26 Ağustos 2012 Pazar

Bakış Açısı


26.08.2012 www.haberboyu.com'da ki köşe yazım...

Bir deli kuyuya bir taş atmış, 40 akıllı çıkaramamış... Biz de o hesap; oturmuş, tepedeki kavurucu güneşin de etkisi olsa gerek, hararet ile taşın akıbetini konuşuyoruz. O deli o taşı nasıl attı, atarkenki amacı neydi, kuyu ne kadar derindi, o taşı iple mi alsak, yok sadece ip olmaz, ipin ucuna kova mı bağlasak yoksa direk merdiven mi sallandırsak diye fikir yürütüyoruz. Sonunda taşı çıkarsak ne farkedecekse, illa kendi mantığımıza uygun cevabı arıyoruz. Dizlerimizin dibindeki çocuklar kendi dünyalarında, biz başka diyarlarda, büyüklerin dili ile büyüklerin meselelerini konuşuyoruz. 

Bir ara "bence'li, kesin'li, var ya'lı" kelimeler çoğalmış olacak ki Borga'nın dikkatini çekiyor ve ne konuştuğumuzu merak ediyor.

Bayılıyorum çocuklara adam muamelesi yapıp, onlara olabildiğince sadeleştirilmiş bir dil ile bu büyüklerin dünyasını açmaya, onların büyük meselelerini anlatmaya. Çünkü onlar sadece gördükleri veya duyduklarını alıyor, inanılmaz hayal güçlerine rağmen en basit sonuca varıyorlar. Çünkü onlar korkmuyor, bazen acımasızca da gelse kulağa, ne düşünüyorlarsa onu söylüyor; beyinleri ve kalpleri hala tertemiz öküz altında buzağa aramıyorlar. Çünkü onlarla konuşurken o kadar basite indirgemem gerekiyor ki konuyu, gereksiz kelimelerden arınmış cümle ile bazen meselenin özünü görebiliyor, karşımdaki bacaksızı mutlu edeceğim derken, sonunda ben olaya bambaşka bir yerden bakabiliyorum.

Işte bu ve benzer sebeplerden, biraz da eğlenelim diye Borga'ya gel diyorum. Gel ben sana neden bahsettiğimizi anlatayım. Koyuyor çenesini dizlerimin üzerine, adam yerine konulmuş olmaktan memnun, pür dikkat beni dinliyor. 
İki cümle ile tartıştığımız konuyu anlatıyorum, o kısacık tek bir soru soruyor, verdiğim cevap sorudan da kısa, sadece bir "evet" oluyor ve 8 yaşındaki Borga "Ehhh öyleyse peki siz neyi tartışıyorsunuz, sorun nerede? Anlamıyorum!" diyiveriyor. Gözlerimdeki parıltı ve hayranlıktan doğru bir şey söylediğini farketmiş olacak, yeniden 8 yaşındaki bir çocuk olup, keyifle aynı cümleyi birkaç kere tekrarlayarak kafama vuruyor. Şaşkınlığımı Elif'in meşhur kahkahası bozup da kafamı kaldırdığımda Azra'nın gururlanan, diğerlerinin onaylayan gözleri ile karşılaşınca, işte diyorum,  "bakış açısı".

Farketmişsinizdir belki şimdiye kadar; ben olaylar üzerinde çokça düşünen ama ondan da çok sebeplerini merak edenlerdenim. 

Ve merak ediyorum Borga'nın bu kısa, net, temiz bakış açısı çocukluğundan mı yoksa erkek olmasından mı geliyor? Henüz "bence, kesin, var ya, eminim" ile başlayan cümleleri kuracak kadar tecrübesi yok ya hayatta, acaba diyorum insan yaşadıkça, gördükçe, tecrübelendikçe olayları daha komplike, her şeyi olduğundan daha da bir önemliymiş gibi mi yaşamaya başlıyor. Yoksa acaba mazoşist bir duygu ile bunun için özellikle mi çabalıyor? Acaba duygular mı kafayı bulandırıp, aralara mutlaka bir "ama" sıkıştırıp olayı olduğundan farklı algılatıyor. Acaba özünde iki kısa cümle, bir basit soru ve tek bir cevaptan ibaret meseleyi, önüne ve arkasına eklediğimiz süslü kelimelerle, yorumlarla, yüklenen gereksiz anlamlarla uzun paragraflara döndürüğümüz için mi çenemizi yoruyor, üzerinde konuşuyor da Borga gibi bakamıyoruz olaya? 

Merak ediyorum bakış açılarımız hangi yaş aralığında ve nasıl şekilleniyor? Ne zaman kendi fantezilerimiz ile olayı zenginleştirmeye başlayıp, olduğundan farklı görmeye başlıyor, sonra da buna alışıyoruz? Merak ediyorum, Borga o soruyu sorduracak bilgiyi ne zaman duydu ve bizler dizlerimizin dibinde kendi dünyalarında oynadığını zannettiğimiz çocukların kafalarına farketmeden ne kadar gereksiz bilgi sokuyoruz? Anlamazlar, algılayamazlar, farkedemez kafası ile dikkatsiz ve şuursuzca yaptıklarımızın, ağzımızdan çıkanların, yorumlarımızın ne kadar etkisi var onların hayatında ve seyirci olarak başladıkları hayatta, birer oyuncu olduklarında bunlar nasıl çıkacak ortaya? Acaba çocukların net ve temiz bakış açılarına darbeyi ilk bizler, yakınları mı vuruyoruz? 

Ne menem bir şeydir şu bakış açısı! Hepimiz aynı şeye bakıyor ama başka bir şey görüyor, baktığımıza bambaşka anlamlar yüklüyoruz. Hepimiz aynı şeyi dinliyor ama farklı şeyler duyup, değişik sonuçlara varıyoruz. Hepimizin ellerinde fotograf makineleri aynı kareye bakıyor, kadrajlarımızı farklı ayarlıyoruz. Aynı fotografı çekiyor ama öylesine farklı bir renklendirip, öylesine farklı editliyoruz ki aynı yerden bahsetmek bile mümkün olmuyor. Kimimiz gördüğünü daha renklendirip, fotografa hayat katıyor, kimisi olabildiğince soluklaştırıp detayları silmeye uğraşıyor. Ama ne yaparsak yapalım, bir çoğumuz mutlaka ama mutlaka resmi değiştiriyor, olduğu gibi bırakamıyoruz. Çocukluğumuzda baktığımız pencereden bakamıyor, itina ile taktırdığımız çerçeveler ile bakış açımızı daraltıyoruz.

Düşündünüz mü hiç nereden bakıyorsunuz hayata? Farkında mısınız oturduğunuz yerdeki açınız iyi mi, yeterince net görebiliyor musunuz yaşananları? Eğer gördükleriniz içinizi sıkıyor, durmadan kafanızı kurcalıyor, ısrarla duymak istediğiniz sözleri arıyorsanız, tavsiye ediyorum yerinizi değiştirin, iyi geliyor. Çünkü şanlıyım ben, yok ölümle/hastalıkla sıkı bir tecrübem ama onun dışındaki her meselenin kendinize sormanız gereken basit bir sorudan ve tek bir cevaptan ibaret, onu biliyorum...



19 Ağustos 2012 Pazar

Sözde İnziva


19.08.2012 www.haberboyu.com'daki köşe yazım...


Kapıldığım bir "telaş" ile her daim kabin boyu valizim ile oradan oraya savrulmaya başlamamın üzerinden sadece iki buçuk ay geçmiş... Halbuki bana sanki dört-beş ay geçmiş, son haftalardaki koyduğun yerde kalma tembelliğimin de o hareketliliğin doğal fiziksel yorgunluğu gibi gelmişti. Ama anladım ki, benim için on iki ayın sultanı ağustos ile ofisin ve aklımın kepenklerini indirip, bir sahil kasabasında görece bir yerleşik hayata geçtiğim ve her biri diğerine benzer günlere amaçsızca uyandığımda; günler uzuyor, zaman daha yavaş akıyormuş.

Uzaktan bakanlar pek fark edemese de içten içe inzivaya çekildiğim, sadece kendimi dinlediğim günler yaşıyorum.
Her sabah enteresan bir şekilde mutlaka 9:15 ila 9:30 arasında gözlerimi açıyor ama hemen yeniden uykuya dalıyor, her yeni güne o sırada gördüğüm rüyaları ve hiçbir şey yapmak zorunda olmadığımı hatırlayarak başlıyorum . Hoş ben unutsam, çevremdeki neşeli kalabalık hiç unutturmuyor; torunların bile dama atamadıkları pabuçlarım ile ailenin en küçüğü olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum. Ve gerçek anlamda kılımı bile kıpırdatmıyorum. 2 den 71'e söyleyecek sözü bol insanlar arasında, herşeyden konuşabilip, bir türlü kurtaramadığımız ülkenin sorunları ile celallenip, birbirimizin damarlarına basıp basıp arkasından yine hep beraber kahkaha atışımızı keyif ile seyrediyorum. Her biri ülkenin başka bir köşesinde doğmuş bizlere bakıp, bu yüzden mi hepimiz bu kadar gezenti ve renkliyiz acaba diye düşünmeden edemiyorum. Biz ne zaman büyüdük, Şefika Hanım ile Servet Bey ne zaman indirdiler tüm kalkanlarını diye merak ediyor ama aslında hiçbir zaman tabuları olan anne babalar olmadıklarını hatırlıyorum. Kendimi bildim bileli, hiç abartısız, her Allah'ın günü, 54 senelik aşkını dile getiren babamın sözleri karşısında annemin istemem yan cebime kahkahaları ile neşeleniyor, eşlik ettiğim kahkalarımla ömrüme ömür katıyorum. Tüm kız çocuklarının aksine, alenen bir anneci olarak, geçmiş yıllardaki tüm tanımlamalarıma rağmen, ilk defa, hayat arkadaşı olarak aslında babam gibi bir adam aradığımı farkediyor ve çok şaşırıyorum. Ve bir istisna olmadığımı, her kız çocuğunun mutlaka ilk aşkının babası olduğunu, eninde sonunda ondan bir şeyler aradığını anlıyorum.

Şımarıklığımın tavan yaptığı, kalabalık aile ve arkadaşlar arasında kendim ile baş başa kalma lüksüme  kimsenin müdahale etmediği günler yaşıyorum. Yapacak bir şey yok, sahip olduğum bu arsız ruh ile sevgilim dışında hiç kimse ile hergünümü dip dibe yaşamaktan keyif almadığıma karar veriyorum. Bayılsam da kendilerine arada bir uzaklaşmak, başkaları ile bambaşka konularda konuşmak, değişiklikler istiyorum. Hoş çokça konuşmuyor, daha da enteresanı neredeyse hiç dinlemiyor; ilgimi çekmeyen konunun tam ortasında karşımdakini değil, bildiğin kendimi dinlerken buluyorum. Gömülüp kitaplara bolca okuyor, geri kalan zamanlarda ise yine konuşmuyor, dinlemiyor ama tanımadığım insanları seyrediyorum. Onların da dünyadan haberi yok ama sıkça ya kendileri ile kafa buluyor ya da kendilerine kıl oluyorum. Bugünlerde en çok gözlerindeki gülümsemesi hiç eksik olmadan plajda servis yapan 13 yaşındaki Zafer'i bağrıma basmak; onunla aynı yaşlardaki yan şezlongumda yemeği gelmedi diye huysuzlaşıp, abuk sabuk konuşan memeleri benimkinden büyük oğlan çocuğunu da şezlong ile ikiye katlayıp, güneşin altında öylece aç susuz bırakmak istiyorum. Etraf kocaları şehirde kalmış, kötü araba kullanan çocuklu ev hanımları ile dolu olunca, 10 ila 17 yaş aralığındaki çocukların nasıl fütursuzca ve avaz avaz küfürlü konuştuklarını farkediyor, ses tonlarına ve kullandıkları laflara müdahalede bulunmadan rahat rahat oturan anne babalara hayret ediyorum. Bir yandan hali hazırda medeni olmayan insanlarla dolu memleketin daha da vahim görünen geleceği için vahvahlanıyor, bir yandan da bunlara takmaya başladım diye kendimi yaşlı hissedip hayıflanıyorum. Hızımı alamıyor, bulduğum köşede yaşları 11 ve 14 olan Idil ile Eylül'e sinsice sorular sorup, bu sözleri kullanıyorlar mı diye anlamaya çalışıp, cevaplarını önemsemeden küfürün bir kızın ağzına hiç yakışmayacağını, hiç zarif olmadığını, bir kadın için zerafetin güzellikten bile daha önemli bir özellik olduğunu anlatıyor ve kendimi daha da yaşlı hissediyorum. Ama ortaya attığım lafa atlayacakların sayısı fazla, arkam gayet sağlam; çitilene çitilene yıkanan taze beyinler ile bu sorunu bu yaz itibari ile halledeceğimize inandırıp kendimi, rahatlıyorum.

Plajlarda çok az kişinin okuduğunu, okuyanların ise en çok rağbet gösterdiği kitapların "kişisel gelişim kitapları" olduğunu görüyor; bir kere daha değişik bir çağın çocukları olduğumuzu düşünüyorum. Her birimiz içimizdeki huzursuzluklara çare arıyor, bilerek ya da bilmeyerek farkındalığımızı arttırıyoruz. Arttırıyoruz arttırmasına da yine de ben de dahil olmak üzere bir çoğumuz bunu yaşantılarımızda, duygu ve düşüncelerimizde niye ise tam uygulayamıyoruz. Zira bu sözde inziva ile bende en çok su yüzüne çıkan çelişkimin; görünürde bir parçası olduğum sosyal çevredeki insanların çoğunluğuna tahammül edememek olduğunu anlıyorum. Sefa pezevenkliğim ile denizi için, ambiyansı için, servisi için belirli yerlere gitmeyi seviyor ama oralara gelenlerin yarısından çoğu ile aynı ortamda bile bulunmak istemiyorum. Özgünlükten uzak, her biri diğerine tıpatıp benzeyen, kaliteli yaşamak ile gösteriş budalası, hatta sonradan görme olmak arasında büyük bir fark olduğunun farkında bile olmayan, olsa bile umursamayan bu insanlara açıkcası katlanamıyorum. Valla kimse bozulmasın; onlar önce aynaya, sonra birbirlerinin suratına bakmıyor ve konuştuklarını kendileri duymuyorlarsa ben de yazmaktan gocunmuyorum. Şişirilmiş dudaklar, doldurulmuş yanaklarla birbirinden ayırt edemediğim kadınlar ve onları koluna takıp dolaştıran, dolgunlaşan cepleri ile önce egoları, arkasından göbekleri şişen adamların , küfreden çocuklardan daha vahim konuşma tarzlarına, hal ve tavırlarına acayip kıl oluyorum. Bu tür insanlar için hep kullandığım kelimeyi özel istek üzerine tedavülden kaldırdım diye de onları tasvir eden yeni bir kelime arıyor ama eskisi gibi keskin ifade edeni bir türlü bulamıyorum.

Velhasıl projelerimi ofiste, hayallerimi dinlensinler diye plajdaki yatağımın ucunda bıraktım; her günü bir diğerine benzeyen günlerde kafamın içindeki sessiz çığlıklarla zaman zaman sohbet ederek, zaman zaman kavga ederek ama gayet umarsız bir dönem geçiriyorum. Hiç kimseyi değil ama kendimi dinliyorum. En çok neyi istediğimi keşfediyor, neyi hiç istemediğimi biliyorum. O kadar harala gürele koşuşturmadan sonra, uzatıp ayakları, hayatım ve bu beyaz sayfalar için yeni kelimeler arıyor, bazen çok güzellerini buluyorum. Kalabalıklar içerisinde kendim ile baş başa zaman geçiriyorum, mutlu oluyorum. Bazen kendine dönmek iyidir, ne de olsa sana karşı en dürüst olan "O" diyorum.

Hepinize sevdiklerinizle nice nice güzel bayramlar diliyorum.



NOT : Bir günce gibi tuttuğum instagramı takip etmek isteyenler için "denbenden"








5 Ağustos 2012 Pazar

Derviş



Yüksek tavanlı, tavanları kadar yüksek pencereleri ile günün tüm ışığını içine alan aydınlık bir sınıfta, en önde oturuyorum. 4 senemi geçirdiğim lisemin, tanıdık duvarları arasında, eskimeye yüz tutmuş yeşil lakeli sıralarında, belki de en başı boş senemi geçirdiğim sınıfımdayım. Ama ne ben o büyümeye meraklı, heyecanlı küçük kızım, ne o koca odayı doldurmayan sıralarda oturanlar sınıf arkadaşlarım, ne de o kürsüde ki otoriter ama zarif kadın hocalarımdan biri. Bu zamanda, bu yaşımdayım. Ben en önde, tanımadığım diğerleri ise kendi sıralarında oturuyor, görmüş geçirmiş zarif kadın bilgece konuşuyor, ders veriyor. Hepimiz ilgi ile hareketlerini izliyor, pür dikkat söylediklerini dinliyoruz. Ne her an sorguya çekilebilirim korkusu var içimizde, ne de çocukluğun verdiği bitse de gitsek sıkıntısı. Bir an geliyor, inci kolyeli, gül topuzlu, zarif kadın; "Bu! " diyor parmağı ile beni işaret ederek; " Bu, bir yolculuk yapacak ve hayatı değişecek! Ama her zamanki gibi uzaklara değil, bu sefer yakın bir yerlere gidecek". Ben, sakin, sıfır tereddüt ama karnımdan çıkmışcasına bir sessizlikte " Konya'ya gideceğim! " diyorum. O sınıfa dönüyor, "bunun hayatı değişecek" ve bu sefer bir başkasını işaret ederek " O da bu işe çok bozulacak " diye fısıldıyor. O'nun kim olduğunu merak edip, bak şimdi cok ayıp oldu, duymamıştır inşallah telaşı ile arkama dönüyor ama sütunun arkasında kalan kişiyi göremiyorum.

Gözlerimi açıyor, kendimi Londra'da yüksek tavanlı, ağır mobilyalı, Temmuz ayına rağmen yüzünü esirgeyen güneş yüzünden hala karanlık otel odasında buluyorum. Gördüklerim üzerinde düşünmem iki dakikamı, elimin telefona uzanması saniyelerimi, Istanbul'dakilere bana Konya'ya bilet ayarlayın deyip, açıklama yapmam beş dakikamı alıyor. Bedenim Londra'daki karanlık otel odasında, aklım Istanbul'daki organizasyonda, ruhum Konya'da olacaklarda öylece asılı kalıyor.

Istanbul'a dönmem ile bir rüyanın peşi sıra Konya'ya doğru yola düşmem bir oluyor. Mevsimlerden yaz, aylardan Temmuz, bir de üzerine Ramazan, aç kalırsın oralarda diye korkutmaya çalışsalar da Nuh deyip peygamber demiyor, ne bulacağımı bilmediğim Konya'ya gidiyorum.

Konya'ya gidiyor; hatırladığım gibi hala dümdüz, abarttıkları kadar sıcak bir Konya ve kapıda beni bekleyen bir rehber buluyorum. Niye gittiğim belli olmadığından, bari gitmişken biraz da bilgi verecek biri olsun diye, sadece bir gece öncesi aranan eski bir arkadaşın yönlendirdiği kişinin bir derviş olduğunu anlamam biraz zaman alıyor. Anlamam ile doğru bir yerde olduğumu hissetmem ise bir oluyor. Kulağımda hatırı sayılır bir kadının söylediği " hayatta neyi bildiğin değil, kimi tanıdığın önemlidir " sözleri çınlıyor, gülmeye başlıyorum. Bir kere daha aslında en büyük zenginliğimizin yaşantımıza soktuğumuz, değer verip, özen gösterildiğimiz insanlar olduğunu düşünüyorum.

Bir derviş ile Konya'yı geziyor, daha önceden bildiğim hikayeleri, bu sefer gerçekleştiği yerlerinde dinliyorum. Ne tepemdeki kavurucu güneş, ne de sırtımdan boşanan ter ilgimi dağıtıyor. Derviş felsefeyi sanki ilk defa duyuyormuşcasına en başından, her kelimenin, her hareketin anlamını açıklayarak anlatıyor, adeta beynine kazıyor. Bazen yumuşacık çıkıyor sesi, içinde bir yere dokunup sızım sızım sızlatıyor, bazen kükrüyor aslan gibi bedenini sarsıyor. 

Derviş aşk ile "aşktan, yanmaktan, tutkudan, teslim olup bir bütün olmaktan" bahsediyor tüm gün, aşka aşık bir kadına... 

Onun bahsettiği elbet ilahi bir aşk ama beşeri aşk olmadan ilahi aşk olur mu? Tutkuyla, aşkla kendi ellerimizle yaktığımız ateşlerde nasıl yandığımızı, her yanıkta nasıl biraz daha olgunlaştığımızı, nasıl içimize üflenen nefesin biraz daha farkına varıp güçlendiğimizi düşünüyorum. Aslında bazılarımızın bilerek emin adımlarla, bazılarımızın ise malesef varlığından bile haberdar olmadan aynı yolda yürüdüğümüzü fark ediyorum. Yolun sonu kulluktan çıkıp Tanrı'laşmaya varıyorsa, şu ego denen işgüzarın ellerinden niye kurtulamayıp, hayatı başta kendimizin, sonra başkalarının başına yıktığımızı merak ediyorum. Acaba neden bile bile lades olup, hırslarımızın kurbanı, endişe ve tereddütün kararttığı ruhlarımızın esiri oluyoruz?

Derviş "hiç" ten bahsediyor; her birimizin benliklerimize yüklediği yersiz önemlerle nasıl bencil, sabırsız, küstah olduğumuzu düşünüyorum. Bir hiç'ten geliyor ve bir hiç olarak gideceksek şayet, sahip oldukları ile kaldırıp burunları, yine , bir başkasının üzerine basmaya çalışanlar için üzülüyorum.

Derviş "an" dan bahsediyor; aklıma, ısrarla "şu anda ne istiyorsun?" sorusuna doğru cevabı vermemi isteyen ve yarım saat boyunca alamadığı doğru cevaptan dolayı gitmemi engelleyen Tony geliyor. Tony ısrarla aynı tek bir soruyu soruyor ve ben bir türlü istediği cevabı bulamamanın verdiği sıkıntı ile "tamam ya hiçbir şey istemiyorum" diye isyan ettiğimde beni bırakıyor, an'ı yaşamanın ne demek ve ne kadar rahatlatıcı bir şey olduğunu öğretiyor. Gerçek olan tek şey sadece yaşadığın o an ise, çoktan bitmiş gitmiş bir geçmiş ile belirsiz gelecek arasında mekik dokumanın ne kadar anlamsız olduğunu hatırlıyorum. Ve yeryüzündeki gelmiş geçmiş tüm öğretilerin aslında hep aynı şeylerden bahsettiğini, özlerinin bir olduğunu söylüyorum. Derviş kaynak tek, bilgi aynı, farklı olması mümkün değil ki diyor.

Bir derviş ile Konya'yı geziyor, koluma kazdırdığım yıldızın gücünü öğreniyorum. Türbelere giriyor, hikayelerini dinlediklerimin önünde saygı ile eğilip, aklıma ismi gelen alakalı, alakasız, sevdiğim, kızdığım herkes için dua ediyor, hepimiz için iyilikler, iç huzuru diliyorum. Yanaklarımdan istemsiz süzülen gözyaşları, boğazımdaki düğümü çözerken, sanki bir yandan da içimi yıkıyor, rahatlıyorum.

Bir rüya peşi sıra bir 'hiç" için, "aşk" için, "unuttuklarımı hatırlamak" ve "inandıklarımın peşinden gitmekten vazgeçmemem gerektiğini farketmem" için kendime doğru mistik bir yolculuğa çıkıyorum. Bir derviş anlatıyor, ben dinliyor, üzerime yapıştırdığım umursamazlık muskasının aslında bir "eyvallah" olduğunu öğreniyorum.

Gelene de eyvallah, gidene de eyvallah! Su akar yolunu bulur, yeter ki aşk olsun...

Gidin Konya'ya. Yolunuz düşerse mutlaka uzatın kafalarınızı o türbeden içeri. Bi durun, içinizi dinleyin, mutlaka iyi gelecektir...