çelimsiz görünen kadın bile gerçek zorluklar karşısında dik durmayı başarıp, hayatına devam eder. Kadın yeri gelir korumak için yavrularını kaplan kesilir, yeri gelir erkeğine güç verir, bereket getirir, istese dünyayı yönetir, kariyer de yapar çocuk da ama niye ise mevzu bahis kalp ağrısı olduğunda yere yapışıverir, kalkamaz, kendine gelemez bir süre...Niye?
Anladık kadının içine giren sistemine girer de Türk standartlarında ortalama 5 dakikada giren birşeyin, o sistemden atılması niye günleri, ayları, bazılarında yılları bulur? Gerçekten niye?
Gitseniz bir psikoloğa hemen çocukluk yıllarınıza, ananızla babanızla ilişkilerinize girer, orada bir travma arar ( ok mutlaka dogrudur da ), oradaki herhangi bir eksiklikten kaynaklı kaybetme, sevilmeme, bla bla bla korkusuna bağlarlar da kardeşim her kadın aynı mı olur, neredeyse herbiri sözkonusu aşk acısı olduğunda üç aşağı beş yukarı aynı mı hisseder, aynı mı hareket eder?
Niye bu kadınlar kalbini açtığını hayatının merkezine koyar, niye hemen olaya kaptırır kendini, niye 3 haftada gelin güvey olur, niye en büyük hakarete uğradığı halde hala kendini suçlayıp, kahrolur, niye????

Gerçekten çok ama çok acayip bir durum....

Şimdi 3 hafta önce bu yazıyı yazmış olsaydım, muhtemelen burada bırakır, noktayı koyardım; çünkü o günlerde içim kıpır kıpır, ruhum hafif ve hala sigara içiyor olduğumdan yumuşaktım. Ama gel gör ki aradan 3 hafta geçti, ben sigarayı bıraktım, içimde bir canavar uyandı, buarada pıt pıt önüme birşeyler düştü, o düşenleri toplayıp bir güzel, bağladım birbirine ve resim komple değişip, orataya bambaşka bir durum çıktı. Kısacası takke düştü kel göründü..

Her hikayenin gizli, anlatılmayan bir tarafı vardır ya çok değil birkaç gün sonra anladım ki kız öyle adamı 3 haftada tanıyıp da hayatının merkezine falan koymamış. Çok daha öncesinden tanıştığı, sağolsun facebook var, çok görüşmese de bu sanal mucize sayesinde adamın içini dışını, ne kadar muhteşem bir sevgili, ne kadar şahane bir baba, ne kadar eğlenceli bir arkadaş, ne kadar başarılı ve çalışkan bir adam olduğunu görmüş; hasbel kader yollar kesişince de hop hop photoshop, eski fotograflara kendi kafasını yerleştirip o hayata girivereceğini zannetmiş. Yuhhhhh desem sana!

Kızın ikinci imaj da kocaman bir LOSER ile yer değişip, bir kere daha hayattaki duruşumuzun ve başkalarının hoşuna gidecek şeyleri değilde, kendimiz olarak, istediğimiz şeyleri yapmanın ne kadar önemli olduğunu düşündüm...Al işte, bu da okumuşu, gezmişi görmüşü de artık nasıl bir toplumsal baskı, ne tür eksiklikler yaşıyorsa hayatında, sanal ortamdan tanıdığını zannettiği adamla 3 haftada hayaller dünyasına dalıp, aldatılmış olmasına rağmen hala darmadağın oluyor.

Ayol facebookun ipi ile kuyuya mı inilir şaskoloz? Biri klavye başında, istediğini istediği kadar ve istediği şekilde gösterirken, sen beyaz camın önünde kedinin ciğerci dükkanına baktığı gibi bakacak kadar, tüm algılarını, filtrelerini kapatacak kadar gerizekalı, o kadar çaresiz misin?
Ve bunlardan o kadar çok var ki; herkes kendi facebook arkadaş listesindeki bir iki destansı bekarın sayfasına hergün bir iki göz atsa, hemen farkederler bu türlerin ne kadar çok olduğunu. Sözüm ona hepsi düzgün kızlar; belli okullarda, belki yurtdışında okumak, belli bir ekonomik düzeyin üzerinde olmak, belli yerlere girebilmek, gidebilmek "düzgün ve kaliteli" olmak için yeterli bir kıstas olan ülkemde bana göre çoğunluğu sonradan görme, bir sürü salak var bu memlekette...Çoğunluğunun da ar damarı çatlamış, hayatta kaliteli yaşamanın marka çanta takmakla, zengin koca bulmaktan ibaret olduğu zannedip, her post edileni anında beğenip, sıralarını bekliyor, kendilerini komik duruma düşürüp, böyle 3 haftalık hikayelerde yere yapışıyorlar...

Olan da sonra bana oluyor...Bu salaklar yüzünden hem beynimi, hem çenemi yoruyorum..

ÇOK AMA ÇOK ACIYIM, SNOBUM, KIMSEYI BEĞENMIYORUM AMA BUNLARIN DA BEGENILECEK TARAFI DA YOK KI BE KARDEŞIM....



Fotograf ; The door! http://instagr.am/p/JEgiYYvPD0/ by BERRAK KOYUNCU
Muzik ( yazarken ) ; Sultanım by RAHMAN ALTIN ....yine yeniden, bu sira boyle
























4 Nisan 2012 Çarşamba

Perili EV


Arnavutköy'ün tepelerinin birinde, yokuş başında derme, çatma küçük bir ev...
Yanındaki eve yaslanıp da güç almasa, yıkılacak; eski, bakımsız, kimsesiz, sabah akşam önünden geçiyor olmama rağmen, dikkatimi bile çekmeyen, bana hiçbir şey ifade etmeyen ahşap bir ev...

Bir sonbahar sabahı ısrar üzerine ayak sürterek, sırf gönül almak için girip de içinin dışından daha küçük, daha eski olduğunu, kırık merdivenlerinden yukarı çıkarken şimdi başımıza yıkılacak, buradan bir şey olmaz diye düşündüğüm  alçak tavanlı, kutu ev... Ne içi güzel, ne bahçesi diye geçirip aklımdan, çıkıp gitmek istediğim ama gitmeme izin verilmeyen ev.
Hayal edemediklerimi en ince detayına kadar anlayabileceğim şekilde koyup önüme, acaba gerçekten olabilir mi diye merak ettirilen ev.

Sonrası çorap söküğü; kendimden başka birinin heyecanına ve hayal gücüne inandığım, evimi başka birinin yapmasına izin verdiğim, sadece "o kadar güzel bir şey yap ki..." cümlesi ile teslim olduğum ev o.
Kıpır kıpır bir heyecan, sahil kasabasında tokuşturulan rakı kadehleri, ileriye yönelik çok büyük bir adım, gerçekleşeceğine çok emin olduğun hayal, güvenmek, sevmek, huzur bulmak o ev.
Eski ile yeniyi harmanlayacak, Kuleli'ye karşı yapılan kalabalık pazar kahvaltıları, bahçedeki misafirhanesinde italyanı, türkü eksik olmayacak neşeli, canlı, sıcak, yaşanacak bir ev o.

Sonrası mı?
Sonrası yine çorap söküğü; kapılan anlık heyecanlanlarla tutulamayacak koca koca sözlerin verildiği, bir gecede herşeyin altüst edildiği, tüm güvenin yıkılıp, ona dair ne varsa hayal kırıklığı yaşatan bir ev o.

Bahar geldi; hala kimsesiz, hala bakımsız, hala yıkık dökük ama artık malesef görünmez değil. Ve görünen o ki sağır da değil, zira her sabah akşam önünden geçerken canımı sıkıp da "yıkilsa da kurtulsak" dediğimi duymuş olacak, gece yarısı vardığım evimde onun önü dışında park edecek başka bir yer bulamadığımdan, arabamı park edip, sabah lastiğimi patlak bulduğum perili bir ev o :)

Şaka gibi...


Fotograg; 22 - @ Balat http://instagr.am/p/jrXEP/ by ZEYNEP MATRAS
Muzik (yazarken) ; Sultanım by RAHMAN ALTIN











2 Nisan 2012 Pazartesi

Bahar Dalları


Ne korkunç, ne iğrenç, ne çirkin bir şey şu bağımlılık denen illet!
Son 5 gündür sigara içmiyorum ve hem fiziksel hem de duygusal gel-gitlerimi hayretler içerisinde deneyimliyor, Allah beni korumuş da uyuşturucu veya alkol bağımlısı falan olmamışım diye deli gibi şükrediyor ve gerçekten kelimenin tam anlamı ile kafayı yiyorum.

Bu nasıl bir yoksunluk duygusu, bu nasıl güçlü zaptedişdir yarabbim...Ben hangi ara birşeye bu kadar teslim oldum da kendi arzumla ondan vazgeçmekte bu kadar zorlanıyorum, ara ara nasıl yolda kendimi kaybediyorum, anlayamıyorum...

Son 5 gündür hiç aralıksız kendimi dinliyor, hissettiğim duygularımı, verdiğim veya çoğunlukla vermemeyi tercih ederek içimde patlattığım tepkilerimi şaşkınlıkla izliyor, anlamaya çalışıyor, bir nevi yeni bir tarafımla tanışıyorum. Ve açıkçası sıkı sıkı sıksam da elini, çok haz alamadığımdan kendisinden, sahtekar gülüşümle selamlıyor ve tam olarak necidir kavramaya çalışıyorum.

Şimdi, evlere şenlik, acayip durumum şundan ibaret;
Birisi dirseğini beyinciğimin üzerine dayadığından, boyun kökümden huni şeklinde yukarıya tırmanan bir uyuşma ve karıncalanmanın vermiş olduğu salaklık ile ortalığa zaman zaman boş bakıyor, söylenenleri ya tam olarak anlamıyor ya da anlamak istediğim gibi anlayıp püskürüyorum. Bir diğeri de yüreğimi stress topu misali elleri ile mıncıkladığından, yeterince nefes alamıyor, boğulacakmış gibi olup sıkılıyorum. Kafamın etrafı her daim bir dumanla kaplı olduğundan, kulaklarım tıkanıyor, sesleri boğuk duyuyor ama o boğukluğu bile çığlık gibi hissedip acayip rahatsız oluyor, yine sıkılıyor ve tabii yine püskürüyorum. Canım tam olarak sigara içmek istemiyor ya da elim onu aramıyor ama her daim inanılmaz bir boşluk hissettiğimden devamlı birşeyler atıştırıyor ve sadece su içtiğim zaman o yoksunluk duygusunu birkaç dakikalığına unutabiliyorum. Normalde bir bardak suyu bile doğru düzgün içmeyen biri olarak, günde ortalama 3 litre su tüketmeye başladığımdan her 5 dakikada bir tuvalate gidiyorum ve buna da kıl olup, ofisimin yada evimin dışında bir yerde olmaktan çok haz etmiyorum. Içimden çıkmak isteyen, oluk oluk akmak isteyen birşey var hissediyor, bir an evvel çıkıp gitsin de kurtulayım diye haftanın neredeyse her günü ya pilatese ya da yüzmeye giderek, deşarj olmaya çalışıyor, bu sefer de yoruluyorum.
Ve bunlar sadece fiziksel zorluklarım ki asıl şenlik duygusal tarafımın yanında malesef çocuk oyuncağı kalıyor.

Her lafı istediğim gibi anlama eğiliminde olduğumdan ve anlatılanların ilgimi çekme yüzdesi düşük olduğundan çok çabuk sıkılıp, anlamsız ve sert bir tepki verme ihtimalim olduğunu çok iyi bildiğimden geçirebildiğim kadar sessiz geçiyorum günlerimi. Gerek olmadığı sürece çok konuşmamak, yorum yapmamak işime geliyor, dumanlı kafamla etrafa bakmayı tercih ediyorum. Herkes bir ilgi gösteriyor, sıkça gelip kafamı okşuyor, sukunetimi alkışlayıp, cesaret veriyor ama içimde dışarıdan görünenin tam aksine, deli bir fırtına kopuyor, söylemezsem kimse anlayamıyor, anlatınca da şok oluyorlar. Şöyle ki oldum bittim, kavgadan dövüşten hoşlanmayan hatta korkan biri olarak hayatımda gerçekten ilk defa olarak tekme tokat birine girmek, ağzını burnunu kırmak istiyorum. Bunu yazarken bile gülüyorum zira kum torbasını bile tekmeleyemem ben ama nerden hortladığı belirsiz bir canavar var içimde, onu biliyorum. Son iki aydır snob ve acı tarafım yüzeye çok yakın duruyor, zaman zaman su yüzüne çıkıp kendilerini göstermelerine izin veriyordum da şu son beş gündür öyle destursuzlar ki artık; kimseyi beğenmiyor, beğenmediğimi gördüğümde tepki veriyorum. Tanımadığım insanlara, sırf hareket tarzlarından, kılık kıyafetlerinden dolayı kıl oluyor, kendi kendime dırdırlanıyorum. Gözünü sevdiğim memleketimin medeniyet, görgü, özgüven yoksunu, kendini bilmez, cüretkar insanlarını gördükçe hırtlaşıyor, hepsini bir güzel benzetmek istiyorum. Ben tasavvuf aşığı, öğreti meraklısıyım; herkesin özündeki iyiliğe inanır, birgün bir şekilde ayılacağını beklerim de bu günlerde hiç sabrım yok, canımı sıkana deli gibi saydırıyor, çok feci ahdediyorum. 5 gün öncesine kadar neşe veren, heyecan veren bayıldığım bahar dallarına bugünlerde kıl oluyor, en çok da buna üzülüyorum. O kadar traji komik bir ruh hali içerisindeyim ki sokağın başındaki eski püskü ahşap eve taktım; her sabah önünden geçerken, şu ev artık yıkılsa da kurtulsak diye söylene söylene, tam gaz önünden uzaklaşıyorum.

Lafın kısası durum pek parlak değil, içimde bir canavar var, feci sıkılıyorum.
Ipek normal, çok insani tepkiler bunlar diyor, kendimi bırakmamı istiyor ama ben dayanamıyorum ve kendime yüklenmeye devam ediyorum. Kurtulmam lazım bu illetten en kısa zamanda ve çıkarıp atmam lazım, ne üdüğü belirsiz canavarı. Yoksa bahar geçecek, bahar dalları gidecek, keyfini çıkaramayacağım...

Hem bahar dallarının suçu ne ki?


Fotograf; 88 - bahar dallarinin hastasiyim @ İstinyehttp://instagr.am/p/IuoVenweIE/ by ZEYNEP MATRAS


Müzik ( yazarken ); Bir Çaresi Bulunur Elbet by SERTAB ERENER