17 Ocak 2010 Pazar

Ülker ile Ülfer



Aylarca tekrarladım da inandıramadım, cate de inandıramadı ama öyleyiz işte; hepimiz aynı değiliz. Mayamız, gücümüz, güçsüzlüğümüz aynı olsa da biz kadınlar da farklıyız birbirimizden...

Kimimiz yas tutar aşık olduğu adamın arkasından; kapanır kendine, içindeki sevgiyi tüketemese de tüketinceye kadar kendisini, bilmez ne kadar süre geçtiğini. Bazen yıllar geçer, "sevgilin var mı?" diyenlere asla var demez, "takıldığım biri" var der kaygısızca.Her yeni güne onunla başlayıp, günü onunla bitirdiği sürece kimseyi gerçek anlamda hayatına sokmaz, kimseye sevgilim demez, kimseye gereğinden fazlasını vermez. O aşık olduğu adam için, uçağın kalkmasına bir saat kala amerika uçağını iptal edecek, hararetli bir kavga sonrası gecenin yarısında pijamaları ile bindiği taxinin şoförünün şaşkın bakışlarına aldırmadan, sevgilisinin kapısına dayanıp "ben bu gece burada uyayacağım" diyebilecek, karşındakinin bir sözü ile hayatını değiştirebilecek kadar gözü kara olan kadın, takıldığım dedikleri için önceden planlananları değiştirmez, gururludur, arkasından dur bekle demez, kimseden birşey istemez. Hep vardır birileri, hayatlar geçer hayatından, başka başka hikayelere girip çıkar tanımaz bile çoğu zaman anlatılan hikayelerin kahramanlarını. Gizli saklı yoktur, onlar da bilirler hayatını, bilinirler hayatındakiler tarafından, hep aynı samimiyet ile kabul edilirler ama eksiktir işte birşey; kalp atışı eksiktir, gözü karalık eksiktir, aşk eksiktir, herşeyinden sıyrılmış çırılçıplak salt kendisi olarak duran kadın eksiktir.
Bazen 2 ay vardırlar, bazen 3 hafta bazen de 8 ay ama her seferinde biterler sessiz sakin; mutlaka birşeyler katarlar, birşeyler bırakılar, bırakmamaları mümkün mü ama alıp götürmez birşey eksiklikleri, konuşulacak malzeme verirler ama acı vermezler.

Kimileri yeni güne onu düşünmeden başlayacakları günün gelmesini beklerler sabırla, o gün gelene kadar da kimseye açamazlar kapılarını sonuna kadar. Kimileri kalplerine asla hükmedemezler, onu dinlememeyi asla başaramazlar, mantığı davet edemezler. Bir gereklilik, bir ihtiyac değildir sevgili, güçlüdürler hayata karşı zaten, bir erkeğin elini tutmasına gerek yoktur ama aşka aşıklardır işte, huzur isterler, sevgi isterler, paylaşmak , sevmek ve sevilmek isterler sınırsızca, sonuna kadar.

Kimimiz ise aynı hayal kırıklığı, aynı aşk acısı için döktüğümüz gözyaşlarımızı silmek için uzatılan mendili, uzatanı ile birlikte hayatımıza sokarız hemencecik. Acımızı başka sinelere yaslanarak hafifletmeye, unutmaya, avunmaya çalışırız. Yapamasam da yargılamam, kimin ne ile nasıl başedeceği üzerine ahkam kesmem. Kandırmaya çalışmak, birinden faydalanma çabası yoktur çünkü sonuçta, mendili uzatan bilir zaten en başından.
Ama günün birinde gelince esas oğlan başı önünde geri almak için seni, sevmediğin bir adamla aynı evi paylaşsan da, acıdan betinin rengini almışlar bile olsa sırf ona ders vermek, burnunu sürtmek adına "hayır" demeni anlayamam. Kime karşı dürüstsün diye sorarım sana; çünkü mendile değilsin, ona değilsin ama en acısı kendine değilsin derim. Sevdiğinin karşısında çırılçıplak değilsin derim. Egonun, kendi içsel komplekslerinin sözünü dinlemeyi bırakmayarak ne yapmaya çalışıyorsun, hayatı boyunca kendi hayatında söz sahibi olmayıp, koca bir yaşamı bir anlamda çöpe atan Ulker'e mi dönmek istiyorsun derim...;

Ülker ile Ülfer, 1900'lü yılların başlarında, zengin, aristokrat bir ailenin iki kızı olarak dünyaya gelirler. Fransız dadılar tarafindan büyütülen bu kızların içi de yaşadıkları dünya kadar zengindir. Şimdi ne işle meşgül olduğunu hatırlayamadığım baba, sık sık Atatürk'ün içki masalarına davet edilenlerdendir.
Birgün kızlardan Ülker bir toplantıda bir deniz subayı ile tanışır, severler birbirlerini, mektuplar gider gelir; ne zaman, ne denizler aralarına giremez, evlenmek isterler. Onlar ister istemesine, Ülker baba konağını bulamacağını, belki denize açılıp da aylarca-yıllarca göremeceğini de bilir ve ister, kabul eder böyle bir hayatı da baba izin vermez. Onun gibi bilmem ne paşası kızını bir deniz subayına layık görmez, olmaz der, başka birşey demez. Evlenemezler iki sevgili, kavuşamazlar. Az aşa razı gelen Ulker, babaya karşı gelemez.
Yıllar geçer, çok uzun yıllar. Ülker hiç evlenmez. Birgün karşısında genç sevgilisi deniz subayını buluverir. Artık genç değillerdir, kimseden izin almak zorunda değillerdir, hala birbirlerini seviyorlardır ve deniz subayı yeniden evlenme teklifi eder Ülker'e ama bu sefer de arkadan gelen ailenin gençleri, yeğenler, yeğenlerin çocukları, çıldırdın mı sen bu saatte ne evliliği, sen bizi bütün Ankara'ya rezil mi edecek derler.
Ülker naif, belki de hayatı boyunca hicbir kararı tek başına almadı, belki hayatta hiç kendi ayakları üzerinde durmadı, hep başkalarına bağımlı yaşadı, hep ona biçilen rolü oynadı, yaşamanın bunlardan ibaret olduğunu zannetti, aşkı romanlardan tanıdı, mutlu sonlar sadece romanlarda olur sandı, belki hep itibarın sonlarına yaklaştığı hayatından ve kendi mutluluğundan daha önemli olduğunu düşündü.
Neydi onu gerçekte alıkoyan bilinmez ama Ülker yıllara meydan okuyan aşkına rağmen yine sevdiğine kavuşamadı.
Sevgisiz, çocuksuz, sevdiklerinin çocukları ile avunulan kocaman, zengin bir yaşam yaşar ve geçtiğimiz yıllarda hayata gözlerini yumar.

Şimdi sen belli ki yokluğununun acısını tatmış adamı, sırf burnunu sürtmek için, elinin altındakini de salıvermeden reddettiğinde, o adam pes edip de gittiğinde daha mı mutlu olacaksın? Yanındaki mutlaka sana her ihtiyacın olduğunda mendili uzatacak, ona şüphe yok da sen de Ülker gibi o başka sesleri mi dinleyeceksin? Iki insanın birebir aynı kalarak bir ilişki sürdürmesi ne kadar mümkün sence? Iki ayrı insanın bir birlikteliği yaşaması, aynı evi, aynı dünyayı paylaşması özünde insan doğasına ne kadar uygun birşey ki zaten; hal böyle iken herkes biraz kendinden birşeyler verirken, herkes biraz değişirken, acı içinde kıvranıp, yüzünün parıltısı uçup gitmişken burun sürtme ne kadar aşkla bağdaşıyor ki?

Kimisi aynı acıyı yaşıyor, aynı yoğunlukta da aşka bakış açısı değişik oluyor işte. Kafalar karışıyor, sanki önemli olan hissedilenler, paylaşılanlar değilde hayatta ki duruşmuş gibi algılanıyor, ama ayakta durmak içinde elinden tutacak birine ihtiyaç duyuluyor, hiç yalnız kalınmak istenmiyor. O zaman da mayaları aynı bu kadınlar belki aynı acıları yaşıyorlar ama yaşadıklarının adı aynı olmuyor. Çünkü kadın olmaları aynı oldukları anlamına gelmiyor, çünkü hepimiz aynı değiliz.

P.S 1 ( Gelecek için not ) : Aşık ama burun sürtmek isteyen kız yakınım degıl. Sevgilisi çok eskilerden bir arkadaş, ülkemin aydınlık yüzlerinden diyebileceğim tipler ama açıkçası birliktelikleri üzerine şimdiye kadar kafa yorduğum insanlar değiller. Sadece kızın bir yandan çok acı çekiyor olup da bu şekilde davranıyor olmasını iki gündür anlayamamış olduğumu anladım. Herkes sonunda kendi secimini yaşar...

P.S 2 : Ulker ile Ulfer'in hikayesi gerçek bir hikayedir ve geçen hafta sıcacık evlerinde ziyaret ettiğim dünyanın en sevgi dolu, en şeker ve yine bu ülkenin aydınlık yüzlerinden biri olan RAHMAN tarafından, Kolera Günlerindeki Aşk'tan ve acıklı halimden bahsetmem üzerine anlatılmıştır. Hikayeyi ondan, fonunda onun inanılmaz müzikleri dinlemek şahane olurdu açıkçası.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder