30 Eylül 2012 Pazar

Uzun Yol


Düşün ki atladığın gibi arabana, uzun bir yola çıkıyorsun. Aralarda geçtiklerin, bir tabela, bir isim ve birkaç rakamdan ibaret kalacak şekilde, bir şehirden diğerine gidiyorsun.
Bol şeritli otoban düzgün, araban sağlam, uzun yol tecrüben yeterli.
Aslında illa olman gereken bir saat, yetişmen gereken bir randevun yok ulaşacağın yerde, rahatsın yani. Ama yine de kilometre/hız hesabı yapıyor, molaları da katıp hesaba, varacağın son nokta için kafanda bir hedef koyuyorsun.

Ayaklarında rahat pabuçlar, fonda en çok sevdiğin müzik, keyifle yola koyuluyor, kendini aralıksız akacak beyaz çizgilere bırakıyorsun. Daha önce o kadar çok yaptın ki isimleri farklı, kuralları aynı bu yolları, dikkati elden bırakmıyor ama korkmuyorsun da. Kendine seçtiğin şerit sol, belirlediğin hız ortalama saatte 170 kilometre. Açıyorsun kontağı, basıyorsun pedala ve yağ gibi kaymaya başlıyorsun uzun yolda.

Kafanda kimbilir ne düşüncelerle, bambaşka diyarlarda dolaşırken, uzakta bir araba görüyor, ana geri dönüyorsun. Acaba selektör atıp, uyarsam mı diye geçirirken aklından, bir şey yapmana gerek kalmadan kendinden sağa geçip de hızını kestirtmeyen şöföre seviniyor, "eyvallah, medeni adammış" diyorsun.
Sonra bir sonrakini farkedip, bu da belki aynı şeyi yapar diye bekliyor, bu sefer sabrediyorsun. Ama aradaki mesafe azaldıkça bir hareket görmediğinden karşı tarafta; belki de farketmedi beni diye düşünüp, tek bir selektör atıyor ve sol sinyalini yakıyorsun. Iyice yakınlaşıp da, hızını düşürmene sebep olan şöförün, şu kurallara sıkı sıkıya uyup, sana da ders vermeye çalışan işgüzarlardan olduğunu anlıyorsun. Iyi de cezasını ben ödeyeceğim, boş yolda boş dersleri vermek sana mı kalmış deyip kıl oluyorsun. Yine de medeniyeti elden bırakmıyor, adamın şağından önüne geçmiyor ama öyle yada böyle yolundan çekilmesi gerektiğini anlamasını sağlıyorsun. Geçip de uzaklaşırken kendisinden, en pis bakışını takınıp, gözlerinle " kıl ve sıkıcısın işte!" diye bağırıyorsun.
Arada peşine takılıp, kendi kendine yarışa girenler oluyor, "Allah'ım bu neyin kafası ya" deyip muhattap almıyor ve hızını kesip, uzaklaşmasını bekliyorsun. Ama baktın ki vazgeçmiyor da aranıyor, basıp gaza uzadığında " sen git de kendi dengin ile oyna canım" diyorsun.
Bomboş görünen yolun, ileride birden sıkıştığını farkediyor, kaza mı oldu acaba diye telaşlanıyor, kimseye bir şey olmamasını diliyorsun. Yaklaştıkça kalabalığa, önündeki tırı 100 metre daha geçeceğim diye kendini düşüncesizce sol şeride atan ve konvoy yaratan kamyonu gördüğünde kızıyor, " öngörüsüz ve bencil" olduğunu düşünüyorsun.
Uzun yol bu; sadece önüne bakmıyor, sık sık arkayı da kontrol ediyorsun. Son sürat gelen arabayı farkettiğinde, kendine yapılmasını istemediğinı başkasına yapmıyor, hemen kenara geçip yol veriyorsun. Son model arabası ile yanından geçerken hız kesip, artistik bakışını atmayı ihmal etmeyen ve hemen sonra köklediği gibi gazı, çıkarabildiği kadar gürültü ile uzaklaşan adamın arkasından " hah bu da görgüsüz işte, evlerden uzak! " diyorsun.
Sol şeritte, saatte 80 km hız ile giden arabanın sahibinin muhtemelen bir acemi veya korkak olduğunu anlıyor, daha da panik etmemek için çok sıkıştırmıyorsun ama yine de " şekerim anladık acemisin, korkaksın da neyse derdin işte, ya yen de gel yada bütün sağ şeritler senin, önümü tıkama " diye sinirlenmeden edemiyorsun.

Uzun yol bu; acıkıyorsun, mola veriyorsun. Yoruluyorsun, mola veriyorsun. Benzinin bitiyor mola veriyorsun. Bazen hesaba katmadığın bir şey oluyor, yolda uyarılıyor yine mola veriyorsun. Durduğun yerlerde, insanlar sana yardım ediyor, minnet duyup, "ne şekerler" diyorsun.

Uzun yol bu; şeritler aktıkça şehirler gibi iklimlerden de geçiyorsun. Günlük güneşli iken hava, birden yağmur çiseliyor, hafif tırsıyor hemen hız kesiyorsun. Daha da dikkat kesilip, yolun kayganlığına bakıyor, alışınca da yeniden hızını arttırıyorsun. Düz yollardan, dağ aralarına giriyor, uzun ve karanlık tünellerden geçiyorsun. Birden keskin virajlar beliriyor; telaşa kapıldığın, direksiyona yapıştığın oluyor. Yine hızı kesip, düz yoldaki güveninden eser yok bir şekilde olabildiğince ağır ve sağdan gidiyorsun. Ama biraz zamanla buna da alışıyor, anladığında korkulacak bir şey olmadığını; ellerin direksiyonu, bedenin koltuğu, ayağın da gaz pedalını kavrayıp, kendini yolun akışına bırakıyorsun. En enteresan olanı da  gördüğün en güzel manzaraların ve araba kullanmaktan en çok keyif aldığın anların, kıvrıla kıvrıla indiğin bu virajlı dağ yollarında olduğunu anlıyorsun.

Şeritler akıyor; arabalar geçiyor, şehirler değişiyor, yağmur yağıyor, güneş açıyor ve sen yola devam ediyorsun. Bazen bir düşünceye takılıp, onu harlayan şarkıyı defalarca dinliyor, ne kaç defa aynı parçanın döndüğünü ne de ne kadar zaman geçtiğini biliyorsun. Şeritler akıyor; yollar düzleşiyor, kıvrılıyor, doluyor, boşalıyor ve sen yola devam ediyorsun. Kafanda sadece ulaşmak istediğin yer; bazen yol üzerinde geçtiğin yerlerin adını bile bilmiyor, bazen bildiklerini de hatırkamıyorsun.

Uzun yol bu; arada bir arkayı kontrol ediyor ama hep önüne bakıyorsun. Dikkati elden hiç bırakmıyor ama korkmuyorsun da.
Sana bir şey söyleyeyim mi? Şu arabana atlayıp da, keyifle çıkıp arada bir tırstığın uzun yol var ya, işte o "hayatın ta kendisi", yollarda karşılaştıkların da onun içinden geçirdiğin "insanlar" aslında. Hayat bildiğin yol, sonu da varman gereken yere varıyor aslında. Yolculuğun hızı da, rahatlığı da, keyfi de senin direksiyonu nasıl kavradığına bağlı oluyor.












8 Eylül 2012 Cumartesi

UMUT


Düşündüklerini, hissettiklerini herkesin ulaşabileceği bir platforma taşıyıp, öylece ulu ortaya bıraktığında, peşi sıra gelebilecek tüm yorum ve eleştirilere de kendini açmış oluyorsun. Sanal dünya dipsiz kuyu; bıraktıkların nerelerde, kimlere ulaşıyor hiç bilmiyorsun. Dümdüz bir ovanın ortasında, nereden, ne geleceğinden habersiz, siper alamadan, kalkan kullanmadan öylece duruyor, bekliyorsun.

Bazen yumuşacık bir onaylama geliyor mutlu oluyor, bazen takdir ediliyor gururlanıyorsun. Kıymet verip fikir soranlar oluyor, elin kolun bağlanıyor. Yok ki senin öyle bir ehliyetin, ne diyeceksin böyle uzaktan diye kendini yiyor, çaresiz hissediyorsun. Bir bakıyorsun, 21 yaşında, güzeller güzeli, gencecik bir kız içini döktüğü mektubunu "yazılarınız bana umut veriyor" diye bitirip, küçücük boyu ile canına okuyor. Bir yandan korkuyor, Tanrım ben bu yükün altından nasıl kalkarım diye telaşlanıyorsun, bir yanda da doğru yoldayım, daha nasıl ileri gidebilirim diye gaza gelip heyecanlanıyorsun. Ve bu, madalyonun sadece bir tarafı ki, diğer taraf da en az bu taraf kadar renkli, bu taraf kadar heyecanlı, bu taraf kadar aklı allak bullak eden cinsten oluyor. Kimisi nezaketi elden bırakmadan, içinden öylece akıttığın düşüncelerini "çok dahiyane" bulduğunu dile getirip, iğneliyor, kimileri ise ısrarla  bunları "nerenden!" çıkardığını merak ediyor. Bazen uzun bir yorum alıyor, yorum ile konuyu bağdaştıramıyor, okumadan öylesine mi yaptı bu yorumu acaba diye kafa patlatıyorsun. Ama sonunda yine de acaba ben mi doğru ifade edememedim diye kendini sorgulamaya başlıyorsun. Ne yüzeysel yaşıyor, ne de hayatı ne kadar hafife alıyor olman kalıyor; kritikten öte yargılanmanın en hevesli, en aceleci, en tahammülsüz yüzü ile karşı karşıya kalıyorsun.

Tanımadığın insanların, bilmediğin dertlerine dertleniyor, dokunmadığın hayatlarda neler yaşanıyor olduğunu tahmin etmeye çalışıyorsun. Iyi yada kötü, sana yazan herkesi merak ediyor, biraz yazdıklarından biraz da facebook sayfalarından bir profil çıkarmaya, onları sanaldan gerçeğe taşımaya çabalıyorsun. Bildiğin, yaşadığın hayattan bir farkı yok aslında. Sevenin de oluyor sevmeyenin de, takdir edenin de oluyor, iğneleyip, kötüleyenin de. Tek farkı tanımıyor, bilmiyorsun kim tüm bu insanlar? Tek farkı, sonuna kadar açtığın dünyana kimin gireceğine sen karar vermiyor ama seçiliyor, benimki gibi bir karakteriniz varsa da ne olursa olsun seçilmek istiyorsun. Hayata benim baktığım gibi bakıyorsanız; güzel olanlarını bonus kabul edip, cesaretleniyor ; diğerlerine ise bayağa kafa yorup, asıl oradan besleniyorsun.
Hayatı benim yaşadığım gibi yaşıyorsanız; en çok, tepki gösterdiğin veya hoşuna gitmeyen şeylerin üzerinde duruyorsun. Kafanı meşgul ediyor olmasının sebebini arıyor, içinde kendinden tanıdık bir şeyler var mı diye merak ediyorsun. Yaptığın ve yapmadıklarını gözden geçiriyor, hababam debeleniyorsun.

Hayatta hissettiğin gibi yaşamanın, istediklerini yapmanın, kendini olduğu gibi ortaya koymanın  mangal gibi bir yürek, çelik gibi sağlam sinirler istediğini düşünüyorum. Hesaba katmadığın sorumluluklar, tahmin etmediğin ağır yükler getirdiğine inanıyorum. Bir yandan beğenilirken, diğer bir yandan habire eleştirilmek olduğunu biliyorum. Kendini özgür, mutlu, değerli hissetmek olduğunu biliyorum. Hissettikleri ile yaşayanların, bir hayal peşi sıra, bir amaç uğruna üretenlerin, çalışıp didinenlerin , hepimizin nefes aldığı dünyaya oksijen pompaladığına inanıyorum.

Ve ben aslında bu yazıyı, o 21 yaşındaki gencecik kıza yazıyorum.
Onun için sana diyorum küçük kız, hayat bu! Ne gözde büyütecek kadar zor, ne de oturup geçmesini bekleyecek kadar boş. Yapamadıklarının değil yapabileceklerine odaklan, istediğin herşeyi yapabileceğine inan diyorum. Dışardan bakıp da rengarenk görünen hayatların seninkinden daha kolay olduğunu, başkalarının senden daha iyi, daha şanslı olmadıklarını bil istiyorum. Onlar sadece oyunda seyirci olmak yerine, oynamayı seçtiler diye sana haber veriyorum. Senin gözünden görünen güzelliklerin de kendi içinde zorlukları, ağır özverileri olduğunu ama ne olursa olsun vazgeçmediklerini öğren istiyorum. Hayat bu ya, başarıp alkışlanacağız, düşüp canımızı yakacağız. Sevenimiz de olacak, yerden yere vuranımız da. En istediğimiz şeyi yaptığımızda bile korku düşecek içimize, çaresiz, yetersiz kaldık zannedeceğiz. Unutma şekerim, hayatta en çok canımızı acıtanlardan, en çok yaptığımız hatalardan bir şey öğreneceğiz. Hayat ne toz pembe, ne de zor. Herkes hayat tekrarlardan ibaret zanneder ama aslında o sevmez tekrarları.
Inan bana, hep ileriye bakınca, kendini cengaver gibi dümdüz bir ovanın ortasına dımdızlak bırakınca, cesaret de geliyor, heyecan da geliyor, mutluluk da...

Fotografta ki kıza bak, neredeyse güneşe dokunacak. Sence sen o kadar zıplayamaz mısın?












2 Eylül 2012 Pazar

Eve Dönüş


02.09.2012 - www.haberboyu.com'da çıkan köşe yazım...

Döndüm sonunda yedi tepeli Istanbul'a...

Girdim şehirden içeri, bakındım bir etrafıma farklı bir şey var mı diye; kalabalığı da aynı geldi, telaşı da. Denizi de yerli yerinde duruyordu, içinde oradan oraya koşuşturan insanları da. Önce bir şehire, sonra da kendime baktım acaba yokluğumuzda eksildik mi diye ama ne o benim gidip de döndüğümden haberdardı ne de ben onun bensiz günlerinde neler yaptığının merakında. Yine de iki eski dost, iki hercai, iki zıp zıp ruh olarak selamladık birbirimizi sessizce; yadırgamadım.

Girdim evimden içeri, durdum kapı ağzında, bakındım bir etrafıma; huzuru da aynı geldi, kokusu da, ışığı da. Sanki hiç gitmemişim gibi hissettim, dolanmadım bile odalarında. Bir benjamine baktım boynunu büktü mü diye, bir de pencereden dışarı. Denizi de yerli yerinde duruyordu, içinde kaybolan vızır vızır vapurları da. Önce bir eve, sonra kendime baktım acaba yokluğumuzu hissettik mi diye; o boş, eksik, ruhsuz kalmıştı bensiz ama ben bilemedim. Uzaktan bir siren sesi geldi, dinledim, püfür püfür bir rüzgar esti, içime çektim, selamlaştık mahremimle sessizce; ama yine yadırgamadım.

Bozmadım jilet gibi düzgün duran koltukları, gittim küçük siyah kuşun karşısındaki masaya oturdum, baktım uzun uzun. "Önce bülbül dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp" dedi, özlemden bahsediyor diye düşündüm. Ve başladım düşünmeye; tüm bu uzaklaşmalar, dönüp de yadırgamamalar; gidip de sanki hiç gitmemiş gibi hissetmeler niye? Özlemiyor muyum ben bana ait olanları ? Eksik kalmıyor, bir şeyler kaçırmıyor muyum yokluğumda? Ne biçim bir ruh, nasıl biriyim ben ve kaç ben var benden içeri?

Ve anlıdım ki çok da at ile deve, üzerinde uzun uzun düşünülecek, büyütülecek bir olay değil bu. Zira ben de sadece bir insanım ve içimde hissettiklerim ise benim normalim. Kimseden yok bir farkım, varsa azıcık o da kendime çizdiğim sınırlarım geniş, mekan, uzaklık, mesafe kavramım yok benim. Sağlam köklerimle tutunmuşum buralara ama dallarım uzun, gölgem kendimden büyük. Nerede olsa yaşıyor, yaşadığım yeri ev kabul edebiliyorum. Ne eşyalara bağlanıyorum ne de rutine. Biliyorum ya ait olduğum, hep kabul gördüğüm bir dünya var  ve gitsem de bin fersah uzaklara, döndüğümde alacaklar beni içeri; bir şeyler kaçırıyorum telaşını hissetmiyorum. Ben farkettim ki hiçbir yeri ve kimseyi benimsemiyor, bana ait olarak görmüyorum. Bir tek aşk, bir tek sevgili bağlıyor beni olduğum topraklara, onun da neresi olduğu farketmiyor. Meselenin özü insan olmakta, gittiğin yerde insan bulmaktan geçiyor. O da her yerde var, ve insanlar hep aynı, aralarından benim dilimden anlayanı seçiyorum. Zira herkesi de sevmiyor, beğenmediklerimle yüz göz olmuyor, en çok da görgüsüz ve hazımsızlardan uzak duruyorum.

Bu herkesi sevmeme, birilerini beğenmeme durumumun üzerinde de duruyorum iki dakika, sana ne milletin yaşama şeklinden, hayata bakışından diye ama sonunda onun için de hazır bir cevap buluyorum.

Çünkü biz sadece bir insanız. Yaşayalım diye etten kemikten, görelim, hissedelim diye ruhtan ve duygudan yaratılmışız. Hepimizin içinde sevgi kadar nefret de var. Mayamıza merhametin yanına acımasızlık da katılmış, ne zaman hangisini çıkaracağımız belli olmuyor. Yüce gönüllerimizle varımızı yoğumuzu ortaya koyabiliyor ama bir o kadar da bencil ve şımarık olabiliyoruz. O kadar çok birbiri ile zıt duygularla harmanlanmış ki ruhumuz sadece arada yolu şaşırabiliyoruz. Hepimiz hem iyiyiz, hem de kötü. Hepimizin içinde hırs da var, sevgi de var, aşk da var, kıskançlık da var, tutku da var, heyecan da. Sadece bazılarımız korkağız, sevmezler bizi diye kötü olanların üstünü örtmeye çalışıp acemi bir telaşla, saçmalıyoruz hayatta; kimilerimiz kabullenip duygusunu, üstünden geçip gidiyoruz cesurca.


Demem o ki hissettiğimiz her türlü duygu normal, her duygu insana mahsus! Yeter ki kimseye dokunmasın, kimsenin canını yakmasın...Yeter ki adını koyalım, kendimize karşı dürüst olalım. Hissedilen duygunun anormali yok. Herkes gibi özlememek de normal, kendini tek bir yere ait hissetmemek de. Gidip gidip dönmek, döndüğünde hiç gitmemiş gibi hissetmek de.

Dönüyorum Küçük Siyah Kuş'a, yok şekerim, ne eksikliğinizi hissettim, ne yarım kaldım yokluğunuzda, ne de özledim sizi diyorum. Ama mutluyum döndüğüm ve dönüp de bana göğsünüzü açtığınız için diyorum. Şahane olaylarla, şahane duygularla dolu bir sonbahar olsun hepimize...