31 Aralık 2011 Cumartesi

Yenisi Geliyor


Mis gibi, tüy gibi hafif kalktım bu sabah...
Ve çok içten şükrettim sahip olduğum hayata...
Evet seneler eskisine nazaran daha hızlı geçiyor artık, koca diye adlandırdığımız bir sene göz açıp kapatana dek bitiyor ve o göz ile kaş arasında mutlaka üzülecek, can sıkacak, kızdıracak birşeyler oluyor ama işte baktığımda geneline çok şahane ve renkli bir hayat görüyorum ve şükrediyorum...

Bu sabah o kadar hafif ve mutlu kalktım ki yataktan, geneli çok çok güzel geçen bir senenin ardından daha da muhteşeminin geldiğini düşündüm.
12.000 km öteden bile ailemi, canım arkadaşlarımı; ne çok sevdiğimi ve ne çok sevildiğimi, özlenildiğimi o kadar yakından hissettim ki şükretmemek kendini bilmezlik, daha fazlasını istemek açgözlülük olur gibi hissettim.

Genelde buraya sadece ruhum incindiğinde birşey yazıyorum ya baktım da bu sene içinde o kadar az yazmışım ki ona da gülümsedim.

Herşey çok güzel olacak...Tabii ki yine zorlayacak, can sıkacak birileri veya birseyler olacak ama bedenim sağlam, zihnim açık, yüreğim ferah olduğu sürece onları da atlatırım evvelallah dedim.

Bu sabah saat 05:05 açtım gözlerimi, mutlu oldum, yataktan tüy gibi hafif kalktım...
Güzel bir sene bitti, daha da muhteşemi geliyor.

29 Aralık 2011 Perşembe

Fantastik Rüyalar 08:08


Los Angeles'da hava inanılmaz; ben biraz güneş gözüksün, aydınlık olsun yeter diye umut ederken resmen bahardan kalma günler yaşıyoruz, bu da tek başına bile iyi geliyor.
Hergün 25 dereceye varan sabahlara uyanıp, kafa nereye biz oraya, plansız, programsız, telaşsız sadece keyif alınan şeyler yapma da işin cabası tabii..

Geçmiş senelerin aksine bu LA'de, sabah erken kalkmalar, bir yerlere yetişmeye calışmalar, birşeylerden eksik kalma telaşı yok; özellikle senenin bu zamanında insan kalabalığından baş döndüren büyük alışveriş merkezleri, bir şişe süt için girilip iki araba malzeme ile çıkılan super marketler yok...Sadece Istanbul- LA arası yaşıyan sevdiklerim ve onlarla canımız ne yapmak istiyorsa onu yapmak var. Hergün öğlene doğru, güneş altında yapılan uzun kahvaltılar, tatil havasi ile devamlı gülümseyen ve mutlu görünen insanlar var. Yüksek sesle dinlenen muzikler, canlı yapılan müzikler, okyanus havası, keyifli yemekler, keyifli sohbetler, atılan kahkalar, yapılan dedikodular var.
Bir de benim son iki haftadir hiç aralıksız gördüğüm geri dönen fantastik rüyalarım var.

Aylarca bir kör ile yattığımdan şaşı kalkmış olduğumdan zahar, her sabah 05:30 ila 06:00 arasında mutlaka uyanıp, bir saat kadar ayakta kalsam da sonrasinda yeniden yataga ve akillara zarar fantastik ruyalarima donup istedigim kadar uyuyorum, kimse de uyandırmıyor.

Meşhurdur benim ruyalarım; derin uyumadığımdan, her sabah bir rüya ile başlarım güne de aylardır böylesine detaylı hatırlamıyordum rüyalarımı. Bölük pörçük birşeyler yakalıyordum da anlatamıyordum. Son iki haftadır algım çok açık olduğundan mıdır nedir, bilmem; o kadar detaylı ve o kadar net hatırlıyorum ki kendim bile şaşırıyorum "inception" kıvamındaki ruyalarıma...

Yüksek pencereli aydınlık bir tiyatronun ahsap koltuklarında yanımda annem, ikinci sırada oturuyorum. Kısa bir sürede tanıdığım ve tanımadığım bir sürü insan dolduruyor salonu. Uzaktan MV ile kucuk kiz e.'yi de goruyorum ama kalkmıyorum yerimden. Birden önümde little budha beliriyor ve acayip sıkı sarılıyoruz birbirimize*.
Bir zaman sonra yasli adam t. geliyor yuksek pencerenin önündeki sahnenin ortasına. Üzerinde kaki rengi bir kanvas pantalon, beyaz gomlek ve koyu yeşil sueter var. Yaşının 70 e yakın hatta geçmiş bile olabilecegini biliyorum ama sahnedeki adamın hareketleri 40-45 yaslarındaki birinin olduğunu farkedince, şaşırıyorum zindeliğine. Neyse beliriyor sahnenin ortasında ve konuşmaya başlıyor elleri ceplerinde; ne diyor hiç hatırlamıyorum ama bir kızı alıp sahnenin sağ tarafına yerleştirdikten sonra beni alıp koyuyor sahnenin tam ters köşesine. Kızın önünde biri, benim önümde yaslı adam t. bakışıken birbirimize o anda anlıyorum neyin içinde olduğumu. Ve bir anda tiyatronun dört duvarı kalkıyor ve kendimi birilerinin devamlı koşturduğu kalabalık bir holde buluyorum. Tutuyor kolumdan, kalabalık bir odanın köşedeki kırmızı kadife perdesinin arkasına sokuyor ve hareket etmememi söyleyip gidiyor. Biri geliyor, perdeyi açıyor, beni görüyor, ben konuşmuyorum, daha önce kendisi de burdan geçtigi için ne yaptığımı biliyor, hemen perdeyi kapatıp gidiyor ve ben hersey bittiginde beni birinin gördüğünü soylemem gerektigini düşünüyorum. Hemen sonra bak yine düşünüyorsun diyorum kendime, düşüncelerimi durdurmaya çalışarak.
Odanın duvarları kalkıyor ve yüksek gökdelenlerin gölgesinde bir kaldırımında buluyorum kendimi yaşlı adam t. ile... Yürürken yolda ağır ağır, söylediklerinden sonuna geldiğimi anlıyorum ve bir anda yer oynuyor, binalar oynuyor, deprem oluyor demem ile binanın yaşlı adam t.nin üzerine düşmesi bir oluyor ve ben hemen gizli bölmeme giriyorum.
Kapağı açıyorum ve yeniden tiyatro salonunda buluyorum kendimi...Etrafta kimler var diye yine bakarken bir mesaj geliyor " Sana bu maili neden gönderdiğimi bile bilmiyorum..." diye başlayan. Tam devamını okuyacakken birşeye basıyorum yanlışlıkla, mesaj siliniyor, panik oluyorum ama birden mail kutusunun tamamını görebildiğimi farkediyorum. İşte o onda bana gelen mesajını kaybettiğimi unutup, başkalarına yazdıklarını merakla bir mesaja elime attığımda "yine aynı şeyi yapıyorsun, sana ne dediğini unutup eski defterleri karıştırıyorsun " diyorum ve elimi çekip, çekebildiğim için de gülümsüyorum...

Gözümü açıyorum, been2'nun evinde devasa odada rahat yatağımdayım ve saat 08:08...
Rüyaya şaşırıyorum, bu kadar detaylı hatırlamama şaşırıyorum, saate şaşırıyorum, ne demekti acaba diye biraz düşünsem de verdiği his iyi olduğundan yeniden uyumaya başlıyorum...

Hayırdır inşallah, hayırdır mutlaka...



* Yakın arkadaş ile sarılmanın anlamı çok güzelmiş. Tam little budha ile bana göre, çok uzun süren ve sağlam dostluğu temsil ediyormuş...

24 Aralık 2011 Cumartesi

GITMEDEN HEMEN ONCE # 75


Çok ama çok yoruldum bu son 5 haftada; işlerle uğraştım, içteki ve dıştaki insanlarla uğraştım ama en çok da kendimle uğraştım ve çok yoruldum. Bedenim de, zihnim de, ruhum da yorgun...Onun için şimdi azıcık ara verme, biraz uzaklaşıp sindirme vaktidir deyip topladım bavulumu, bana en iyi gelen şeyi yapıyorum ve gidiyorum.

Bedenim öylesine yorgun ki ; son iki gündür birazdan bineceğim 14 saatlik uçak yolculuğunu iple çeker olmuştum, hiçbirşey yapmak zorunda olmayacağım için. Gideceğim oraya ve hiçbirşey yapmak zorunda olmayacağım; Crown olacak, Yas olacak, Altın'lar ve daha bir sürüleri olacak ama istediğim kadar uyuyacağım, istediğim zaman istediğimi yapacağım ve bir süre bu taraftan kimse ve kendim ile konuşmayacağım...

Sözün kısası kafamı dinleyip, geleceğim...
Sözün kısası bir süreliğine fişi çekeceğim, iki dünyamla da alakamı kesip, yenilenerek geleceğim...
Tecrübe ile sabittir bu fiş çekmeler; iyi gelir bana uzaklaşmak, başka bir zaman dilimi içerisinde günü yaşamak. Ilk iki günden sonra üçüncü gün ne iş kalır telaşlandığım, ne yapılması gereken programlar. Ben uyanırım orası uyur, ben uyurum onlar yaşarlar, kesilir bağlantı.

LA beni bekler; hava güzel, bekleyenler güzel, içim yorgun ama sakin ki bu çok güzel.

20 Aralık 2011 Salı

KÜÇÜK KIZ


Insan olmak zor zanaat be şekerim; hissedeceksin, hissettireceksin; vereceksin, alamadığında verdikçe çoğaldığına inanıp vermeye devam edeceksin; hep birileri seni yargılayacak ama sen yargılamayacaksın;  nefret etmekte, kıskanmakta, öfkelenmekte bir sorun yok, onların da sevgi gibi insani bir duygu olduğunu bileceksin ama onları kötüye kullanmamak için kendini kontrol edeceksin ama hiçbirşeyi kontrol etmemeyi öğreneceksin vs vs vs...Ve bunun gibi bin şeyi daha içinde barındırıp her an değişen hayatta sadece bir insan olduğunu ve herkesin seninle aynı olduğunu hep hatırlayacaksın.

Ve evet hepimiz aynıyız!
Iddia ediyorum ki, bizleri tedirgin, rahatsız eden, zayıf hissettirip, üstünlük kurmaya çalışan, soğuk davranıp duvar ören ve daha aklıma gelmeyen bir sürü negatif duyguyu hissettirerek olduğumuz gibi davranmamızı engelleyen bir oda dolusu adamı alsak karşımıza ve dinlesek hikayelerini nasıl aynı güvensizlikleri, aynı korkuları, aynı tedirginlikleri hissettiklerini görürüz. Yaşadıklarımızın birbiri ile alakası olmasa da miras bıraktığı duygunun ve davranış şeklinin nasıl birebir bizimki ile aynı olduğunu anlarız. Bıraksalar kendilerini ve anlatsalar güven içinde yaşadıklarını, ne çok şey öğreniriz onların anlattıklarından. Yaşı, nereden gelip, nereye gittiği önemli değil her karşımıza çıkana açsak ve bıraksak kendimizi, neden hayatımıza girdiklerini biliriz.

Bunları yazınca yine birden bire küçük kız e. belirdi gözümün önünde.
Nasıl onunla tanışmayı ertelediğim, kendimden emin olana kadar nasıl karşısına çıkmamaya çabaladığımı hatırladım. Tanıştığımız ilk zamanlar nasıl beni korkuttuğunu hatırladım 6,5 yaşındaki bacaksızın. Güleryüzlü ve yumuşacık bir kız çocuğu olmasına rağmen tıpkı babasının ki gibi gölgeler düştüğünde gözlerine yada hata yaptığı anda sanki birşeyler kaybedecekmiş gibi korkuya kapıldığını hissettiğimde nasıl içimin parçalandığını ve ne yapacağını bilmez hale geldiğimi hatırladım.
Hayatına rakip olarak girdiğine inandığının, tehlike olarak gördüğünün aslında kabul görmekten, sana kol kanat germeye çalışmaktan başka birşey istemediğini ve sana bakarken içi titreyen olabileceğini öğretti küçük kız e. bana...Sen sevdikçe, güven verdikçe sana dokunmaya bile çekinenin, yolda yürürken kendiliğinden gelip elini tuttuğunu, sinemada oturduğu yerden kalkıp kucağına oturduğunu, günlüğüne resmini çizdiğini, evde başını göğsüne yaslayıp huzur içinde çizgi filmini seyredebileceğini gösterdi.
6,5 yaşındaki küçücük bir kız, bacak kadar boyu ile hata yaptığımızda bizim hissettiğimiz kadar korkulacak birşey olmadığını, her yeninin tehdit olmadığını, kendinden olmasa da koşulsuz sevip, bir gece öncesinden ne kadar yorgun olursan ol, ertesi sabah onun enerjisine ayak uydurmanın mutluluk verdiğini ama en sevimsizi de yokluğunda, bu kalabalık hayatta bir boşluk yaratabileceğini öğretti.

Kimse hayatımıza laf olsun diye girmiyor; yaşı, tecrübesi, bilgisi ne olursa olsun hepsi birşeyler öğretiyor, içindeki birşeyi gösteriyor. Bazısı kalıyor sonuna kadar, bazısı gidiyor ve sen özlüyorsun ama yine de keşfettiğinde hayatına kattıklarını kendini hafif hissediyorsun.

Ben çok sevdim küçük kız e.'yi ve özlüyorum da...O ileride beni hatırlar mı bilinmez ama ben ondan aldıklarımı unutmayacağımı biliyorum.
Harika ve dolu bir hayatı olsun....

14 Aralık 2011 Çarşamba

PARDON, ben yanlış biliyormuşum ( Nice to meet you )


Perşembeden pazartesine surreal bir 5 gün geçti hayatımdan.
Başıma neler geleceğinden habersiz, enteresan birşey denediğimi, ne istediğimi ve ne olursa olsun bir şekilde hoşuma gidecek birşeyler alacağımı biliyordum, cok emindim bundan ama işte yine de böylesine acayip güzel birşey yaşayacağımı hiç bilmiyordum.

Hani şu içine işleyen, bir sahne önce deliler gibi güldürüp hemen arkasından salya sümük hıçkırıklara boğan filmler vardır ya dünya ile bağlantını keser; biraz daha sürsün, bitmesin istersin. Işte tam bunun gibi birşeydi yaşadığım.
5 gün boyunca, kahkahalar attım, deli gibi ağladım, hep aynı şeyleri yapıp sonuca ulaşamadığımda aşırı sinirlendim, burnumun ucundakini göremeyecek kadar kör olduğum anladığım anda şok oldum, çılgın gibi hopladım zıpladım ve herşey bittiğinde surrealin tek hediyesinin "gerçek" olduğunu anladım.

Bilirim ben sütten çıkma ak kaşık olmadığımı. Biliyorum neyimin kıl neyimin katlanılmaz olduğunu da dinlemediğimi,  dinlemeye başladığım anda düşünmeye başladığımı, kim olduğu, ne dediği mühim değil karşımdakinin; kendim yazıp, kendim çizip, kendim oyanadığımı bilmiyordum. Şu ara ara tosladığımı söylediğim meşhur duvarları, aslında, gerçek olmayan gerçeklerimle tek başıma kendimin ördüğünü bilmiyordum. Şimdi "ben yine de değişmemi ve daha da güçlenmemi sağlayan o duvarları örenleri sevgiyle hatırlarım" lafıma gülüyorum oturduğum yerden, zira mevzu bahis kendin olunca hatırlarsın tabii sevgi ile...

Neyse bu 5 gün geçti, bitti ama merak ettiklerim bitmedi...Onları da bir bulayım, tadından yenmez olup, kaldığım yerden devam edeceğim :)

Buarada kapımın önünden "bahar dalları" geçti, biran bana geliyorlar dedim heyecanladım ama önümden öylece geçip gittiler. Zaten bu mevsimde ne alaka bahar dalları ? Belki de yapmaydılar...

11 Aralık 2011 Pazar

TONY



Dün gece sadece iki saat uyumamış olsaydım, içimdeki inanılmaz enerji ile neler yazardım ben bile bilmiyorum ama tam yas'ın istediği gibi birşey çıkacağına eminim. Ama  bu gece uyuyacağım çünkü yarını iple çekiyorum.
Sadece içinde bulunduğumuz şuanda herkese bir sarılasım, bunu yazarken de yüzümde kontrol edemediğim bir gülümseme var :)

Onun için ben bu gece kolaya kaçayım, buraya Sezen'i koyayım; ben hiç unutmayayım, okuyanların da içi açılsın!



10 Aralık 2011 Cumartesi

KANDIRMA BENCE KENDINI...


Cuma gecesi olmasına rağmen, tahminimin aksine sakin olan sahilyolu boyunca eve doğru yol alırken, aslında küçük kız e.'yi yazmak vardı aklımda. Belki özlediğimden, belki rüyalarımın en yeni kahramanı olduğundan yada belki de, eğer bu ilerde açılıp da bugünleri hatırlatacak bir günlük ise, burada olması gerektiğini düşündüğümden o küçük kızı ve hissettirdiklerini yazacaktım. Ama beyaz sayfanın belirlemesi ile gözümün önünde başka şeyler yazmak geçti içimden ve karar değiştirdim, biraz da belki iki gün sonra bunları yazmak bile istemem diye...

Yeniden yazmaya başladığım bu iki günün sonunda o kadar güzel, o kadar özel ve o kadar yüreklendirici mailler ve mesajlar aldım ki crown, yas, e.e, y.e, smeralda, doa, ikd, little budha, VA, bebish, simonpour, tim, SS, zey, aykedisi ve "bilge" den, bazıları yüzümü güldürdü, bazıları gözlerimi doldurdu ama istinasız hepsi bir kere daha onlar için önemli olduğumu hissettirdi. y.e'den gelen :
"Hem de nasıl yazıyorsun!!!Utanmasam ne güzel olmuş demek geliyor içimden senin bu yazıları okuyunca...Sen her hal ve şartta yazmalısın bence..."Su Yolunu Bulur" mesajı kahkaha attırırken diğer hemen hepsinin ortak söylediği tek şey " sen gerçekten çok güçlüsün " oldu. Ben de kendimi iyi hatta çok iyi hissettim.

Iyi hissettim hissetmesine de bir yandan da bütün gün kafamda asılı kaldı bu "güçlü " kelimesi...
Niye bu kadar önemli idi hayatta güçlü olmak? Neye, kime karşı güçlüyüz? Neye , kime göre güçlüyüz? Insanların bazıları güçlü, bazıları zayıf mı geliyor bu dünyaya? Yada güçlülerin zayıf, zayıf diye adlandırdıklarımızın içlerinde hiç mi güçlü yanları yok? Şu boğazda sert bir rüzgar esse, tutmasan uçup gidecek mini minnacık kadınların, adamların neresinden güçlü olduğunu anlıyoruz dışardan?
Hayatta güçlü olmak hep mutluluk getiriyor mu gerçekten?

Ben çok güçlüyüm!
Bunu biliyorum; adımın Den, 4 kardeşin en küçüğü, ayak numaramın 37 , sağ bileğimde küçücük bir yıldız dövmemin olduğunu bildiğim gibi güçlü olduğumu da biliyorum. Hoş sahip olduğum aile ve çok çok uzun senelerdir yanımdaki sayısız gerçek arkadaşlarımın sevgi ve koşulsuz hoşgörüsü ile aksi de düşünülmezdi ama sonuç itibari ile güçlüyüm işte.
Ama ben güçlü olarak doğmadım, bana öğretildi bu!
Önce annem işledi oya gibi benim ve bütün kardeşlerimin benliğine. Birbirinden benzersiz teknikler kullandı yıllarca; bazen nasihat etti, bazen kendi hayatından örnekler verdi, bazen severek, bazen kafamıza kaka kaka soktu içeri, hiç yılmadan.
Sonra dışardakiler gösterdi sağlam durmazsan, düşmen an meselesi diye...Ilk dersimi ledo verdi; benden 4 ay küçük olmasına rağmen cüsse olarak iki katım 3-4 yaşındaki bacaksız, nerde boşluk yakalasa canımı yaktı, ben de tırsıp kaçtım. Ne zaman ki canıma tak etmiş olsa gerek, dönüp de kendisine attığım okkalı bir tokattan sonra en iyi arkadaşım oldu ve yıllarca beni koruyup kolladı, orada bir veri daha girdi bilincime; tırsarsan, kaçarsan canın acır. Sonra mekanizma kendi kendine böyle devam etti gitti bence; "tehlike" anında kaçmamak, doğru bildiğini sakınmamak, taraf olmak hep bir güç göstergesi oldu. Sonra yavaş yavaş adının ne olduğunu bilmediğim bu şeyin güç olduğunu söylemeye başladı çevremdeki herkes, "sen çok güçlüsün" dediler senelerce. Onlar söyledi ben inandım, onlar söyledi ben kendimi gerçekten güçlü hissettim, güçlü hissettikçe gücüme güç kattım ve işte adımın ne olduğu ne kadar iyi biliyorsam güçlü olduğumu da o kadar emin şekilde söylebilecek duruma geldim.

Ama ki yine önemli bir "ama"ya geldik, güçlü olduğumu ne kadar iyi biliyorsam herzaman ve her koşulda güçlü olmadığımı, benim de zayıf noktalarım olduğunu biliyorum. Sonuçta ben bir insanım, sonuçta bir kadın, üstüne üstlük çok da duygusal ve bütün bunların ötesinde herzaman güçlü olmak zorunda olmadığına inanan ve hatta istemeyen bir kadınım.

Şimdi canım arkadaşlarım bana güçlü olduğumu hatırlatarak kendimi iyi hissettiriyor, ben de aldım gazı gidiyorum ama enteresan bir şekilde onlara böyle olduğumu söyleten şeyin, tüm içtenliğimle ve çekinmeden acımdan, zayıf noktalarımdan bahsediyor olmam ve üstünü kapatmaya çalışıp, sanki umrumda değilmiş gibi davranmıyor olup, ortadaki sorunu kökünden çözmeye çalışiyor olmam olduğunu düşünuyorum.

Ben içindeki gerçek gücün zor zamanlarla nasıl başettiğin ile su yüzüne çıktığına inanıyorum. Herşey güzelken, keyifler yerinde, sevdiklerin yanında, para varken herkes güçlü. Ama acaba bir gecede bütün sahip olduklarını kaybetsen, yıllar önce herşeyi sıfırdan tek başına yarattığını ve yeniden başarabileceğini düşünüp harekete mi geçersin, yoksa artık sahip olmadıklarının arkasından ağlayıp, suçlayacak birilerini mi ararsın? Hayatının geri kalanını birlikte geçirebileceğini düşünecek kadar değer verdiğin birinden ayrıldığında, kalıp biraz kendinle "mutlaka ben de bir yerlerde hata yaptım, neyi yanlış yapıyorum? " diye düşünüp kendini düzeltmeye mi çalışırsın, yoksa hemen iki haftada aynı taktiklerle yerine neci olduğu önemli olmayan yeni birini koyup, boşlukları mı doldurursun?

Acı, kızgınlık, nefret, kayıp ne ise sorun üstünü örtüp, bana olan birşey yok gayet hayatıma devam ederim, takmam demek midir acaba gerçek güç? Dönüp dolaşıp yine aynı şeyleri yaşıyorsak, durumlar veya kişilerin değişmesine rağmen gelinen noktanın ve çevremize verdiğimiz imajın birebir aynı olması tekrar tekrar aynı şekilde davranıyor olmamızla alakalı olduğunu kabullenmek güçsüzlük göstergesi midir? Yada çok sevdiğin birinin ihtiyacı olduğu ve sırf onu iyi hissettirmesi için kendinden ödün vermek karşı tarafa kaybedilen bir güç müdür? Çok değer verdiğin bir kişi karşısında güç kaybetmek senden vazgeçemeyeceğin neyi alıp götürür acaba?

Hayatta herzaman güçlü ve haklı mı yoksa mutlu ve huzurlu olmak mıdır mesele?
Benim cevabım ve yolum belli, işte zaten sadece bunun için "çok güçlüyüm" !



PS: yazı yazmaya bayılıyorum, yine ne diye başladım nerde bittim...:)

9 Aralık 2011 Cuma

Hayırlı Yolculuklar


En çok bu aksiyona geçiş halimi seviyorum; sözkonusu ruhum olduğunda, hiçbir arıza sinyalini kaçırmayan, varolan sorunu inkar etmeyen, kaynağı bulmak ve biran evvel ondan kurtulmak için harekete geçen tarafımı. Ancak ne büyük ikilemdir ki içimdeki huzursuzluğun dengemi bozacağı ve kontrolümden çıkacağı korkusunu yaşayan "kontrolcü" tarafım sorunu farketmeme, "bilinmeze" olan karın ağrım sorunu didiklememe ve çözümü bulmama, "sabırsız" tarafım ise hemen harekete geçmeme yarıyorlar. Yani sözün kısası aslında ben bugün, oturup kös kös, ihaleyi zamana bırakmayan taraflarımdan kurtulmaya çalışıyorum. Böyle kelimeler dökülünce ardı ardına acaba hepsini hemen atmasam, birazını kendime mi saklasam diye düşünmeden edemiyorum ama yok gidecek hepsi; annemin üstün körü toz alınmaz demesi misali yapacaksan temizliği tam yapacaksın!

Onun için ben bu gün sıvadım kolları, taktım kafama eşarbımı, elime ağır plastik kokulu sarı eldivenlerimi, daldırdım kolumu mis gibi fabulosa kokulu su dolu kovanın içine...
Oturduğun yerden değişeceğim diyerek birşeyler değişmediğinden gittim kendime onlarca coach buldum. Hepsinin hayalleri, tecrübeleri, tecrübesizlikleri, geldikleri, gittikleri yerleri, birbiri ve benim ile alakasız onlarca normal insanı kendime rehber olarak seçtim; aralarından birisinin veya birilerinin yumuşak karnıma dokunacağını, beni çileden çıkartıp bana ayna olacağını, doğru diye bildiklerimi yanlış, olmaz öyle şey dediklerimin olurunu gösterip içimi dışıma çıkarmalarını ümit ederek.
Sonunda ne olacak bilinmez enteresan birşey deniyorum ama sadece aksiyona geçmiş olmanın verdiği bir his bile olsa kendimi şimdiden hafiflemiş hissediyorum.

Değişeceğim ben demekle ve sade irade ile olmuyor bu işler, öyle olsa şimdiye kadar 38 kere sigarayı bırakmış olurdum.
Sevgili "bilge" Bilge'nin dediği gibi de olmuyor malesef; daha evvel yaşadıklarımızdan aldığımız tecrübelerle duvara toslamadan farkedemediğin gibi sorunu, harekete geçmeden de birşey olmuyor.
Ne farkedilişi acısız, ne de kurtuluşu kolay oluyor...Ama tek bir gerçek var ki sonucu çok şahane oluyor!

Kurtulunca gereksiz yüklerinden, tüy gibi hafifleyip, bilgisayar oyunlardaki gibi level atlıyorsun.
Işte o zaman ne seni buraya getiren acıyı ne de canını acıtana hissettiğin o doğal ilk tepki kızgınlığı hatırlıyorsun. Yoluna devam edip, bir dahaki duvara kadar tadından yenmez oluyorsun.
Işte ben bu yüzden, her ne kadar genelde peşinden gelenler sürse de sefasını, yenilenmemi ve biraz daha güçlenmemi sağlayan duvarları örenleri hatırlarım, çoğu zaman sevgiyle...



X ANOTHERSTAR : tilkinin dönüp dolaşacağı yer tabii ki kürkçü dükkanıdır. Evet yazı yazma istediğim ve aylardır görmediğim fantastik rüyalarımla geri döndüm. Bakalım ne kadar sürecek?

7 Aralık 2011 Çarşamba

Mutlu Olunca Olmuyor


Anladım ki cok mutlu olunca yazamıyorsun. Anladım ki en azından benim bir tarafım hüzün ile beslenip, hüznün peşi sıra getirdiği zorluklarla ile güçleniyor. Doğal olarak en çok, kıymet verdiklerim canımı acıtıyor ve en çok canımı acıtanlardan birşeyler öğreniyorum.

Herşey herzaman senin istediğin zaman olmaz ya, sanki hiç teklemeyen bir saat işliyor tik tak içimde ve hiç beklemediğin bir anda acımazsızca çalıyor alarmını değişim zamanı geldi diye.
Ruhumu öldürmeyecek, beni ben olmaktan çıkarmayacak değişimle ilgili hiçbir sıkıntım yok benim.
Her değişimin içimizdeki çöpleri tek tek ayıklatıp, bizi daha da özgürlüştürdüne inaniyorum ama yine de hep zorla gözüme sokulmasına, hep birşeylerden feragat ederek tek başıma gerçekleştirmem gereken bir süreç olmasına, elimden tutup sabırla yüreklendirenin olmamasına isyan ediyorum.
O an geldiğinde, tik tak işleyen saatin, nerede, nasıl olduğuma bakmadan, bir gecede herşeyi tepetaklak etmesi, geceden sabaha bildiğin ve inandığın herşeyi değiştirmesi, omuzlarımdan kavrayıp sert bir duvara çarpması da tabii ki canımı acıtıyor...

Ama işte ne yazık ki sadece o can acısı birşeyler öğretiyor. Sadece o can acısı ile gözlerim faltaşı gibi açılıp, oturup tek başıma halime ağlayacak bir tip de olmadığımdan harekete geçebiliyorum. Sözün kısası bir kere daha ayıkladım çöpleri, kapının önüne koymaya başlıyorum.

Neyin mutlak gerçek olduğunu bilmediğim, bugün ellerimle tuttuğum gerçeğin ertesi gün sanki hiç yaşanmamış gibi olduğunu tecrübelemiş olmama rağmen, hala "bilinmezin" verdiği karın ağrısını atacağım çöp sepetine. Neyi ne kadar kontrol altına almaya çalışırsan çalış, su yolunu bulur misali herşey sonunda olacağına vardığına göre, kontrol çılgınlığına bir son vereceğim. Onu heyecanlandıran şeylerin hemen olmasını isteyen, telaşlı, zıp zıp ruhuma sabırlı olmayı öğreteceğim. Çünkü bakınca geriye profesyonel yaşantımın dışında hiçbirine ihtiyacım yok; şimdiye kadar hiçbiri karın ağrısı, panik hali ve huzursuzluk dışında birşey vermedi bana. Hem Tanrı vergisi sezgim ve şansım var benim. Eninde sonunda bilmem gerekeni, görmem gerekeni koyuveriyor önüme.

Değişmek ile ilgili bir sıkıntım yok benim...Saat işler, alarm çalar, biri koca bir duvar örer, ben duvara toslarım ve değiştiririm kendimi, güçlenirim...Işte o zaman Mini'de Sezen, yine ayni vespanin pesinde sokak sokak Genova'da gezerken, 1 sene oncesinin aksine hissetiğim sadece koca bir hissizlik ve o hissizliğin yüzümü gülümseten huzuru olur..

20 Temmuz 2011 Çarşamba

AVARE


Elindeki çok sevdiği oyuncağı alınmış da dudaklarını büzmüş, boynunu bükmüş küçük bir kız çocuğu gibi hiç sesimi çıkarmadan, sakin,alışkın olduğum iniş ve çıkışlar olmadan geçen son bir senede yaşadıklarımı yazsaymışım; ya bir seyyahın ya da takılmış plak gibi hep aynı şeyleri tekrarlayan bir zır delinin günlüğü tadında şeyler çıkacakmış ortaya...Çünkü anlıyorum ki bütün o aylar boyunca belirgin olarak yaptığım tek şey, Istanbul'a adımımı atar atmaz istem dışı yüzüme yerleşen ciddi ifade ile herbiri diğeri ile aynı gibi görünen günleri geçirmek ve bir sonraki yolculuğu planlamak olmuş.
Gittiğim yerde yüzüm gülmüş, döndüğüm de ise düşmüş.

Birbiri arkasına yaptığım tüm o yolculuklar aslında bir kaçış olduğundan ama ne kadar ve nereye kaçarsan kaç, kaçtığın şeyi de kendinle beraber, dünyanın en ücra köşesine bile götürdüğünden, vardığında yabancı topraklara, aslında sadece ilk birkaç gün kendini hafiflemiş ve özgür hissediyorsun. O kandırıkçı hafiflik duygusu ile bir an yeniden normale döndüğüne, yeniden birşeylere heyecan ve merakla baktığına inandırıp kendini mutlu hissediyor; sanki boğazındaki tüm düğümler çözülmüşcesine, sanki daha önce hiç oylesine dolu bir nefes almamışcasına, derin bir ohh çekip "geçti artık!" diyorsun ama o da fazla sürmüyor; çünkü çok değil sadece birkaç gün sonra "nedenler, acabalar, keşkeler" dönmeye başladığında yeniden kafanın içinde,başladığın noktaya dönüyorsun ve bu sefer  tek fark, pencereden dışarı baktığında gördüğün hiç bitmeyen trafiği ile muhteşem boğaz manzarası değil de bambaşka bir şehirin yabancı telaşı oluyor. Sanki hiç valiz hazırlamamış, sanki saatlerini havaalanlarında binbir cesit  insanın hayatlarını tahmin etmeye çalışarak gecirmemiş, sanki uçaklarda muhtemelen hayatın boyunca bir daha hiç karşılaşmayacağın insanlar ile birkaç saatliğine aynı kaderi paylaşmamış, sanki benjaminin gölgesindeki deri koltuğundan hiç kalkmamış gibi hissediyorsun.  Işte o zaman tüm bu yolculukların da tıpkı gelip geçici sevgililer gibi aklını bir süreliğine çelip, gözünü boyadığını, kısa süreliğine sana iyi geldiğini ama aklını başından alan kalp çarpıntısı olmadığından bir solukta, girdikleri hızla kendilerini imha ettiklerini anlıyorsun.

Çözüm sandığının işe yaramadığını anlamak iyi hoş da sonrası pek öyle olmuyor, hemen sonra "şimdi ne olacak, denemediğim ne kaldı ki?" diye düşünmeye başlıyorsun; yine o deri koltukta , yine elinde bir kitap, gözün dışarda kara kara düşünerek saatler geçiyorsun. Büyük şehir efsanesi, her derde deva olduğu söylenen zamanın da senin için farklı işlediğini, içinde esen fırtınaları dindirmese bile bir başarısız deneme karşısında daha sakin kalmana yaradığını öğreniyorsun ve yine kara kara ama bu sefer sakin bir şekilde düşünmeye, yeni bir çıkış yolu aramaya başlıyorsun...

Çok gezdim geçtiğimiz aylarda; uzak, yakın demeden, daha önce gördüm, görmedim ayrımı gözetmeden
yollara düştüm. Her dönüşümde buradan daha uzaklara, daha farklı olana gitmek istedim. Sanki mesafeler uzadıkça , gördüklerim farklılaştıkça ben normale dönecektim. Kaç uçağa bindim, kaç saatimi 30000 fitin üzerinde geçirdim, tanımadığım kaç bin kişinin fotografını çektim bilmiyorum ama dünyada görülecek dev budha kalmadı onu biliyorum. Uzaklaştıkça özgürleştiğimi zannettim, özgürleştikçe  hayatta korktuğum ne varsa tek tek yaparak içimdekini koparıp atmaya çalıştım. Çalıştım çalışmasına da işte yine birgün o deri koltuğa oturup da oturduğum yerde kalmak istediğimi, artık rüyalarımı hatırlayamadığımı, geleceğe dair beni heyecanlandıran birşeyin olmadığını farkettiğim anda geçici sevgililerim gibi seyahatlerin de bana yetmediğini anladım. Aslında hiçbirşey yetmiyordu; en çok da Istanbul. Söylemiyordum kimseye ama kızgındım Istanbul'a...Her türlüsüne binlerce seçenek sunduğuna, herkesi mutlu edecek kadar zengin olduğuna inandığım şehir bana yetmiyor, yenisi bile eski gibi geliyor, bütün suç onda olduğundan içimi sıkıyordu ki birden ikili hayat fikri belirdi aklımda. Iki ayrı ev, iki ayrı hayat, iki ayrı dünya; tıpkı Audrey'in söylediği gibi "hangisi canını sıkmıyorsa orada olmak"...Audrey'den mi etkilendim, yoksa o gün bu parlak fikir ile heyecanlanıp hemen hayata geçirdiğim için mi Audrey oradaydı bilemem ama Italya'da bir evin olması, yarı dönemli Italya'da yaşama kararı bir gece yarısı böylece giriverdi hayatıma.

Karar vermek işin zor kısmı hayatta, bir kere karar verdikten sonra gerisi çorap söküğü gibi geliveriyor. Ben ki hayatı boyunca içgüdüsel olarak hızlı ve radikal kararlar vermiş biriyimdir, bu kararı da bir gecede verdiğimi zannettim uzun süre ama bu yazıyı yazmadan önce nereden nereye geldiğimi anlamak için  okudukça geçmiş yazıları, aslında bu fikrin nasıl usulca, ince ince, oya gibi ruhuma işlenildiğini, aslında o gece o kararı vermeden çok öncesinde sinyallerini verdiğini anladım. Ama işte o gece kalktım o koltuktan, gerisi kendiliğinden geldi ve bir sabah uyandığımda Genova'daki evimde buldum kendimi.


Rapallo'da başlayan ev arayışım Genova-Nervi 'de, adı gibi gerçek bir cennet bahçesinin içinde bitti.
Ev arayış bitti ama hayatıma getirdiği yenilikleri, bende yarattığı değişiklikleri, unuttuklarımı zorunlu olarak hatırlatmaları hala bitmiyor. 
Ilk ögrendiğim kaç kere gidersen git, ne kadar insan tanıyorsan tanı, ne kadar dillerini konuşup işlerini doğal bir rahatlıkla halledersen hallet, yabancı bir ülkeye ziyaretçi olarak gitmek ile orada yaşamak arasında inanılmaz bir fark olduğu oldu. Öylesine kolay olacağını hayal etmiştim ki herşeyin, oturtana kadar düzeni şaşılacak kadar gözümü korkutan durumlar yaşadım ilk aylarda. O kadar alışmışım ki hayatımın  belli bir düzen ve kolaylıklar içinde gidiyor olmasına, bulamadığımda en basit şeyi anlamsızca sudan çıkmış balığa döndüğüm anlar oldu; şimdi hatırlayınca gülüyorum ama en kan çektirici sorunlar karşısında bile soğukkanlı kalabilen bu kadın bir süper markete girip, gördükleri karşısında gözleri boncuk boncuk yaşlar ile dolu, ben burada ne yapıyorum diye kendini zayıf hissetti. Yaşadığım hayatın bir lutüf olduğunu biliyordum, zaten yaşama şeklim ve onun içini dolduran tüm kıymetlilerim dolayı da hep çok şanslı olduğumu, reankarnasyona inanan biri olarak içimdeki ruhun iyi bir evrede olduğunu düşünüyordum ama ki buradaki "ama" çok önemli; bana bahşedilen bu ayrıcalıklı durumu artık normal birşeymiş gibi algılamaya, hatta bu tür konforlu servisin hakkım olduğunu düşünmeye,hadi korkak alıştırma Den'cim, yazıver direk, şımarmaya başladığımı farketmemiştim. 
Ne zaman ki 4 kapıcılı bir binaya haftalarca koliler taşıdım tek başıma,elektrik-su paralarını ödemek için banka sıralarında beklemeye, market alışverişinden , bozulan arabanın tamirciye götürülmesine kadar herşeyi kendim yapmaya başladım; bir yandan uzun zamandır canımı sıkan Istanbul'daki ayrıcalıklı hayat kafama dank etti bir yandan da, gerçek evimde çok uzun zamandır, ne kadar çok şeyi yapmadığımı farkettim. Mesela ben hiç çöpü çıkarmadım, yıllardır bir bankada, noterde sırada beklemedim, bırak araban inip benzini kendin doldurmayı, yıllardır nakit para ile almadığımdan, benzine ve daha bir sürü günlük şeye ne kadar para harcadığımı bilmedim. Nereye gidersem gideyim arabamı hep vale parkinge bıraktım iki adım fazla yürümemek için. Elime çekici çiviyi alıp da evimdeki tek bir resmi asmadım, en sevdiğim benjaminime gün aşırı 3 litre suyu kendim vermedim. Hep neyin nasıl yapılmasını söyledim, ilgi gösterdim, yol gösterdim ama yapmadım,yaptırdım. Nasıl yapılacağını bilmediğimden, elimden gelmediğinden değil elbet zira görünen o ki aslanlar gibi de yapabiliyorum saymadığım bir sürü şeyi daha ama deli gibi çalışıyor, çok yoruluyor, dünyayı kurtarıyorum ya kurulmuş bir sistem de var onun içine girmiş yapmamayı normal algılıyorum. 
Ama öbür hayatta, Genova'da işler böyle yürümüyor. Zamanla orada da sistemi kurup, kolaylıkları yaratıyorsun elbet organizasyon yeteğinle ama yine de genel olarak herseyi tek başına yapıyorsun. Işte o herşeyi yapmak, o herşeyi tek başına yaparken gününü ona göre organize etmeye çalışmak, mevcut sisteme ayak uydurmak benim gibi yaşını 35 inde dondurmuş ama aslen 37lik kadını acayip terbiye ediyor. Ve bu durum benim çok hoşuma gidiyor.

Planımı açıkladığımda, en yakınlar hatta biraz daha uzaktalar bile gideceğimi yeri sormadılar, neresi olacağından emin, muhtemelen onun için gittiğimi düşündüklerinden. Bense kararı enteresan bir şekilde onunla tamamen kopardığım ara bir süreçte aldığımdan ısrarla "hayır onun için değil" diyordum kendime bile itiraf etmek istemediğim bir ümit kırıntısı ile ama tabii ki gidilecek yer Italya'da kendimi evimde hissettiğim tek yer, Genova olacaktı.

Genova deniz ile  ormanlarla kaplı dağların buluştuğu, doğası ve havası ile inanılmaz güzellikte bir yer. Genova tıpkı insanları gibi enteresan, bir defada güzelliklerini gösterebilen bir yer değil.
Yaşadıkça, her sabah o muhteşem manzarasına ve temiz havasına uyandıkça, her geçen gün yeni bir semtini, yemeğini, alışkanlıklarını, gizli sokaklarda inanılmaz güzellikteki gizli yerleri keşfettikçe bağımlıklık yaratan bir şehir.
Genova beni erkenden mutlu uyandıran, Istanbul ile barışmamı sağlayan, "evet dünyanın neresine gidersem gideyim yaşarım" teyidini veren şehir.
Abartısız her Allah'ın günü Istanbul plakalı minim ile dağların eteğinde denize karşı kilometrelerce yol yaparken ne kadar şanslı olduğumu, ne kadar güzel bir hayatım olduğunu, bambaşka bir dünyada çok sevdiğim insanlarla ne kadar rengarenk olduğumu hatırlatan şehir.
Ama tabii ki en enteresanı Genova Onu benden koparan şehir!...

Hala orada uyandığım her sabah hayatıma girdiği, hiç ortası olmayan verdiği aşırı mutluluk ve mutsuzlukları ile bana, hayatıma, kişiliğime kattıkları, hissettirdikleri ve beni getirdiği yer için şükrediyorum ama işte Istanbul'da bir türlü kabul edemediğim onsuz yaşamayı, Genova'da öğrendim...

Nasıl mı?
Çıkarıp attığında hayatından "acaba Istanbul'da yaşayabilir miyim?" diye düşündüm diyor. Bana ev arıyor, evi buluyor, boyamaya kalkıyor, "olur mu canim" deyince boyacı gönderiyor. Benim olduğunu hissedeyim diye eski koltuk, eski bir pikap arıyor. Uzaktan ıslık çalıyor dönüp bakıyorum, öpücükler gönderiyor. Atıyor motorsikletinin arkasına çocukluğuna götürüyor, yüzüme yumuşacık meltem çalınıyor, hava miss gibi deniz kokuyor, anlatıyor da anlatıyor, çok acayip şeyleri hatırlıyor, hatırlatıyor. her seferinde döküyor eteğindeki bütün taşları, tüm samimiyeti ile kalbindeki sevgisini de yine de o kapı eşiğinde kalmak istiyor. Çünkü korkuyor ama düşünülenin aksine benden değil, yaşamaktan korkuyor. Hergün yeni bir dert icat edip kendine, mızmızlanıyor..Mutsuzlukla besleniyor sanki...Hani derler ya "istese canımı da veririm diye" ben de bir nevi öyle, onun için yapabileceklerimin sınırı yok diye düşündüm yıllarca ama birgün bir adam giriverdi hayatıma ve öyle birşey söyledi ki  uyandırdı beni...Aramaz, aramasını beklemez oldum...

Şimdi mi?
Şimdi ben Istanbul'da bir italyan, Genova'da bir Türk olarak, her iki tarafta da bir yanı yabancı ama, hangi eksikliğimi besliyor bilinmez, bu farklılıktan gayet memnun o hayal ettiğim ikili hayatı yaşıyorum keyif içinde. Ve açtım yelkenlerimi bambaşka sularda, bambaşka bir istikamete doğru yol alıyorum. Enteresan şekilde rüzgar her geçen gün biraz daha sert esiyor, şaşırıyorum, şaşırdıkça mutlu oluyorum ve heyecanlanıyorum. Bu denizde rüzgarın serti makbul elbet ama bazen pat pat denize çarptığım, boyumu aşan dalgalar ile baştan aşağı ıslanıp, ürperdiğim ve zorlandığım oluyor. Bazen cok tersten esiyor ne yapacağımı bilemiyor ama yine de yola devam ediyorum çünkü hepimiz biliyoruz ki bana da böylesi lazım. 3 seneden sonra ilk defa sevdiklerime, işime gösterdiğim doğal emeği, özeni bu yeni yolculuğa da gösteriyorum. 3 seneden sonra ilk defa yeniden planlar, programlar yapıyor, mutlu etmeye çalışıyorum miras defektlerim ile...3 seneden sonra ilk defa birşeyin parçası olmayı kabul ediyorum ve kabul edilmeyi arzu ediyorum.

Şimdi mi?
Şimdi ben iyiyim! Dilerim devamı gelsin...