31 Ocak 2010 Pazar

bACK in town...


Mauro arabayı kullanıyor, yine güzel bir cd, her telden çalıyor, aynen sevdiğim gibi; yolculuk Rapallo'dan Fidenza'ya topu topu iki saat. Gidip 2-3 saat sonra yeniden geri döneceğiz. 4 senenin sonunda Mauro tam kıvamında, göremese de kocaman gözlüklerimin altından gözlerimi, anlıyor halimi, koyuyor cd'yi, bırakıyor beni kendi halime. Sabahın körü, hava soğuk, bir noktadan sonra yer gök beyaz, heryer karlarla kaplı, aklımda ise tabii ki yine aynı düşünceler...Hani bunu yas diye adlandırmışlardı ya önce anotherstar, arkasından t-la-bar, birden yas ile obsessionu birbirine karıştırma ihtimali var mı diye düşünmeye başlıyorum.

O günden beri de birşeye çok çok çok ama çok üzülüp, ondan başka birşey düşünemez halde olmak ile konuyu saplantı haline getirmek arasında ne tür bir fark olduğunu, aradaki ince çizgiyi geçip geçmediğini nasıl anlayacağını düşünüyorum. Zira her türlü güç gösterisini bir kenara bırakarak, zayıf taraflarını bile göstermekten çekinmeyerek, salt kendin olarak birinin karşısına dikilmek okey de saptlantı gibi hastalıklı bir ruh haline girmeyi bu beden, bu ruh, bu beyin kaldıramaz; bunu da yaşamam gerekiyormuş, demek ki buradan da birşeyler öğrenmem gerekiyormuş diyemez, işte o kadar kendini bırakıp, ileriye gidemez.

Birkaç gündür yas ile obsession arasında ki farkları düşünüp, listelerken, hala çizginin bu tarafında olduğumu anlıyorum anlamasına ama aradaki çizginin adeta gözle görünmeyecek kadar ince olması da rahatsızlık vermeyecek gibi gelmiyor. Her ne kadar heryerde ve herşey de güçlü olmak zorunda olmadığımı, olamayacağımı, ne kadar görmezden gelip, göstermemek için de başkasına extra çaba sarfettiğim zayıf noktalarımın varlıklarını kabul edip onlarla yaşamayı öğrensem de saplantıyı kabul etmem mümkün gözükmüyor.

Ve sanırım işte bu yüzden, bu sefer döndüğümde evime, Istanbul basmıyor; bir buçuk aylık ruh hali gözle görünür birşekilde değişiyor. Bir cumartesi günü daha eve kapanıp, geçirilmiyor. Çalan her telefona cevap verilip, programlar yapılıyor. Olması gerektiği gibi süslenilip, crown ve l.buddha ile buluşuluyor; hatta bu son bir aydır sesi soluğu çıkmayan i.k.d bile bir kahve için bize katılıyor, sonra ayrılıyor. Sohbet ediliyor, gülünüyor, dalga geçiliyor, sinemaya gidilip ( It's Complicated) bir kere daha Merly Streep'e hayran olunuyor, iyi vakit geçiriliyor. Yine birileri ile karşılaşılıp, ayak üstü sohbetler ediliyor; etraftakilerin bakışları iyi geliyor; "yeah baby you are back in town!"

29 Ocak 2010 Cuma

Eve Dönüşte şoktayımmm



Severim insanları gözlemlemeyi; ne yerler ne içerler, ne giyerler, nelerden konuşurlar, beklenmedik en basit olaylarda nasıl tepki verirler....Profesyonel deformasyon, tepeden tırnağa giydikleri ile karakter analizi yaparım; karakterli, görgüsüz, muhafazakar, güvenli, güvensiz, küçük dünya insanı, ait olmadığı bir dünyanın insanı, özensiz, yenilikçi, ne ise ele verir bedenleri örtmek için geçirilen her bez parçası. Moda kötü birşeydir kendine güveni olmayan, ne olduğunu bilmeyen kişi için, saklamaya çalışılanı daha da alenen ortaya koyar.

Her neyse işte bakarım, incelerim, anlamaya çalışırım. Sonrası...Sonrası kolay, bir kere anladın mı üç aşağı beş yukarı, herkes ile konuşabilir, özellikle işte, özellikle kolay olanlardan istediğimi alabilirim. 
Anadolu'nun bağrından kopup gelmiş ağır abi ile "sizin memleket neresi?" ile başlar sohbet, gay-i ile en trend gece klupleri, bilmem kimin son koleksiyonu ile devam eder. Hayatını "problemleri çözerek" kazanan biri olarak, herkes ile aynı dili konuşabilmek, herkes ile bir noktada buluşabilmek, herkes ile onlardan biri olarak hareket etmek için önemlidir gözlemlemek; en az pratik ve hızlı düşünmek kadar. Her sorunun çözümü vardır ve çözüm hiçbir zaman sadece tek bir tane değildir. 

Herhalde yapı ile alakalı birşey bu, zira böyle olmayı, hayatımı hep bir sonraki adımı düşünerek, olabilecekleri kestirerek geçirmeyi özellikle hayal etmedim. Tecrübe ile de ilgili birşey mutlaka aynı zamanda ama hamurunda da merak, sabır, yeniye açık olmak, hayal gücü, güvenirlilik ve güçlü hislerin olması şart sanırım. Çünkü hep mi böyleydim yoksa son 12 senenin meyvesi midir bu şimdi yorgun argın geldiğim yolculuk sonrası tam çıkaramıyorum ama olduğum yeri sağlamlaştıran bu özelliği zaman zaman özel hayatımda da kullanmıyor değilim. Yeni tanıştığı biri ile ilk izlenimini son izlenim olarak alan ve bu konuda hisselerine çok güvenen ben, bazen canımı sıkanın, hoşuma gitmeyenin, içimin kabul etmediğinin ne olduğunu anlamak için bu yola başvuruyorum. Aynı dili konuşup, konuşturuyorum; bir noktadan sonra birşey yapmaya bile gerek kalmıyor, herşey çorap söküğü gibi kendi başına çözülüyor. Şimdi örneklerle süslenmeyen bu anlatım kulağa fettan bir yaklaşım gibi görünse de hiç öyle değil tabii; sonuçtur beni bağlayan... Bilerek, isteyerek veya kontrolsüz bir şekilde kimseye zarar vermediğin, kimsenin canını acıtmadığın ve kimsede yaralar açmadığın sürece sorun yoktur bence...Sebep ne olursa olsun bazen alman gereken cevapları, bilmen gereken şeyleri direk soramazsın; sorsan da cevap alamazsın. Bazen yönlendirirsin insanları...Bazen yolu açarsın ve oradan yürümelerini sağlarsın, ne yapacaklar diye bir bakmak için.

Ben yaparım, yapmıyorum diyene ise inanmam...Hepimiz yaparız ve bugün yine 3 saat rötar ile kalkan THY- Milano/Istanbul uçağında, büyük bir keyifle okuduğum FABIO VOLO'nun - Il tempo che vorrei kitabını elime onun tutuşturduğunu farkettiğimde, onun da aynı şeyi yaptığını anlayıp şoka girdim. O kadar iyi tanımışki beni, Tom Ponzi'den yola çıkıp resmen bana farkettirmeden, tıpış tıpış gidip kendi ellerimle o kitabı almamı ve okumamı sağlamış. Yine sabahın köründe kalkıp, yine aynı yolların sonunda bir toplantı ve üzerine saatlerce sigara içemeden geçirilerek, binilmiş uçak olmasına rağmen "herşeyde bir hayır vardır" rahatlığı ve sukuneti ile keyif veren kitabın sayfaları arasından "ahhhh şoktayım, inanmıyorumm" çığlığı ile aklımın başıma gelmesi, her ikimizin de birbirimizin üzerinde ki gücünü ve her ikimizin de birbirimiz karşısında ki güçsüzlüğünü farkettirdi. Tam bir "bastardo" resmen beni manupule etti. Şimdi hala yazarken bile gülümsüyorum, ilk defa bu yönlendirilmiş halim hoşuma gidiyor.

Ayaklarım geri geri gidiyor, karnıma ağrılar giriyordu ama sonunda iyi bir yolculuk oldu. Susuzluk hiçbirşey, imaj herşey; özenle hazırlanmış gardrop amacına hizmet etti, en yakınlar dışında o dahil kimse hüznümü farketmedi, yeniden fitting yapmak düşündüğüm kadar zor olmadı,gereksiz şüpheler giderildi(paoletta), güvensizlik paniği başlatıldı, selam sabah kesildi, lions, leader, anto ama özellikle tiger, mr.italy ve amour çok iyi geldi, yıllanmış çömez borghetti daha bir içime sindi, yarınında yoksa elindeki bardagın bugün kırılacak olduğunu bilmek çoooook işe yaradı ve Istanbul basmadı ve bu soğuk Istanbul gece yarısında sıcacık evime girmek iyi geldi.

Şimdi yeni yepyeni bir ofis ile yeni bir sezona başlama zamanı...Yapacak işler var, önümüze bakalım biraz, diğerinde geriye çekildin, orada kalacaksın biraz....buarada 03:03 ahh evet soktayim ! :)







24 Ocak 2010 Pazar

e.e



Geçen haftaiçi birgün beni sabahın 7.30'da uyandırdığından beri, aklımın bir köseşi hep e.e 'de....Sesi iyi geliyor, sms'ler normal sound ediyor ama araya bu zorunlu yolculuk ve yolculuk öncesi benim kendi stresim girdiğinden bir türlü vakit bulup da biraraya gelemedik, adam gibi konuşamadık, tam olarak neler oldu bitti bilmiyorum ve kendi durumumu düşünmediğim anlarda aklımda sadece o var.

Bu sabah da yorgun daldığım uykudan, bir sürü karışık ve ifade edemediğim görüntünün içinden sadece onun ile ilgili kısmını hatırlıyorum rüyanın;

Birileri ile bir mağazada dolaşırken, kahve içelim deyip, mağazanın cafe'sine giriyoruz. Küçük yuvarlak masalar, kalabalık ve gürültülü bir yer. Birden e.e bana sesleniyor; curly beauty n. ile y.e de var, hepberaberler... Ben yüzlere bakıyorum sakin, gülümseyerek, e.e elinde pembe bir mont n'ye giydirmeye çalışıyor " biz de kalkıyorduk, sonra görüşelim mutlaka" diyor. Tam çantasını eline almış giderken, dönüp bana "ben seni çok seviyorum, sen çok özelsin biliyorsun değil mi?" diyor.

Içim rahat aslında, karşında konuşabileceğin, medeni, seni anlamaya meyilli biri olduğu sürece herşey daha kolay ve sağlıklı. Düşünuyorum da karşı taraf başka biri olsa, tanıdığım diğer adamlar gibi hatta geconti gibi biri olsa herşey nasıl da farklı olurdu. Bence sonunda tanrı, tüm zorlukların sonunda karşına sana en iyi gelecek olanı seçip, önüne koyuveriyor.

23 Ocak 2010 Cumartesi

DESEO


Suanda dunyanin herhangi bir yerinde olabilirim; New York, Londra, Los Angeles yada Istanbul' da... Milano'da Deseo'da en sevdiklerim ve onlarin sevdikleri ile kadehleri tokusturup,eglenerek etrafima bakarken herkesin ve heryerin ayni oldugunu dusunmeden edemiyorum.
Kizlar suslu suslu ilgi beklerken, oglanlar bunyelerinin musade ettigi olcude cool bir goruntu ile etraflarini kontrol etmekte... Muzik ayni, kiyafetler ayni, mekanlar, rajonlar ayni ve hersey bu kadar ayni iken evinin disinda yasamanin neresi zor?
Yasarim dunyanin heryerinde, konusacak konu, paylasacak birileri buldukca yasarim..Yildizim gec baristi bu sehirle ama Milano'da bile yasarim!

Ağızdaki Topak



Geniş, kolonlu,loş bir salondayım. Italya'da mı yoksa Istanbul'da mıyım bilmiyorum, etrafımda her ikisinden de insanlar var. Birisi evleniyor, bir düğün partisindeyim, bir italyan mı yoksa türk mü, kim evleniyor onu da bilmiyorum. Salonun ortasındaki uzun ahşap masanın arkasından insanlara bakarken, chiara ısrarla geline çok şişmanlamış olduğunu ve kilo vermesi gerektiğini söylememi istiyor. " Çıldırdın mı sen, hayatının en güzel gününde böyle birşey söylenir mi, gününü mü mahvetmek istiyorsun? " diyorum, ısrar etmekten vazgeçmiyor, yakamı bırakmıyor. Ileriden gelen siyah elbiseli kızı işaret ederek "işte geliyor, söyle mutlaka " dediğinde gelinden bahsetmediğini, kızkardeşini kastettiğini anlıyorum, o zaman olabilir diye düşünüyorum.

Birden salona geconti giriyor, telaşlı; çok fazla yabancı insan dolu salondan rahatsız, yukarıda ki showrooma girmelerinden, oradan birşeyler kaybolmasından korkuyor.
Önümde durup telaşlı telaşlı birşeyler söylerken birden iki eliyle yüzümü kendine doğru çekip beni öpmeye başlıyor; ben çıldırdı herhalde ne yapıyor bu böyle, herkes burada, herkes görüyor diye düşünürken birden ben de boşverip herşeyi, kollarımı boynuna doluyorum. Birbirimizden ayrıldığımızda ağzımın dolu olduğunun farkediyorum, ne olduğunu anlamaya çalışırken, birden iğreniyorum, ağzı doluyken benim ile nasıl öpüşür diye başımı iki yana sallamaya başlıyorum ama hemen sonra ağzımın içindeki topağın leblebi ya da fındık olduğunu hissediyorum. " Ne olacak canım, fındık yemiş işte" diye aklımdan geçirip ona dönerek " merak etme kimse yukarıya çıkmıyor, telaşlanacak birşey yok " diyorum, gidiyor.

Evlenenin kim olduğunu hala bilmiyorum, bir timida moro oluyor bir ghierghia. Herzaman ki gibi siyahlar giymiş olan ghierghia'nın arkası çizgili siyah ince çorap altına giydiği yırtmaçlı, siyah suet louboutin'leri dikkatimi geçiyor, amour'a gösteriyorum. Louboutin değil onlar diyor , "hahahaha emin misin? " diye yeniden gözüm ile işaret ettiğimde " inanılmazsın" deyip gülmeye başlıyor.

Arka küçük odalardan birine geçtiğimizde, yine geconti beliriyor; üzerinde pembe bir kazak, bej bir pantalon, kazağının altından gömlek yakaları çıkmış, yanıma geliyor. Şimdi herşey daha normal, daha rahat. Karanlık ve pancurları yarıya kadar indirilmiş pencereye yaklaşıp, aradan hava almaya çalışıyorum ve temiz havayı hissedip, dolu dolu içime çekiyorum.....

Sabahında amour ve gallo ile düştüğümüz Milano yolunda rüyayı anlattığımda, fındık bölümünde amour'un kafası geri gidiyor, gözleri büyüyor; benim ile aynı şeyi, tıpkı kıvırcıkda olduğu gibi diye düşünüyor ve "onu herşeyi ile, olduğu gibi kabul ediyorsun, inanılmaz" diyor.

Gallo da, ben de, amour da aynı şeyi düşünüyoruz; ben onu herşeyi ile kabul ediyorum da o buna inanamıyor...whatever....

19 Ocak 2010 Salı

Gitmeden Hemen Once ≠ 4



Herşey çok normal, herzaman ki gibi görünse de değil bugün. Artık aşina olduğum yüzlere selam vererek, hal hatır sorarak oturmuş, yine bilgisayarım önümde dünyaya bakıyor, dışardan sakin görünüyor  olsam da değilim hic; bu yolculuk nefesimi kesiyor, ayaklarım geri gidiyor...
Ve bu ilk defa oluyor, 18 ay içinde olan onca olaya rağmen ilk defa oraya gitmek istemiyorum. Belki de ilk defa zorunlu olarak gitmem gerektiği için, belki gidecek başkası olmadığı ve bu zorunluluğun böyle bir zamana denk gelmesine kızgın olduğum için, belki duvara karşı yazdığım için yada belki de ne yapacağım konusunda ennnn küçük bir fikrim olmadığı için.

Hazırladım güya kendimi olabilecek her türlü sonuca da hiç hazır olmaz bu kadın aslında, hazırsızlık yakalanacak bir boşluk mutlaka bırakır; yapamaz başka türlüsünü... Görmediğinden, bilmediğinden, salaklığından değil, en umutsuz zamanlarda bile içinde mutlaka bir umut barındırdığından.

Yolda sulu sulu başladı ama şimdi adam gibi kar yağıyor dışarda.
Arkamda kar fırtınası bırakarak gidiyorum birazdan; aslında iyi bir zamanda gidiyorum diye geçirirken aklımdan, orada nasıl bir fırtına ile karşılaşacağım acaba diyorum.
Belki de göstermez kendini; istemezse, söylecek sözü, bakacak yüzü yoksa, göstermez kendini...O istemezse hiçbirşey olmaz!

17 Ocak 2010 Pazar

Ülker ile Ülfer



Aylarca tekrarladım da inandıramadım, cate de inandıramadı ama öyleyiz işte; hepimiz aynı değiliz. Mayamız, gücümüz, güçsüzlüğümüz aynı olsa da biz kadınlar da farklıyız birbirimizden...

Kimimiz yas tutar aşık olduğu adamın arkasından; kapanır kendine, içindeki sevgiyi tüketemese de tüketinceye kadar kendisini, bilmez ne kadar süre geçtiğini. Bazen yıllar geçer, "sevgilin var mı?" diyenlere asla var demez, "takıldığım biri" var der kaygısızca.Her yeni güne onunla başlayıp, günü onunla bitirdiği sürece kimseyi gerçek anlamda hayatına sokmaz, kimseye sevgilim demez, kimseye gereğinden fazlasını vermez. O aşık olduğu adam için, uçağın kalkmasına bir saat kala amerika uçağını iptal edecek, hararetli bir kavga sonrası gecenin yarısında pijamaları ile bindiği taxinin şoförünün şaşkın bakışlarına aldırmadan, sevgilisinin kapısına dayanıp "ben bu gece burada uyayacağım" diyebilecek, karşındakinin bir sözü ile hayatını değiştirebilecek kadar gözü kara olan kadın, takıldığım dedikleri için önceden planlananları değiştirmez, gururludur, arkasından dur bekle demez, kimseden birşey istemez. Hep vardır birileri, hayatlar geçer hayatından, başka başka hikayelere girip çıkar tanımaz bile çoğu zaman anlatılan hikayelerin kahramanlarını. Gizli saklı yoktur, onlar da bilirler hayatını, bilinirler hayatındakiler tarafından, hep aynı samimiyet ile kabul edilirler ama eksiktir işte birşey; kalp atışı eksiktir, gözü karalık eksiktir, aşk eksiktir, herşeyinden sıyrılmış çırılçıplak salt kendisi olarak duran kadın eksiktir.
Bazen 2 ay vardırlar, bazen 3 hafta bazen de 8 ay ama her seferinde biterler sessiz sakin; mutlaka birşeyler katarlar, birşeyler bırakılar, bırakmamaları mümkün mü ama alıp götürmez birşey eksiklikleri, konuşulacak malzeme verirler ama acı vermezler.

Kimileri yeni güne onu düşünmeden başlayacakları günün gelmesini beklerler sabırla, o gün gelene kadar da kimseye açamazlar kapılarını sonuna kadar. Kimileri kalplerine asla hükmedemezler, onu dinlememeyi asla başaramazlar, mantığı davet edemezler. Bir gereklilik, bir ihtiyac değildir sevgili, güçlüdürler hayata karşı zaten, bir erkeğin elini tutmasına gerek yoktur ama aşka aşıklardır işte, huzur isterler, sevgi isterler, paylaşmak , sevmek ve sevilmek isterler sınırsızca, sonuna kadar.

Kimimiz ise aynı hayal kırıklığı, aynı aşk acısı için döktüğümüz gözyaşlarımızı silmek için uzatılan mendili, uzatanı ile birlikte hayatımıza sokarız hemencecik. Acımızı başka sinelere yaslanarak hafifletmeye, unutmaya, avunmaya çalışırız. Yapamasam da yargılamam, kimin ne ile nasıl başedeceği üzerine ahkam kesmem. Kandırmaya çalışmak, birinden faydalanma çabası yoktur çünkü sonuçta, mendili uzatan bilir zaten en başından.
Ama günün birinde gelince esas oğlan başı önünde geri almak için seni, sevmediğin bir adamla aynı evi paylaşsan da, acıdan betinin rengini almışlar bile olsa sırf ona ders vermek, burnunu sürtmek adına "hayır" demeni anlayamam. Kime karşı dürüstsün diye sorarım sana; çünkü mendile değilsin, ona değilsin ama en acısı kendine değilsin derim. Sevdiğinin karşısında çırılçıplak değilsin derim. Egonun, kendi içsel komplekslerinin sözünü dinlemeyi bırakmayarak ne yapmaya çalışıyorsun, hayatı boyunca kendi hayatında söz sahibi olmayıp, koca bir yaşamı bir anlamda çöpe atan Ulker'e mi dönmek istiyorsun derim...;

Ülker ile Ülfer, 1900'lü yılların başlarında, zengin, aristokrat bir ailenin iki kızı olarak dünyaya gelirler. Fransız dadılar tarafindan büyütülen bu kızların içi de yaşadıkları dünya kadar zengindir. Şimdi ne işle meşgül olduğunu hatırlayamadığım baba, sık sık Atatürk'ün içki masalarına davet edilenlerdendir.
Birgün kızlardan Ülker bir toplantıda bir deniz subayı ile tanışır, severler birbirlerini, mektuplar gider gelir; ne zaman, ne denizler aralarına giremez, evlenmek isterler. Onlar ister istemesine, Ülker baba konağını bulamacağını, belki denize açılıp da aylarca-yıllarca göremeceğini de bilir ve ister, kabul eder böyle bir hayatı da baba izin vermez. Onun gibi bilmem ne paşası kızını bir deniz subayına layık görmez, olmaz der, başka birşey demez. Evlenemezler iki sevgili, kavuşamazlar. Az aşa razı gelen Ulker, babaya karşı gelemez.
Yıllar geçer, çok uzun yıllar. Ülker hiç evlenmez. Birgün karşısında genç sevgilisi deniz subayını buluverir. Artık genç değillerdir, kimseden izin almak zorunda değillerdir, hala birbirlerini seviyorlardır ve deniz subayı yeniden evlenme teklifi eder Ülker'e ama bu sefer de arkadan gelen ailenin gençleri, yeğenler, yeğenlerin çocukları, çıldırdın mı sen bu saatte ne evliliği, sen bizi bütün Ankara'ya rezil mi edecek derler.
Ülker naif, belki de hayatı boyunca hicbir kararı tek başına almadı, belki hayatta hiç kendi ayakları üzerinde durmadı, hep başkalarına bağımlı yaşadı, hep ona biçilen rolü oynadı, yaşamanın bunlardan ibaret olduğunu zannetti, aşkı romanlardan tanıdı, mutlu sonlar sadece romanlarda olur sandı, belki hep itibarın sonlarına yaklaştığı hayatından ve kendi mutluluğundan daha önemli olduğunu düşündü.
Neydi onu gerçekte alıkoyan bilinmez ama Ülker yıllara meydan okuyan aşkına rağmen yine sevdiğine kavuşamadı.
Sevgisiz, çocuksuz, sevdiklerinin çocukları ile avunulan kocaman, zengin bir yaşam yaşar ve geçtiğimiz yıllarda hayata gözlerini yumar.

Şimdi sen belli ki yokluğununun acısını tatmış adamı, sırf burnunu sürtmek için, elinin altındakini de salıvermeden reddettiğinde, o adam pes edip de gittiğinde daha mı mutlu olacaksın? Yanındaki mutlaka sana her ihtiyacın olduğunda mendili uzatacak, ona şüphe yok da sen de Ülker gibi o başka sesleri mi dinleyeceksin? Iki insanın birebir aynı kalarak bir ilişki sürdürmesi ne kadar mümkün sence? Iki ayrı insanın bir birlikteliği yaşaması, aynı evi, aynı dünyayı paylaşması özünde insan doğasına ne kadar uygun birşey ki zaten; hal böyle iken herkes biraz kendinden birşeyler verirken, herkes biraz değişirken, acı içinde kıvranıp, yüzünün parıltısı uçup gitmişken burun sürtme ne kadar aşkla bağdaşıyor ki?

Kimisi aynı acıyı yaşıyor, aynı yoğunlukta da aşka bakış açısı değişik oluyor işte. Kafalar karışıyor, sanki önemli olan hissedilenler, paylaşılanlar değilde hayatta ki duruşmuş gibi algılanıyor, ama ayakta durmak içinde elinden tutacak birine ihtiyaç duyuluyor, hiç yalnız kalınmak istenmiyor. O zaman da mayaları aynı bu kadınlar belki aynı acıları yaşıyorlar ama yaşadıklarının adı aynı olmuyor. Çünkü kadın olmaları aynı oldukları anlamına gelmiyor, çünkü hepimiz aynı değiliz.

P.S 1 ( Gelecek için not ) : Aşık ama burun sürtmek isteyen kız yakınım degıl. Sevgilisi çok eskilerden bir arkadaş, ülkemin aydınlık yüzlerinden diyebileceğim tipler ama açıkçası birliktelikleri üzerine şimdiye kadar kafa yorduğum insanlar değiller. Sadece kızın bir yandan çok acı çekiyor olup da bu şekilde davranıyor olmasını iki gündür anlayamamış olduğumu anladım. Herkes sonunda kendi secimini yaşar...

P.S 2 : Ulker ile Ulfer'in hikayesi gerçek bir hikayedir ve geçen hafta sıcacık evlerinde ziyaret ettiğim dünyanın en sevgi dolu, en şeker ve yine bu ülkenin aydınlık yüzlerinden biri olan RAHMAN tarafından, Kolera Günlerindeki Aşk'tan ve acıklı halimden bahsetmem üzerine anlatılmıştır. Hikayeyi ondan, fonunda onun inanılmaz müzikleri dinlemek şahane olurdu açıkçası.

Cahil Değiliz ama Periyiz...



Çorapsız giyilen elbiselerin altından içlere işlenen, karınlara ağrılar sokacak kadar buz gibi, yağmurlu bir hava, crown, süpriz yapan brozzi , sakin, kastırmasız, güzel bir cumartesi.
Hediye alınacak bahanesi ile girilen H.N ve kimseye birşey almadan salt gelecek haftaya hazırlanan ben, yine brozzi, yemeler icmeler, ama daha fazlasına gerek yok brozzi.
Eyvahhh crown çok amerikalı olmuş, Ferzan'ı tanımıyor, hemen zevkle ve heyecanla tanıştıralım partisi.

Le fate ignoranti...Saturno Contro....stefano accorsi...
Kitap okur gibi, masal dinler gibi geçen 3-4 saat...

"sempre in attesa, posso chiamare la mia pazienza "amore". e' un'amore che non ti chiede tanto di contro....... & duvarın final yazısı....


Iyiyim birkaç gündür; biliyorum gelecek hafta sarsabilir yeniden, hazırlıklıyım da ama bir iki gündür gülüyorum, güldürüyorum işte...

15 Ocak 2010 Cuma

Rüyada Kirpi



Kocaman, bembeyaz bir salon; yine yerlere kadar inen büyük bir pencere ve önünde alabildiğine deniz, belki de okyanus, zira ev tam sahil evlerine benziyor.
Neyse salonda dolanırken birden küçücük, vizon rengi bir kirpi gözüme çarpıyor, eğilip yerden alıyorum korkarak. Ilk defa bir kirpiye dokunuyorum, korkuyorum batacak iğneleri diye ama batmıyor, yumuşacık. Kendimden olabildiğince uzak tutmaya çalışıyorum, kesin kokusu kötüdür diye ama öyle güzel kokuyor ki, parfüm gibi.
Bahçeye çıkıp, yere yani onu özgür bırakıyorum, sonra oturup şezlongun üzerine şimdi kim olduğunu hatırlamadığımla sohbet ederken, birden kirpinin bacağıma dolandığını daha doğrusu yapıştığını hissediyorum. Önce, kokusu ve dokusu güzel bu minik beni rahatsız etmiyor ama birden ona bakamayacağımı ve bunun normal olmadığını düşünüp insin diye bacağımı sallamaya başlıyorum ama inatçı inmiyor. Arkadaşım eli ile almaya çalışıyor ama başaramıyor, yapışıyor sıkıca.
Birden " kirpi rüyama geri döndüm, aynı onda ki gibi" diyorum ama hemen sonra " ben hiç kirpi rüyası görmedim ki, sadece o bana kirpiye döndüğünü söylemişti" diyorum...

Hoop hooop sonra bir sürü hızla iç içe girmiş sahnelerin içerisindeyim. Eski mahalleden geçerken 30 yıllık evliliklerini süpriz bir anda bitiren cücü'nün annesi ve babasını, hala annenin oturduğu evin balkonunda görüp, önce seviniyorum 10 seneden sonra yeniden barışmışlar diye ama tam balkonun önünden geçerken annenin kızgın ve asık suratını farkettiğimde barışmadıklarını anlıyorum.

Hoop hoopp çocukluğumuzun sarayı s.s' deyiz hepimiz. Madame marika yelkenlere takmış, küçük bir yelkenli almış rüzgar gülü olarak adlandırıyor. " Bahçeye koysana orada rüzgar vardır" diyorum, " yok uçar bu orada, burada olması daha iyi diyor" naifçe.
Babam elinde şemsiye gibi açılan enteresan bir çanta ile karşımda, büzüşük istedi diyor. 8 yaşındaki çocuğa 300 tl'lik çantayı aldığını duyunca "çıldırdın mı sen ?" diyorum, çocukluğumuzda da ne istersek alan adam yine aynı " ne yapalım" ifadesi ile gülüyor.
D.p.s. hamile hali ile penceresiz bir odaya kapanmış çalışıyor; " burası senin ofisin mi?" diye soruyorum, "yok canım ne ofisi, geçici birşey bu, sıkıldım zaten buradan, niye ben burdayım ki" diyor.
Rey beni evimden arıyor, bırakması gereken şeyleri bıraktığını haber vermek için, sormak gelmiyor içimden ama sonra soruyorum hemen gidecek misin diye, " yok bu gece burada kalacağım" diyor, rahatlıyorum.

Uyanır uyanmaz açıp anlamına bakıyorum kirpinin; yeni ve güzel bir dönemi işaret ediyor.
Rey'in "yok burada kalacağım" cevabının da zaten kendim ne demek olduğunu biliyorum.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Kelebek Olmadan Önce



Bugün, bir erteleme ayıbını daha yapamayacağım için, bir saatte çıkarım hesabı ile giderek 5 saatimi sohbet ederek, bilgilenerek, keyif alarak, kahkaha atacak kadar eğlenerek geçirdiğim dünya tatlısı bir kadın ile, yıldızların efendisi sibel ile tanıştım. Bütün yaşamını, yaşanmışlığını öylesine sevgi dolu, öylesine sakin, öylesine doğal paylaşıyor ki, o şen şakrak anlatımı, komik örneklendirmeleri verdiği bilginin ağırlığını hissettirmese bile içine işleyiveriyor.

Yıldızların efendisi de t-la-bar'dan...Evrene inanıyorlar, sevgiye inanıyorlar, nefese inanıyorlar, şuanın gücüne, bilginin gücüne ve egolardan arındırılmış benliğin gücüne inanıyorlar. Her dinden ve her ögretiden dem vurup, en çok tasavvufta takılıyorlar, tıpkı benim gibi.

Sonuç hep aynı olacak, aradaki yolu eğlenceli ve huzurlu geçirmek senin elinde ama geçmezse de fazla dert etme, sonucu zaten değiştime gücün yok diyenlerdenler. Bugünün mimarının geçmiş değil, gelecek olduğuna inanlardan; elinde tuttuğun fincanın gelecekte yeri yoksa bugün kıralacak olduğunu bilenlerdenler, onun için bugün yapman gerekenleri geçmişteki benzer durumlarda aldığın sonuca göre yapıp yapmamaya karar verme, anı yaşa diyenlerdenler.

Ermiş falan değiller, senin benim gibi, acılardan geçen, hala acı çeken ama hep kendi ayakları üzerinde , arkalarına evreni alarak yaşama meydan okuyan normal kadınlar bunlar; sadece çok fazla bilgi ile yoğrulmuş, buna çok zaman harcamışlar. Şahaneler yani...

Yıldızların efendisinden mutlu ama açlıktan başım döner, dizlerim titrer bir halde çıkıp da bir sokak köftecisinde acayip lezzetli köfteler yedikten sonra, yanımda crown, nihayet anotherstar ile buluştum. Hiç gelmeyen yarının, ertelemelerin ve gecikmiş yılbaşı buluşmasının şerefine her ikisine de şahane bir hamam ve masaj ziyafeti çektikten sonra, üzerimizde bornozlarımız, her daim renk değiştiren meditasyon odasında bizden başka kimse olmadığından kakara kikiri birkaç saat iyi geldi.

Anotherstar'cım da düşünmüş bana çok güzel hediyeler getirmiş; asıl hediyeye bayıldım tabii ama içine yazdığı güzel mesajlı HAMLET kitabına çok sevindim. Hep çok dikkatli ve hiçbir şeyi unutmayan cadı, yeniden okumak istediğimi de unutmamış, getirivermiş.

Canımsın ! Kozasında ki en şahsına münhasır, en suratsız ama en şahane tırtıllardan birisin.

Kayıp Gül



Dün gece biritip de mutlaka okumalısın diye crown'un bana bıraktığı Elisabeth Gilbert'in yeni kitabı Commited ile birlikte, başucumda okunmayı bekleyen kitapların sayısı 3 den 4 e çıktığı ve herşeyi yarına ertelediğim halde, bu sabah smeralda'dan gelen süpriz mailin ardından,  kalkıp gidip Kayıp Gül'ü aldım ve bir çırpıda okuyuverdim.

Konuşmadığımızdan bir iki haftadır, öyle çok da detay bilmediği halde; Kolera Günlerinde Aşk'tan sonra bu kitabı oku, hatta italyancası da var, bir de postala istersen diye kilit cümleyi kurduğundan olsa gerek bu sefer ertelemedim, bu sefer "gider yarın alırım" demedim. Smeralda'nın okuyup da, beni düşünmesinin altındaki sebebin merakı ve nereden gelirse gelsin bir cevap bulma hevesi miskinliğimi ve uyuzluğumu alt etti.

4 saatte okuduğum, basit anlatımlı, uzun tasvirlerden ve ağdalı dilden uzak kitap kısaca ikizini ararken kendini bulan ve bunu kendinden çok farklı insanlar sayesinde başaran ve sonunda huzuru, kendinden olmayan bir adamla aşkı bulan genç bir kadının hikayesi.
Küçük Prens, yunan mitolojisi, martı ve Nasreddin Hoca hikayelerinden esinlenilerek kurgulanan kitapta diyolaglar o kadar basit ve olayların o kadar derinine inilmiyor  ki bir yandan sürüklüyor seni bir yandan da bir eksiklik var hissi yaratıyor. Ama güzel, ben beğendim, böyle bir kitaba başlayınca sonunu getirmek için sabırsızlanan benim gibi biri için ise çabucak okunuyor olması şahane doğrusu.

Konunun sevdiğim, ilgilendiğim, hakkında ne okusam kår saydığım bir konu olmasından ve en azından şu okuma meselesinindeki ertelemeyi bir son vermiş olmaktan dolayı okumaktan dolayı gayet memnun oldum.
Amouur'a da siparis etmeyi ihmal etmedim tabii; alalım bulunsun. Amouur da okusun, sonra bakarız paşa gönlüm isterse belki hakikaten postalarım..

11 Ocak 2010 Pazartesi

Yarın


Son günleriminde hep bir yarın var; son bir haftada 3 kere arayan bah'ı yarın ararım, artık ofise yarın sabah erken kalkar giderim, antonella'dan yarın randevu alırım, anotherstar ile artık mutlaka yarın görüşürüm, şu son zamanlarda çok görmek istediğim 2 filmi (avartar & vavien) yarın görürüm, mauro'yu arayıp, gelecek haftanın rotasını yarın belirlerim, bloga artık yarın yazarım, pilatese artık yarın kesin başlarım, crown'u yarın diskoya götürürüm, en son okuduğum Kolera Günlerinde Aşk'tan beri başucumda bekleyen, sıradaki üç kitaptan birine yarın gece başlarım, 6 aylık diş bakımı randevumu yarın alırım vs vs vs....

Günler geçiyor, hava bir açıp bir kapatıyor, birgün bahar, birgün kış,  hergün binbir olay oluyor; biri hamile kalıyor, bir diğerinin kızı oluyor, birinin anneannesi ölüyor, bir başkası kafasını hangi taşlara vuracağını arıyor, bambaşka birisi ne istediğini bilmeyen kocası ile ne yapacağını bulmaya çalışıyor.  Hergün YARIN oluyor ama benim yarınım hiç olmuyor.

Herşey erteleniyor, ertelenmemesi gerekenler bile...Bugünden yarına, bugünden yarına, bugünden yarına.
Bir tek yazma ertelenmiyor, e.e veriyor gazı ben yazıyorum, bu sefer duvara ama.
Duvar bu; suya yazmaktan bir farkı yok.
Duvar bu; yüksek, bayağa sıkı örülmüş, aşılacak gibi değil.
Duvar bu; kağıt değil kimse okumuyor.
ben yazıyorum ama inatla, kararlı, ama çaresiz de , hepten çelişki yani...

6 Ocak 2010 Çarşamba

Ölüm Acısı



Biliyorum birileri, hem de çok yakın birileri bana kızıyor, alınganlık yapıyor; son zamanlarda ki halimden memnun değil, konuşmuyorum, anlatmıyorum, paylaşmıyorum, paylaştırmıyorum, katılım göstermiyorum diye.
Yeterince çabaladıklarını ve en iyisinin beni kendi halime bırakmak olduğunu düşündüklerini biliyorum. Ama içten içe kızdıklarını ve onları görmezden geldiğim, abartıyorum düşüncesi ile alınganlık yaptıklarını biliyorum.
Nasıl mı? Çünkü en yakınlarım, çünkü sessizliklerinde bile bağrışlarını duyacak kadar iyi tanıyorum onları, çünkü ciğerlerini biliyorum.

Ama alınganlık yapacak zaman değil, gerçekten değil.
Canım kimseyi görmek, kimse ile konuşmak, kimseyi dinlemek istemezken; yavaş yavaş büyüyen ama aynı yavaşlıkla da beni terketmeye hazırlanan içimdeki bu acıyı hissederken, onu yapayalnız bir anımda tanımlamaya çalıştığımda, dudaklarımdan "ölüm acısı bu" sözleri, gözlerimden yaşlar dökülürken, alınmanın, bana birşeyler ögretmenin, birşeyler göstermeye çalışmanın zamanı değil. Hiç doğru bir zaman değil bu.

Ama ben gerçekten kızmıyorum yaptıkları için, alınganlık yapmaksa aklımdan bile geçmiyor.
Özünde ki duyguları, altında ki sebepleri biliyorum, anlıyorum da sadece merak ediyorum; ne zaman acıları sınıflandırmaktan, önem derecesi belirlemekten (ölüm-hastalık-boşanma önemli konulardır, diğerleri değil) vazgeçecekler, boğmak ile ilgisizlik arasındada bir yer var, ne zaman orada durmayı öğrenecekler?

Bugün crown'un, onca içinden çıkılmaz derdinine rağmen bu seyahattinde ki super hoşgörülü ve şaşırtıcı şekilde ısrardan uzak tavrı ve amouur'un hergün ki telefonları ve mesajlarını düşünürken aklıma geliverdi birden bu düşünceler.

Six Degrees of Separation





Eskiler, gizli birşeyler konuştuklarında, duyulmasından korktuklarından "aman dikkat, yerin kulağı vardır" derlermiş ya, aslında yerin kulağı falan yok, sadece bilimsel olarak da araştırılmış dünya üzerinde ki herkesin herkes ile en fazla 5 kişi aracılığı ile bağlantısı var. Yani şimdi Kenya'nın bir köyünde birine bir mektup yazsam, o mektubun yerine ulaşmasını sağlayacak tanıdığımın tanıdığı en fazla topu topu 5 kişi var arada. Hal böyle olunca konuşurken dikkat etmek, kimin kimi tanıdığını bilmediğinden yerin kulağı vardır deyimine kulak vermek gerekiyor.

Bugün ex'lerden lost soul r. iş için aradığında ordan burdan konuşurken, cipcip'in hayaletinin, ümitsizce beklediğinin bizim mert'in de eski kız arkadaşı olduğunu ögrendiğimde, önce ahh şoktayımm dedim sonra da bu six degrees of separation'ı düşündüm.

Daha ilişkinin adının yeni yeni koyabildiğim tam o zamanda karşıma çıkarılan, başlangıçta çok takmasam da sonradan "ne oluyor yaaa" dedirten, eskilerle uğraşmak hiç huyum olmadığından, nedir necidir bilgilerini bile, nasıl birşeydir bu merakımdan ilişki sonrasında öğrendiğim hayalet, meğersem 15 senedir tanıdığım, evime, partilerime her daim kız arkadaşını da koluna takıp getiren mert'in kızarkadaşı çıktı. Öyle komik ki belki de ben, daha cipcip'in varlığından bile habersiz olduğum bir zamanda, ondan önce bu kız ile tanıştım, belki de bu kız bizim aramızda dolaştı. Gerçi r. ile kapattıktan sonra telefonu, facebookda baktım resimlerine, hiç tanıdık gelmedi ama son 3 senede arada bir hayatımıza giren insanları artık hafızam saklamıyor.

Bu arada kızın hikayesi her yerde aynı; yaşadığı trajik olay baş konu, arkasından sağlam psikopat yapıştırması ve çok hızlı yaşantısı.
O kadarını bilemem ama kız acayip güzel ve şaşırtıcı derecede kokoş (bizim tür kokoş) çıktı.
Her daim cipcip'in rock star serseri havası ile yarattığımız kontrastı, bir yandan gayet hoş bulurken, bir yandan da olduğumun dışına çıkmadığımdan, onun için sorun teşkil ediyor mudur acep düşüncelerimin ne boş olduğunu anladım, zira kız benim hayal ettiğimin çok dışında ( ağır rocker, sadece rock barlara gidip, öyle giyinen), benim gibi birşey çıktı. Aslında daha doğrusu, kızın kariyerini ve giyim tarzını düşününce, cipcip'in benim ile birlikte olmasının, düşündüğümun aksine onun için çok normal olduğu ortaya çıktı...