5 Ağustos 2012 Pazar

Derviş



Yüksek tavanlı, tavanları kadar yüksek pencereleri ile günün tüm ışığını içine alan aydınlık bir sınıfta, en önde oturuyorum. 4 senemi geçirdiğim lisemin, tanıdık duvarları arasında, eskimeye yüz tutmuş yeşil lakeli sıralarında, belki de en başı boş senemi geçirdiğim sınıfımdayım. Ama ne ben o büyümeye meraklı, heyecanlı küçük kızım, ne o koca odayı doldurmayan sıralarda oturanlar sınıf arkadaşlarım, ne de o kürsüde ki otoriter ama zarif kadın hocalarımdan biri. Bu zamanda, bu yaşımdayım. Ben en önde, tanımadığım diğerleri ise kendi sıralarında oturuyor, görmüş geçirmiş zarif kadın bilgece konuşuyor, ders veriyor. Hepimiz ilgi ile hareketlerini izliyor, pür dikkat söylediklerini dinliyoruz. Ne her an sorguya çekilebilirim korkusu var içimizde, ne de çocukluğun verdiği bitse de gitsek sıkıntısı. Bir an geliyor, inci kolyeli, gül topuzlu, zarif kadın; "Bu! " diyor parmağı ile beni işaret ederek; " Bu, bir yolculuk yapacak ve hayatı değişecek! Ama her zamanki gibi uzaklara değil, bu sefer yakın bir yerlere gidecek". Ben, sakin, sıfır tereddüt ama karnımdan çıkmışcasına bir sessizlikte " Konya'ya gideceğim! " diyorum. O sınıfa dönüyor, "bunun hayatı değişecek" ve bu sefer bir başkasını işaret ederek " O da bu işe çok bozulacak " diye fısıldıyor. O'nun kim olduğunu merak edip, bak şimdi cok ayıp oldu, duymamıştır inşallah telaşı ile arkama dönüyor ama sütunun arkasında kalan kişiyi göremiyorum.

Gözlerimi açıyor, kendimi Londra'da yüksek tavanlı, ağır mobilyalı, Temmuz ayına rağmen yüzünü esirgeyen güneş yüzünden hala karanlık otel odasında buluyorum. Gördüklerim üzerinde düşünmem iki dakikamı, elimin telefona uzanması saniyelerimi, Istanbul'dakilere bana Konya'ya bilet ayarlayın deyip, açıklama yapmam beş dakikamı alıyor. Bedenim Londra'daki karanlık otel odasında, aklım Istanbul'daki organizasyonda, ruhum Konya'da olacaklarda öylece asılı kalıyor.

Istanbul'a dönmem ile bir rüyanın peşi sıra Konya'ya doğru yola düşmem bir oluyor. Mevsimlerden yaz, aylardan Temmuz, bir de üzerine Ramazan, aç kalırsın oralarda diye korkutmaya çalışsalar da Nuh deyip peygamber demiyor, ne bulacağımı bilmediğim Konya'ya gidiyorum.

Konya'ya gidiyor; hatırladığım gibi hala dümdüz, abarttıkları kadar sıcak bir Konya ve kapıda beni bekleyen bir rehber buluyorum. Niye gittiğim belli olmadığından, bari gitmişken biraz da bilgi verecek biri olsun diye, sadece bir gece öncesi aranan eski bir arkadaşın yönlendirdiği kişinin bir derviş olduğunu anlamam biraz zaman alıyor. Anlamam ile doğru bir yerde olduğumu hissetmem ise bir oluyor. Kulağımda hatırı sayılır bir kadının söylediği " hayatta neyi bildiğin değil, kimi tanıdığın önemlidir " sözleri çınlıyor, gülmeye başlıyorum. Bir kere daha aslında en büyük zenginliğimizin yaşantımıza soktuğumuz, değer verip, özen gösterildiğimiz insanlar olduğunu düşünüyorum.

Bir derviş ile Konya'yı geziyor, daha önceden bildiğim hikayeleri, bu sefer gerçekleştiği yerlerinde dinliyorum. Ne tepemdeki kavurucu güneş, ne de sırtımdan boşanan ter ilgimi dağıtıyor. Derviş felsefeyi sanki ilk defa duyuyormuşcasına en başından, her kelimenin, her hareketin anlamını açıklayarak anlatıyor, adeta beynine kazıyor. Bazen yumuşacık çıkıyor sesi, içinde bir yere dokunup sızım sızım sızlatıyor, bazen kükrüyor aslan gibi bedenini sarsıyor. 

Derviş aşk ile "aşktan, yanmaktan, tutkudan, teslim olup bir bütün olmaktan" bahsediyor tüm gün, aşka aşık bir kadına... 

Onun bahsettiği elbet ilahi bir aşk ama beşeri aşk olmadan ilahi aşk olur mu? Tutkuyla, aşkla kendi ellerimizle yaktığımız ateşlerde nasıl yandığımızı, her yanıkta nasıl biraz daha olgunlaştığımızı, nasıl içimize üflenen nefesin biraz daha farkına varıp güçlendiğimizi düşünüyorum. Aslında bazılarımızın bilerek emin adımlarla, bazılarımızın ise malesef varlığından bile haberdar olmadan aynı yolda yürüdüğümüzü fark ediyorum. Yolun sonu kulluktan çıkıp Tanrı'laşmaya varıyorsa, şu ego denen işgüzarın ellerinden niye kurtulamayıp, hayatı başta kendimizin, sonra başkalarının başına yıktığımızı merak ediyorum. Acaba neden bile bile lades olup, hırslarımızın kurbanı, endişe ve tereddütün kararttığı ruhlarımızın esiri oluyoruz?

Derviş "hiç" ten bahsediyor; her birimizin benliklerimize yüklediği yersiz önemlerle nasıl bencil, sabırsız, küstah olduğumuzu düşünüyorum. Bir hiç'ten geliyor ve bir hiç olarak gideceksek şayet, sahip oldukları ile kaldırıp burunları, yine , bir başkasının üzerine basmaya çalışanlar için üzülüyorum.

Derviş "an" dan bahsediyor; aklıma, ısrarla "şu anda ne istiyorsun?" sorusuna doğru cevabı vermemi isteyen ve yarım saat boyunca alamadığı doğru cevaptan dolayı gitmemi engelleyen Tony geliyor. Tony ısrarla aynı tek bir soruyu soruyor ve ben bir türlü istediği cevabı bulamamanın verdiği sıkıntı ile "tamam ya hiçbir şey istemiyorum" diye isyan ettiğimde beni bırakıyor, an'ı yaşamanın ne demek ve ne kadar rahatlatıcı bir şey olduğunu öğretiyor. Gerçek olan tek şey sadece yaşadığın o an ise, çoktan bitmiş gitmiş bir geçmiş ile belirsiz gelecek arasında mekik dokumanın ne kadar anlamsız olduğunu hatırlıyorum. Ve yeryüzündeki gelmiş geçmiş tüm öğretilerin aslında hep aynı şeylerden bahsettiğini, özlerinin bir olduğunu söylüyorum. Derviş kaynak tek, bilgi aynı, farklı olması mümkün değil ki diyor.

Bir derviş ile Konya'yı geziyor, koluma kazdırdığım yıldızın gücünü öğreniyorum. Türbelere giriyor, hikayelerini dinlediklerimin önünde saygı ile eğilip, aklıma ismi gelen alakalı, alakasız, sevdiğim, kızdığım herkes için dua ediyor, hepimiz için iyilikler, iç huzuru diliyorum. Yanaklarımdan istemsiz süzülen gözyaşları, boğazımdaki düğümü çözerken, sanki bir yandan da içimi yıkıyor, rahatlıyorum.

Bir rüya peşi sıra bir 'hiç" için, "aşk" için, "unuttuklarımı hatırlamak" ve "inandıklarımın peşinden gitmekten vazgeçmemem gerektiğini farketmem" için kendime doğru mistik bir yolculuğa çıkıyorum. Bir derviş anlatıyor, ben dinliyor, üzerime yapıştırdığım umursamazlık muskasının aslında bir "eyvallah" olduğunu öğreniyorum.

Gelene de eyvallah, gidene de eyvallah! Su akar yolunu bulur, yeter ki aşk olsun...

Gidin Konya'ya. Yolunuz düşerse mutlaka uzatın kafalarınızı o türbeden içeri. Bi durun, içinizi dinleyin, mutlaka iyi gelecektir...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder