29 Ekim 2010 Cuma

GITMEDEN HEMEN ONCE # 23

Kafamda bir suru sey vardi yazacak, tam oturdugum yerde yazmaya basladim ki sate takildi gozum.Gec kalmak uzereyim, oturup biraz daha yazmaya devil edersem ucaga kosturmak zorunda kalacagim! Aslinda hic alakasi yok , yasasin Tav kartim gatte e her sekilde kosturmayacagim ama sigara icemeyecegim...herneyse Milano beni bekler...oraya varinca yazarim aklimdakileri...

24 Ekim 2010 Pazar

Evimdeyim


5 günlük yolculuk sonrası, yoğun ama çok yoğun, çok insanlı (adri,michi,dünyanın abartısız en çok konuşan insanı lucia*, ale-dsl, nevio-dsl, zaccarin, laura-dsl, ismi herhalde ileride lazım değil avustuyalı çocuk), çok konuşmalı, çok yemekli ve herşeyi ile çok'lu bir haftadan sonra , hatta çok uzun bir zamandan sonra bugün ilk defa evimde ve yalnızdım.

Aslında yalnız değildim, sara evin içinde dolanıp duruyordu ama ben tek başımaydım işte! Yine o etrafa başka bir yerden bakmak ve kendimden bile uzaklaşarak yalnız kalmak istediğim zamanlarda yaptığım gibi çekildim carrie koltuğuma, benjinin gölgesinde Nutini dinleyip önce Sun Tzu, sonra Fabio Volo okudum bugün.
Bambaşka bir yerlerde birilerinin daha ilerideki kendisi ile konuştuğunu görüp, eğlendim çok.

Hava güzeldi, dışarıda çok güzel bir ışık vardı ama çıkmayacak, çıkmadığım için hiçbir suçluluk duymayacak, birşeyler kaçırıyormuşum gibi hissetmeyecektim biliyordum.
Günün salonuma doldurduğu ışık ile kendimi iyi ve hafiflemiş hissettim bugün. Gerçekten beni iyi hissettiren, heyecanlandıran şeylerin neler olduğunu düşündüm uzun uzun.

Bugün ilk defa onu hayatımda istemedim, çok istikrarlı olmayacaktır biliyorum ama işte o koltuğa her oturduğumda evi farklı bir açıdan görüyorum ya ona da ilk defa farklı gözlerle baktım bugün hem de hiç zorlanmadan. Bugün ben ilk defa o herkesin görüp de benim göremediğim şeyi gördüm ve hiç kimsenin göremediğini iddia ettiğim şeyin, bugün çok anlamı olmadığını düşündüm. Ilk defa onun korkuları, cesaretsizlikleri ve şartları ile uğraşmak istemediğimi, hayatımı bile bile bu kadar zorlaştırmanın manası olmadığını düşündüm. Ben oturduğum koltukta beni en çok heyecanlandıran 3 şeyin, ya cesaretsizliğinden, ya şartlarından ya da dünyaya benden farklı bir yerden bakıyor olmasından dolayı onun için imkansızlıklarla dolu olduğunu gördüm. "Bak oturduğun yerden açı çok dar, kalk benim olduğumdan yerden bakmayı dene" demenin ve onu ikna etmenin bir yolu olmadığına karar verdim.

Ben hiç durmadan seyahat etmek, hiç gitmediğim uzak çok uzak yerlere gidip, bambaşka insanlara bakıp ne yerler içerler ne giyerler onları görmek, sokak sokak babetlerim ile dolaşmak, akşamında louboutin'lerimle guzel yerlerde yemek yemek, fotograflar çekmek istiyorum.
Ben iki evli, iki hayatlı olmak istiyorum; sadece tek bir şehirde tek bir ülkede yaşamak istemiyor, her ikisinde de manen değil fiziksel olarak da evimde hissetmek, canım hangisinde kalmak istiyorsa süresiz orada kalmak ama istediğimde dönebileceğim bir evim daha olmasını istiyorum.
Ben birgün sadece kendim için , benden sonrakiler için bir şey bırakmak istiyorum dünyaya.

Ve imkansız değil hem de hiç değil! Ve olacaklar biliyorum ama hayatımdaki ağırlığı olan herkesin bunları destekleyip, hatta beni itekleyeceklerini bildiğim gibi onun böyle bir hayatın parçası olmak istemediğini de biliyorum...Ama işte ilk defa ilgilenmiyorum çünkü bugün kendisi ile ilgili ilk defa hiçbir şey istemiyorum.

Fi tarihinden beri herkesin diline dolanan şu "zaman herşeyi halleder" meselesi bu mudur acaba diye merak etmiyor değilim ancak bu konudaki akıllara zarar kötü reputasyonumu göz önünde bulunarak ağzımı açmak, bol keseden atmak istemiyorum, zira benden ve en zayıf noktamdan bahsediyorum!



lucia* : bu lucia gercekten o kadar çok ama o kadar çok konuşuyor ki, her türlüsüne alışık bu bünye bir keresinde fiziksel olarak tepki verdi. O kadar çok ve boş konuşuyor ki, arabanın arkasında cama yapışıp, nefesim kesildi! Basbaya nefes alamadım :) Onun için çok gerekmedikçe kendisinden uzak duruyorum!

michi : dünyanın en büyük saçmalığını yapmak üzere! Not düşmekte fayda var...

11 Ekim 2010 Pazartesi

Gitmeden Hemen Once # 21 ve KAPADOKYA

                              

Bunun da yazısı gelecek! Enteresandır ki görülmüş...

8 Ekim 2010 Cuma

AUDREY


İşler canımı sıkıyor...
13 senedir, başlangıçta olduğu kadar sanki ondan daha önemli birşey yokmuş gibi  heyecan ve tutku ile olmasa da hala severek, çocuk yaşta tam olarak ne olduğundan habersiz hayalini kurduğum işi yapıyorum ve şimdi kendisi canımı sıkıyor!

Her daim beni tetikte tutup kendisini boşlamama hiç izin vermiyor olmasına, beni istemediğim zamanlarda bile sıcak yatağımdan çıkarıp, gereksiz kalabalıkları memnun etmeye zorlamasına  birşey demiyorum; zira karşılığında aldıklarım, verdiklerim karşısında lafı edilecek şeyler değil tabii ama işte o ilk günden bu yana hiç uzun soluklu rahat vermemesine, "tamam şimdi oldu, artık önümüzdeki 10 sene rahatız" dedirtmeyip hep ip üzerinde yürütmesine biraz canım sıkılıyor.

Sen işini adabı ile yaparken senden uzak, seninle alakasızmış gibi görünen bir yerlerde depremler, seller oluyor, para pariteleri değişiyor, birileri duydukları ile heyecana kapılıp yeni maceralara atılıyor  ve sonunda hepsinin ucu sana dokunup, seni "bugün ok de yarın ne olacak diye kara kara düşündürmeye", yaptığım iş gibi bugünden bir sene sonraki durumu öngörmeye, gelecek o zaman için bugünden önlemler almaya zorluyor, buna da benim canım sıkılıyor.

Çocukluğumdan beri çok hayal perestim ve hep geleceği hayal ediyorum ya ben, birileri bana devamlı anı yaşamayı öğretmeye çalışıyor ama düşünüyorum da yaptığım iş de bugün ile alakalı değil ki benim; ben herşeyi bir sene sonrası için hazırlıyor, bir sene sonra insanlar onları kullansınlar diye bugün harıl harıl çalışıyorum. Şayet bugünüm benim geçen senem ve yarınım bir sene sonrası ise ben nasıl öğrenirim anı yaşamayı diye düşünüyorum ama cevap öyle kolay gelmiyor.

Velhasıl çok severek yaptığım, beni harika insanlarla harika ilişkiler içine sokup, bambaşka bir yerde bana ikinci bir hayat sağlayan işim bu günlerde canımı sıkıyor ve bana bugünlerde sadece "Audrey" iyi geliyor. Sık sık onu düşünüp, onu ziyaret etmek içimi rahatlatıyor.

Adını ilk defa 23 Temmuz'da e.e ile başbaşa yaptığımız Les Ottaman'daki yemekte duydum, onu ziyaret etmem ise hemen arkasından oldu.


Audrey 51 yaşında; Istanbul'un tepelerinden birinin üzerindeki evinin kapısını bana ilk açtığı görüntüsü ise maksimum 40-45 yaşlarında. Bakımlı, güler yüzlü, incecik bir kadın. Üzerindeki lacivert capri pantalonu, incecik bir kumaştan lacivert kayık yaka t-shirtü ve ayaklarındaki lacivert babetleri ile hem rahat hem de nerden geliyor bu şıklık diye bir daha baktıran türden şık.Yaşından beklenmeyecek kadar uzun ve açık bıraktığı saçları, yakasına iliştirdiği broşu dikkatimi çeken ilk şey, "onun da siyahı hala lacivert" ise hakkındaki ilk düşüncem oluyor.
O kadar sıcak karşılıyor ve o kadar içten sarılıyor ki bana, tavandan yere boğaza açılan devasa pencereler sayesinde aydınlık ama bir o kadar da büyük salonda kendimi evimde hissediyorum; ama garip bir hisle. Öyle bir enerjisi, öyle bir yaşamışlık, görmüşlük, sindirmişlik var ki üzerinde bu kadının, içi titreyen gözlerle de baksa bana, ismini koyamadığım, sebebini bilmediğim birşeyden dolayı bir an çekiniyorum da kendisinden.

Audrey çok genç yaşında kendi şirketini kurmuş, kendisinin dışında hiçbir yerde çalışmadığı halde hep bir patron ama hep de bir çalışan olarak, hayatı boyunca iki dünya arasında gidip gelip, sonunda da her iki dünyada da kendine yer vermiş bir kadın. Hangisi evin diye sorduğumda "ikisi de" diye cevap veriyor; "hangisi canımı sıkmıyor ve hangisinde kendimi daha canlı ve ben gibi hissediyorsam onda kalıyorum" diye ekliyor. Çocuk denecek yaştan itibaren çok çalışmış ama para hiç amaç olmamış, hep araç olmuş; onun için de "ne yaşadıysam istediğim için yaşadım" diyor. "Çok çalıştım ama çok da eğlendim; hayat tek kişilik bir oyun değil, etrafın kalabalık ise keyfini çıkarabiliyor, madden ve manen elindeki ve içindekileri başkaları ile paylaştıkça çoğalıyor, canlı kalıyorsun" diyor.

Karşısında otururken, daha önce okunmuş hatta daha önce kendisi tarafından yazılmış bir kitap gibi hissediyorum kendimi; o bu yollardan geçti, yaşadıklarımı bir bir yaşadı ve görünen o ki üstesinden de bir güzel geldi ve bir şekilde gözlerime düşen bu endişeleri çoktan geri bıraktı biliyorum. Sorsam şimdi ne olacak, ne yapmam gerekiyor diye onun da cevabını tek tek verebilecek tek kişi o biliyorum ama bunu bana bu kadar açıkla anlatmayacağını da çok iyi biliyorum onun için sadece ne öneriyorsun şimdi bana diye sorduğumda;
"Kadere inanıyorsan Den'cim ki inaniyorsun, çok zorlama kendini; yaşadığın hiç bir zorluk seni yok etmek için değil daha da güçlü kılmak için unutma. Bu günler, bu zorluklar geçecek, bir daha ki sefere bunlar çocuk oyuncağı gelecek ama arkası hiç kesilmeyecek. Işin ucunu hiç bırakmadan, sorunu çözümsüz bırakmadan, sakin sakin üstesinden geleceksin. Çünkü ikimiz de biliyoruz ki bugün ne oluyorsa olsun, eninde sonunda buraya geleceksin, onun için içini rahat tutma zamanıdır şimdi" diye cevap veriyor ve bu cevap ile hissettiğim tek his gerçekten büyük bir iç çekiş, kocaman bir rahatlama oluyor. Tek tek ne yapmam gerektiğini söylemiş olsaydı bile bundan daha iç rahatlatıcı olmazdı herhalde diye düşünüyorum.

İşte bu yüzden bana gerçek anlamda güç veren o olduğundan, bu işimin canımı bir hayli sıktığı bu günlerde bol bol Audrey'inin söylediklerini düşünüp, her fırsatta kendisini ziyaret ediyorum. Artık o çekingenlik de kalmadı, artık yanında kendimi rahat hissediyorum. Hangimiz daha çok eğleniyor bilmiyorum ama onunla her karşılaşma daha eğlenceli ve neşeli geçiyor. Ben bana biraz daha açık tiyolar versin diye oyunlar kuruyor, laf ebeliği yapıyorum ama dedim ya hem onun için açık bir kitabım ben hem de cin gibi hiç tuzağa düşmüyor :)

5 Ekim 2010 Salı

Alışmak


Herzaman misafiri ve misafir yatak odası doludur yaşadığım evin; geleni gideni boldur ama gelip geçici sevgilileri de dahil herbiri misafirdir işte. 7 yılı aşkındır her gelen gidicidir bu evde, kimisi 2 gün kimisi 1 hafta... Ve yalnızlık kıskanç bir sevgili gibidir; istemez fazla kimseyi kalıcı olarak. Alışmışsan yalnız kalmaya, bir süreden sonra sıkılmaya başlarsın düzeninin içinde düzeni bozandan, kendi dağınıklığının dışında dağınıklık yaratandan. Bir nokta vardır, oraya kadar herşey güzeldir de işte ondan sonra kendi evinde kendi yalnızlığında, kendin ile başbaşa kalmak, istediğin zaman uyanmak, uyandığında kimseye laf anlatmamak istersin. Alışmışsan her istediğini istediğin zamanda istediğin gibi yapmaya, alışmışsan aklından geçenlerle sohbet etmeye, alışmışsan kendi dünyandaki gürültülü sessizlikte gezinmeye, istemezsin uzun süreli kimseyi.

Ben de o alışanlardanım işte; hep kalabalık içerisinde olup ama bir noktada kendine dönenlerdenim. Evimi açtıklarımı baş tacı edip ama mümkünse suyunu çıkarmasın, tadında bıraksın, canımı sıkmasın, zamanı geldiğinde evimi bana bıraksın diyenlerdenim. Çat kapı gelmeleri saygısızlık gibi görüp, yalnız kalmak istiyorsam önceden arasalar bile " yok ben bugün yalnız kalmak istiyorum, gelmeyin " diye açık açık söyleyebilenlerdenim. Çok kalabalık ve şimdiki gibi geleni gideni hiç eksik olmayan bir aileden çıkmış olmama rağmen yıllar içerisinde 'evinde yalnızlığa' çok feci alışanlardanım yani.

Son iki senede bana bir sürü şey oldu ve içerisinde bulunduğum durumdan çıkmak için hep yeni birşeyler deniyor, bir şekilde kişisel gelişimime katkıda bulunuyorum ya şimdi de bu yanlızlık döngüm ile ilgili enteresan bir tecrübe yaşıyorum.

Son 4 aydır açtım evimi italyanlara, onlarla yaşıyorum. 4 aydır bu evin içinde hiç aralıksız, uzun süreli birileri kalıyor, benimle beraber benim hayatımı yaşıyor ve ben de bunu bazen şaşkınlıkla, bazen memnuniyetle, arada sinir gel-gitleri ile deneyimliyorum. Alışmak garip birşey, ne kadar zamanda insan birşeye alışıyor bilemiyorum ama yalnızlığa alıştığım gibi şimdi de evin içerisinde benden başka birilerinin yaşıyor olmasına alışıyorum. Hala ara sıra sabahları gözümü açtığımda evde şuku'dan başka birilerinin gezindiğini duymak enteresan gelse de, gözümün korktuğu kadar olmadığını, hala birileri ile  bir denge içerisinde yaşayabilme becerisinde olabildiğimi görmek ne yalan söyleyim hoşuma gidiyor.
Bana birşey söylemiş değil ama bence bu durum şuku'nun da çok hoşuna gidiyor; zira artık sabahları anlamasa da fazla birşey onu dinleyen, kahvaltılarını yiyen birilerini bulmaktan memnun görünüyor.
Her sabah sanki daha yüksek sesle söylerse karşısındaki daha iyi anlayacakmış edası ile bağrış çağrış yeni kelimeler öğretmeye çalışırken arada benden zılgıt yese de çok eğleniyor.
Sabahı insanı olmaktan öte sabahları kıl bir insan olduğumdan onlara belli etmesem de aslında onların bu hali ile ben de eğleniyorum; bu apayrı iki dünyanın insanlarının kendi aralarında yarattıkları dil ile anlaşıyor olmalarını ve en basit bir kelimeyi birbirlerine anlatabildiklerindeki sevinç nidalarılarını görmek sabah sabah aslında bana da iyi geliyor, hatta bazen onlara katılıp ben de gülebiliyorum...

Son 4 aydır yaşları ve yaşantıları birbirinden çok farklı birileri ile birlikte yaşıyorum ve annemin despot düzenini nasıl çaktırmadan bizlere geçirmiş olduğunu hayretler içerisinde deneyimliyorum. Evimde kendi dağınıklığım dışında kimsenin dağınıklığını sevmediğimi farkettiğimden onlar da düzenli olsunlar diye daha önce yapmadığım şeyleri yapıyor; gece yatmadan evi toparlıyor, mutfakta bulaşıkları hiç biriktirmiyor, ne kadar geç kalmış olursam olayım cumartesi-pazar demeden yatağımı toparlamadan dışarı çıkmıyorum. Onlara farkettirmeden ve hiç sözünü etmeden nasıl davranmaları gerektiğini gösteriyorum, onlarda aynen ben nasılsam öyle davranıyorlar ben de şaşırıyorum...
Son 4 aydır evimde devamlı birileri ile yaşıyorum ve her biri ile farklı bir beni keşfediyor, bazen karşılaştığımı seviyor bazen de rahatsız oluyorum ama sonuçta yine şaşırıyorum...
Sıkıldığım, yine kendim ile başbaşa kalmak istediğim, biri ile devamlı bir evi paylaşmanın aslında çok zor olduğunu düşündüğüm zamanlar oluyor elbet ama işte yine de, ben de dahil çevremdeki herkesin düşündüğü gibi "yapamayacağım birşey" olmadığını görmek hoşuma gidiyor, evin içerisinde benden başka birilerinin olmasına alışıyorum.

Alışmak çok garip birşey; ne kadar zamanda, kim bilir neden alışıyoruz ?
Ya da aslında bir becerebilsek bize iyi gelecek şeylere neden hiç alışamıyoruz?

Alışamadıklarım mı ? Tabii söylemeden geçmek olmaz; alışamadığım şeyler de var...Mesela onunla bağlantısız yaşamaya, onun olmayacağı bir hayat üzerine hayaller kurmaya, onu kafamdan silmek zorunda olma fikrine alışamıyorum...Niye mi? Belki saplantıdır , belki de böyle adlandırıp kendimi durumdan soğutmalıyımdır ama hala bir tarafım " aşk " diyor başka birşey demiyor.





visitors ; rossi ve yine peşine takıp getirdigi ismi ileride lazım değil 3 kız...

3 Ekim 2010 Pazar

Bir Arpa Boyu


En son yazıdan bu yana neredeyse 4 ay geçmiş, aylarca dört gözle ne ümitlerle beklediğim koca bir yaz bitmiş...

Hayallerimi, rüyalarımı, kalbimin sesini bir de bu zamanı durduramıyorum. Benden çok önde, çabuk hareket ediyorlar...Can sıkıyorlar...

Nasıl göz açıp kapayana kadar geçti anlamak mümkün değil 4 ayın; yapılan sayısız seyahatlerle kaleme alınmayan kaç "gitmeden hemen önce...." yazısı çıktı, crown geldi (dile kolay az degil 3 ay burada kaldı, gitti), crown doğdu, madam marika dogdu, d.p.s doğdu, büküşük doğdu, little budha doğdu, yılın en önemli günü ben doğdum, deniz ele avuca geldi inanılmaz birşey oldu, 20 hazirandan bu yana önce testarda michi jr, arkasından date, arkasından sara derken öbür hayatın insanları bu hayata taşındı yani hergün yeni birşey oldu ama hiçbirşey değişmedi. Sözün kısası az gittim, uz gittim dere tepe düz gittim ama bir arpa boyu yol alamadım; zira ben yine aynı kafa , aynı inatla, ne kadar uğraşsam da, ne kadar kendimi gezgin misali yollara vursam da, sayfalarca hiç durmadan okuyup, sayısız filmlerin içinde kaybolsam da kafamın içindekileri, kalbimden geçenleri değistiremedim, içimdeki özlemi bir türlü dindiremedim.

Şımarıktım ben bu geçtiğimiz koca 4 ay boyunca, hala da öyleyim. Şımarıklık iyidir eğlenceliysen ama bu öyle bir şımarıklık değil işte; hiçbir şeyden zevk almamak, en küçük ilgiyi fazlalık gibi algılamak, hep bir yerlere kaçmak için fırsat kollamak ama mümkünse çevremdeki harika kalabalıktan uzak durmaya çalışıp onu da başaramayıp kıl davranma şımarıklığı...Öylesine şımarıktım ki, oradan oraya çekiştirildiğim bir anda " bir single olarak evlilik hayatı yaşıyorum, ama herkesin bir kocası, benim 18 kocam var " isyanı ile bunu dile getirme şımarıklığı. 

Madem bir günlük bu, madem ilerde birgün açıp okuyacağım hatırlamak için veya okuyacaklar benden sonrakiler, o zaman lafı dolandırmanın bir anlamı yok; tam anlamı ile bir baş belası, oyun bozan, sıkıcıydım bu yaz. Ben ben değildim yani! Hala da değilim...Pes etmeden hiç, hep yeni birşeyler deneyerek aklımı çelmeye çalışsam da, herkesin bir zamanı olduğunu bilerek yine buradayım ve bekliyorum. 

Hala uyandığımda aklıma gelen ilk şeyin ve  yastığa koyduğumda kafamı düşündüğüm son şeyin "o" olmayacağı sabahın ve gecenin gelmesini bekliyorum. Gittiğim en uzak diyarlarda kafamın içinde onun olmayacağı seyahatleri bekliyorum. Burada "ondan" bahsetmeyeceğim yazıları bekliyorum. Ucunun öyle yada böyle ona dokunmayacağı hayallerimi, konuyu artık neredeyse hiç açmasam da ondan haber verebileceklerle beklentisiz sohbetleri bekliyorum. 
Yada hala beni aramasını, yersiz gururunu bir kenara bırakmasını, bu hayata uzaktan bakmak yerine onun bir parçası olmasını bekliyorum.

Ve beklemek öylesine zor birşey ki, insanı olduğunun dışına çıkarıyor, şımarık, oyun bozan, sıkıcı yapıyor, upuzun güneşli bir yaz, rengarenk günler geçiyor ve insan farketmiyor! 

Ben öyle bir adama aşık oldum ki beni çok uzun zamandır bekletiyor, ben de bekliyorum !

28 Eylül 2010 Salı

YAVAŞ YAVAŞ

Bırakmayı beceremediğim gibi başlamayı da beceremiyorum. Bir başlasam sonu gelecek biliyorum yada bir bitirebilsem yeniden başlayabileceğim işte ama ne bırakmakta iyiyim sevdiğimi ne de başlamakta...

Aylardır elim gitmiyordu ne yazmaya, ne de blogu açmaya...16 yaşımdaki ben ile karşılaşınca birden kocaman yepyeni bir hayal sahibi oldum. Uslanmaz ve durdurulamaz bir hayalperestim ya, hayalin uğruna önce bir süre buraya yazmaya ara verdim, sonra kafamda yazdıklarıma ara verdim; sonra oturup yazmaya karar verdim ama aralar ayağıma çelme takmaya, tembellik hergün yeni bir bahane bulmama, her yarında bir sonraki yarından umudu bağlamama sebep oldu. Bahanelerim boş ama boldu.
Çok uzun zaman olmuş, çok çok uzun zaman! 

Anlatacak çok şey var ama sanki hiçbirşey olmamış gibi. En sakin geçirilen gününde bile aksiyonu eksik olmasa da bu hayatın, değişen hiçbirşeyin olmaması da en büyük çelişkisi aslında....

Neyse var yazacaklarım var...Bugün sadece zincir kırma içindi bu satırlar; başlangıçlar hep bir yumuşak olmalı, zorlamayı tadında bırakmalı!

5 Haziran 2010 Cumartesi

Dirilme

Küçük bir ölu kız bedeni, kız kardeşimmiş...Içinde bulunduğu torbanın içinde hareket ediyor, " hareket ediyor" diyorum o.p etmiyor diyor; " bence yaşıyor" diyorum ağlıyorum hüngür hüngür ikna ediyorlar beni öldü diye. Zaman geçiyor, yeniden hareket ediyor bu sefer daha hızlı, torbayı açıyoruz ve gerçekten yaşadığını görüyoruz. 9-10 yaşlarında, sapsarışın, masmavi gözlü, küçücük, sarılıyorum boynuna ve daha çok ağlıyorum...

Rüya ilginç anlamı bugünler için daha da ilginç : Rüyada bir ölünün dirilmesi, umut kesilen bir şeyin yeniden açılması anlamına gelir....


Ben tek birşeyden ümidimi kestim. Yeniden açılacak olabilir mi? O kadar fotografın içinden bir tek ona dokunulmuş olması umut kesilen bir şeyin yeniden açılıyor olmasına işaret olabilir mi? Öyle olsa bari, gerçekten bu sefer öyle olsa, ben de bir daha hiç birşeyden ümidimi kesmesem böylesine isteksiz, böylesine zorunlu...

28 Mayıs 2010 Cuma

Gitmeden Hemen Once ≠ 12


Bu sefer spirituel bir yolculuk olacak, bu sefer eğlence olacak, bu sefer sadece haftasonu, arkadaşlar, oradaki en canlar olacak; bu sefer sadece Milano olacak.

Yine amour, gallo, mr.italy olacak ama bu sefer neredeyse hepimiz turist gibi davranacağız. Gittim geldim, ben geldim , onlar geldi, herkes delirdi, zamanı geldi biraz daha var, herkes biraz daha delirecek, sonra bitecek ama ben de bittim. Onun icin bu haftasonu kaçamaği iyi gelecek!

Adri ile seyahat etmek de başka bir keyif olacak!

23 Mayıs 2010 Pazar

Sahane Olurmuş Tabii ki...



Ne zaman uzun uzun birşeyi düşünsem, önüme çıkıyor. Hoşuma gidiyor tabii çoğu zaman; ama aklımı da karıştırıyor. Birşey düşünüyorsun, hem de olmayan birşeyi, kafanda canlandırıyorsun, pat diye olmayan şey olsaydı nasıl olurdu görüveriyorsun. Tesadüf diye birşey yok diyorum ya devamlı, bunun tesadüf olmadığını biliyorum da ne olduğunu bilmiyorum...

Uzun bir yolculuktan sonra evimde, kafamda biriktirdiğim bir sürü yazımla miskin miskin oturmak istedi canım bugün. Ama kalkıp deniz'e gittim. Özlediğim kokusunu içime çektim doya doya, boş boş bakan yeşil gözlerindeki her harekete bir mana verdim kendimce, öptüm, konuştum, hasret giderdim, yorgunluğumu ve miskinliğimi attım...

Yazacaklarım var çok ama uzun ve yoğun bir hafta var önümde; yarın bir haftaya başlayayım, yazılarıma da başlayacağım...

14 Mayıs 2010 Cuma

Gitmeden Hemen Once ≠ 11


Bütün hafta kalabalıktı başım; amour vardı, michi vardı, rossi ile kıl çocuk francesco vardı, manu, ghierghia, a.grossi vardı...Vardı da vardılar yani; yazamadım o yüzden, rüyalar gördüm garip garip, gördüm bazı şeyler ama yazamadım, zaman olmadı. Ama şimdi, şu dakika rahatım, yazabilirim istediğim kadar da yazmacağım fazla...

Yola gidiyorum yine  ama çok keyifle çıkıyorum. Roma'ya gidiyorum hayatımda ilk defa..Şaka gibi, fıkra gibi...Yıllarca nasıl olsa giderim, nasıl olsa yaparız diye diye hiç gitmediğim şehire bugün ilk defa gidiyorum. Sara beni bekliyor, güzel bir hava değil ama muhteşem bir haftasonu beni bekliyor, herkesin anlata anlata bitiremediği bir şehir beni bekliyor...Ben de bekliyordum birkaç gündür bu günü, bir an evvel şu hafta bitse de yola çıksam, Roma'ya varsam, kendimi kaybetsem diye bekliyordum.

Uykum var biraz her zamanki gibi, midem kaynıyor hafiften nedense ama akşam olup da varınca oraya geçer hepsi! :)

10 Mayıs 2010 Pazartesi

OK


Dedim ben, anlayacak o diye; belli etmese de yaptığını anlayacak, altında ezilecek söylenenlerin diye...
Şaşırtıcı şekilde belli etti ama.
Ümit ettiğim gibi söylemedi çok şey ki devam edeyim içimdekileri akıtmaya sonuna kadar ama anladı anlaması gerekeni, panik oldu, debelendi.

Kendin istedin, yapacak birşey yok artık. Yazık oldu sana, bana, verilen tüm emeklere. Bilemedin kıymetini....Yazık oldu gerçekten...

13:13 sen daha çooook düşüneceksin, daha çok sıkılacak için...

9 Mayıs 2010 Pazar

Anotherstar


Bugün de şımarık gelmiş şımarık gidecek, içindeki hafiflik var oldukça hafiflik verecek, severse sonuna kadar sevecek, dinleyecek, kıymet verecek ama karşılığında da kıymet verilmesini bekleyecek, başka şahane birinin günü... O da çok acayip bir kadın, o inanılmaz dobra, o bir hayli zor, o düşünceli, o inatçı, o çatlak, o çok komik, o kasmaz, kastırmaz, o Anotherstar...
Sevmez öyle herkesi, sevmezse de bulaşmaz, bulaştırmaz, uğraşmaz...Gelemez vıcık vıcık öpülmeye, koklanmaya, mümkünse yapışmayalım der ama onu sallayan kim? Ama Severse, sevdirir de kendini, o zaman da yüzünü büzüştürse de yumulursun boynuna; sevdirirse kendini o zaman seversin koşulsuz, olduğu gibi. Değişteremezsin de zaten !

Canım benim, anotherstar'ım, iyi ki doğdun! Canımsın....

6 Mayıs 2010 Perşembe

ÇALDI SAVAŞ ÇANLARI



Tamam bunu mu istiyordun? Aylarca incitmemeye özen gösterdiğim egonu yerle bir mi etmemi istiyordun? Her saçmalığa, her anlamsız hareketine karşı gösterdiğim sabrı paramparça edip seninle savaşmamı mı istiyordun? Tamam o zaman çaldı borgalar, bakalım şimdi ne olacak? Nasıl hazmedip, nasıl karşılık vereceksin inci gibi düzülmüş ama bıçak gibi keskin sözlerim karşısında. Bakalım buz gibi  bulduğunda beni, yaptığın ayıplara nasıl cevap vereceksin. Bakalım herşeye ok ama saygısızlık oldu mu işin ucunda seninkilerden daha da kalın duvarlar ören bir ben karşısında neler yapacaksın.

Benim mi ögretmemi istiyorsun saygıyı 40 yaşındaki sana? Tamam o zaman ama sonunda yüzün kızarmadan yüzüme bakacak cesaretin olacak mı acaba? Korku bahane, özgüven eksikliği bahane, iş bahane, sıkıntılar bahane, para bahane...Saygısızlık varsa işin ucunda herşey bahane.

Sen şimdi otur bir güzel düşün yazdıklarım üzerine, bakalım söylecek bir sözün olacak mı. Ve umarım olur, çünkü var daha söyleceklerim; tıpkı bugünü hazırladığım gibi o gün için de hazırda bulundurduğum sözlerim var.

Sevgim sonsuz ama saygısızlık varsa işin ucunda sabrım değil malesef...Bunu mu istiyordun? Peki ama bir insan nasıl bu kadar akılsız olur, aklım almıyor.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Ateştendi Herhalde...


Belliydi dün içimin titremesinden, ayaklarımın buz kesmesinden bugün yatağa çakılacağım, başımı kaldıramayıp bütün gün uykular aleminde dolanacağım. Ateşten mi yoksa çok uzun saatler uyumaktan mıdır bilemem, garip garip rüyalarda dolandım durdum yine. Garip olan rüyalar değildi aslında, bir sürü farklı farklı şeyler görmüş olmak, hepsini tek tek detayları ile hatırlıyor olmamdı. Evet ben bile şaşırıyorum rüyalarıma, evet ben de şaşırıyorum her detayı film gibi hatırlıyor olmama...

Amour, ben ve O beraberiz; gerçek hayatta olmayan ama çok iyi bildiğim bir yerdeyim, daha önce de bulunduğum kocaman hangar gibi bir yerde. Bir kutlama var, içeri girerken tavana asılmış renkli uçan balonları görüp seviniyorum. Herbirinin ucunda hediye paketleri, öylece havada sallanıyorlar. Hemen birini amour için kapıveriyor ve içeri giriyorum. Elimde balon bak bunu sana aldım diyorum ama onun da girerken cate için aldığını görüyorum, içine bakıyorum her iki paketinde onunkinden çok parlak kırmızı bir yağmurluk olduğunu görunce aldığımı beğenmiyorum, ben de o yağmurluktan istiyorum diyorum. Kapıya çıktığımda yine o karşımda, yanında duruyorum boyu uzun geliyor, tamam topuklu ayakkabılarım yok ayağımda ama aramızda bu kadar fark yoktu senin boyun mu uzadı diye soruyorum. Kocaman gülümsüyor yüzüme, alıp avuçlarının içine öpüyor. Yine ve yeniden aynı his; kolera günlerindeki aşk'ta ki gibiyiz. Istemiyor beni, kabul etmiyor olduğum gibi ama bırakmıyor, bırakamıyor.
Rüyada mıyım yoksa uyanık mı bilmiyorum ama birden Tanrı ile konuşuyorum " tamam anladık olmayacak birşey, anladık ki benim iyiliğim için olmayacak birşey ama sen de rüyalarda da karşıma çıkarma lütfen"... Sanırım bunu söylerken uyanıktım...Kapıyorum gözlerimi işe yaramıyor, bir balkonda yukardan aşağıya bakıyoruz, yine sarılmış bana, bırakmıyor, ben de bıraksın istemiyorum zaten...

Sonra verdaak, adri, albi boğazda bir balıkçıya gidiyoruz. Verdaak'ın arabasını deli gibi hızlı kullanıyorum, bir yandan yavaş senin araban değil diyorum bir yandan acayip keyif alıyorum. Hiç bilmedigim yollardan koklaya koklaya yolu bulmaya çalışırken, geçtiğimiz yollarda yeni bulunan tarihi eserleri görünce şaşırıyorum, verdaak'a gösteriyorum, burun kıvırıyor. Sonunda sahil yoluna çıkıp restaurantı buluyorum, her zaman gittigimiz bir yer olduğunu anlıyorum. Tahta merdivenlerden yukarı çıktığımda yere kurulan yatakları ve sini sofrayı görünce şaşıriyorum ama yer yatağına girip uyumaya başlıyorum.

Ateştendi sanırım...

4 Mayıs 2010 Salı

Sevgi Kutusu

Biz ona madame marika jr. diyoruz, anası gibi kokoş olduğu için. Kokoşluğunu madame marika'dan almış ama belli ki büyük anneannesinden, hem büyük dayısından hem kendi dayısından ve teyzesinden aldıkları da var. Bir ödev yapmış, küçücük elleri ve kendinden büyük kalbi ile öyle güzel bir yazı yazmış ki, aldım iznini, tek satırına dokunmadan buraya koyuyorum. Bugün bu blog 11 yaşındaki madame'ın oldu...


3.05.2010    
Sevgili Öğretmenim,


Küçüklüğümden beri herkes, siz de dahil, sevginin paradan daha değerli olduğunu açıklamaya çalıştınız. Şimdi ben size bana sevgiyi ifade eden nesneleri anlatacağım. İlk önce benim için en önemli olan nesneyi tanıtacağım.Yani kahve fincanını… Ben kahve fincanını kutuma koydum; çünkü benim annem ve anneannem çok sık kahve içerler. Annem “ Kahve yapıp içelim.”  dediği zaman çok mutlu olurum. Çok rahatlarım . Sanki biri bana bir hediye vermiş gibi hissederim; çünkü annem sadece sevdiği insanlarla kahve içer. Bu da onun mutlu anlarını simgeler. Aynı zamanda bu fincanı annemi ve anneannemi çok sevdiğim için koydum. Ayrıca kahveyi ben yaptığım için annem bana çok sevgi dolu rica eder. İşte kahve fincanının öyküsü bu kadar.    
                                                                                                                                 
Şimdi Gelelim Venedik magnetine… Ben bu nesneyi kutuma koydum. Acaba neden? Şimdi size bunu anlatacağım. Bunun nedeni benim Venedik’i ilk gördüğümde oraya aşıklar kenti demiş olmam. Orası çok romantik bir yer. Oradaki herkeste sevgi var. Satıcılar, oradaki İtalyanlar hepsi çok sevgi dolu. Venedik mi o satıcıları sevgi dolu yapmış? Yoksa sevgi dolu satıcılar mı orayı aşıklar şehrine dönüştürmüş bilemem; ama orası kesin ki sevgi dolu, huzurlu ve sessiz bir yer arıyorsanız kesinlikle Venedik en harika yer olacaktır sizin için. Orayı güzelleştiren bir şey de oradaki gondollar ve onları kullanan kişiler. Onlar sizi şarkılarla sevgi kentinde dolaştırırlar. Sanki sevgi Venedik’te doğmuş.
Sevgi kutuma sadece bu kadar şey koyduğumu sanmayın; çünkü daha aile fotoğrafı var. Ben bu fotoğrafı kutuma koydum; çünkü insan sevgiyi önce ailede öğrenir. Bana göre aile çok değerlidir. Ben ailemi çok severim. Bir aile bize pek çok şey öğretir. İhtiyacın olduğunda hep onlar senin yanında olurlar. Onlar sadece bu yüzden önemli değiller. Seni büyütür ve seni ilk doğduğun andan itibaren onlar tanır. 
 Ama bizim sadece bir tane ailemiz yok.  Aynı zamanda okulda da bir ailemiz vardır. Sınıfımız bizim ailemizdir bence; çünkü arkadaşlarımızı da çok severiz . Günümüzün uzun zamanını onlarla geçiririz.  Hepimiz birbirimizin kardeşi gibiyiz.  Gerçek ailemizi sınıf arkadaşlarımızdan bile daha az görüyoruz. Tabi bir okul gününde. İşte bu nedenle aile fotoğrafını koydum.
Sevgi kutuma bir de patik koydum, bu benim yeni doğan kuzenimin patiğiydi. Sevgi hep yaşayan canlı bir şeye karşı duyulan bir his değildir. Ben kuzenim doğmadan önce bile onu kendimi sevdiğim kadar seviyordum. O doğduktan sonra ona duyduğum sevgi büyüdü ve arttı. Onu tanıdığım için şimdi daha çok seviyorum. O çok tatlı ve minik. Onun tatlılığını anlatamam. O doğmadan önce de herkes, ben de dahil, ona elbiseler, ayakkabılar, oyuncaklar aldık. Bu da o patiklerden biri. Kuzenimin adını o doğmadan çok önce koyduk. Adı Deniz onun. O olmasaydı çok üzgün olurdum. Ayrıca kutuma başka bir şey koymak zorunda kalırdım.Bence en güzel sevgilerden biri kardeş sevgisi. Benim kardeşim de Deniz. 
Kutuma koyduğum son nesne bir fotoğraf. Ben bu fotoğrafı bu kutuya koydum; çünkü sevginin en güzel örneği arkadaşlıktır. Bu resim bana arkadaşlığı anlatıyor. Arkadaşlar bazen bize bizim kardeşimizden bile yakındırlar. Bazen kardeşlerimize anlatamadığımız sırları onlara anlatabiliriz. Onlar bizim için çok değerlidirler. Biz onlara kötü davranmamalıyız; çünkü onlar bizim çok iyi dostlarımızdır. Hatalarımızı hoş görürler. Biz de onların hatalarını hoş görmeliyiz. Ben bu resimde en iyi arkadaşım Alara ile birlikteyim. Onu çok sevdiğim için onunla fotoğraf çektirdim. Ben onu çok seviyorum. Onunla aramızda yalan olmaz; çünkü onu çok seviyorum.
   
Evet, öğretmenim ben kutuma bana sevgi anlatan nesneleri koydum. Bu nedenle kutunun adını “ Sevgi Kutusu” koydum. Ben, herkesi çok seviyorum. Sizi de öğretmenim. Sevgiyle kalın ( annemin sözü)
            


"Venedik mi o satıcıları sevgi dolu yapmış? Yoksa sevgi dolu satıcılar mı orayı aşıklar şehrine dönüştürmüş bilemem"   ne şahane bir cümledir bu m.marika'cım...Canımsın!                                                                                     


3 Mayıs 2010 Pazartesi

Iyi ki VARSIN !


Var tabii daha söyleceklerim, yazacaklarım dün ile ilgili ama şimdi yeniden dinledim Hayko'yu, yine yetti bana. Şimdilik böyle kalsın; nasılsa geri dönüp yazarım uzun uzun içimdekileri, nasılsa dökerim tek tek eteklerimdekileri. Bugün ile yarın, hatta bir ay sonra arasında bir fark yok nasıl olsa....

Bugünden daha güzel bir duygu kalsın hatıramda gelecekte okuduğumda, bugün dr.u olsun burada yalnız.
Hayatımdaki en şahsına münhasır, en direk, en doğal, en akıllı, en azimli arkadaşım dr.u olsun.
Beni en çok güldüren, en çok şoka sokan, yanında en çok rahat ettiren, beni en çok gazlayan, destek veren, birebir olduğum gibi kabul eden dostlarımdan biri olsun.

Ben ki herkesten herşeyi beklerim, herşeyin birgün bitebileceği gerçeğini hatırlatırım  sık sık kendime ama yine de diyorumki; bugün burada sadece o olsun, o herzaman olsun, hiç yok olduğu bir zaman dilimim olmasın yaşantımda.O hep olsun ve bütün mutluluklarımızı birlikte yaşayıp, bütün hayal kırıklıklarımızı, hayallerimizi, sancılarımızı paylaşalım. O hep olsun ve dünyanın bir ucundan hiç beklenmedik bir anda  yazdığı bir mail ile, bir sms ile yüzümü güldürsün, içimi ısıtsın, beni şaşırtsın. O binlerce kilometre ötede de yaşasa hayatının sonuna kadar hep en yakında olsun.

O hep böyleydi, sanmam ki değişsin, huylu huyundan vazgeçer mi ama yine de istiyorum ki o hep böyle olsun, hiç değişmesin. Razıyım eğreti sarılmalarına sonuna kadar!

Iyi ki doğdun. Iyi ki VARSIN!


visitors ; camellini & rossi

2 Mayıs 2010 Pazar

Eve Dönüşte "Son Kez"



Milano Malpensa Havaalanının lounge'unda ben susup, etrafa bakınayım, NY Times Square'de patlayan lanet bombanın detaylarını anlamaya çalışayım, Hayko Cepkin söylesin bugün söylenecekleri...

Eve vardığımda yazarım aklımdan geçenleri, eve vardığımda kafamı toplar, anca evde bulabilirim doğru kelimeleri; zira bugün bir kalabalık burası, bir karmaşa hakim, bir de uykum var...ahhh şoktayım, işte bu gerçekten çok yeni bir şey :)

Mr & Miss


Şimdi karşıma bu kızın fotografını koyup da " ne düşünüyorsun? " diye sorulduğunda çok güzel bir kız demekten başka birşey düşünmem mümkün olmaz; ama çok samimi ve şeker bir şekilde bu cevabı belli soruyu soran, her detayı tek tek anlatıp gerçekten ne diyeceğini önemseyen, yalnız olmadığım, amour ve gallo ile birlikte olduğum halde,sırf yarın geri dönüyorum diye kızı bırakıp 200 km yol yapıp, sushi-sinema programını bozmayan bir adam ile ilgili binlerce şey düşünür, yazabilir, onu içime sokabilirim.

Hiç büyümeyecek mr.italy; hiçbir zaman ciddi bir konuşma yapamayacağım onunla, canım sıkkın olduğunda dilediğimce surat asamayacağım, deniz kenarında güneşlenirken iki satır gazete, kitap okuyamayacağım, iki dakika konuşmadan kendi düşüncelerime dalamayacağım yanında biliyorum ama her zaman beni güldürecek, içimi döküp rahatlamama izin vermese de, ustalıkla konuları geçiştirerek kendimi iyi hissettirecek, hiç yalnız bırakmayacak, onu da çok iyi biliyorum. Son 10 yıldır tekrarladığı "den nerede, ben orada" sözünü hiç bozmayıp beni mutlu edecek.
Ben mi? Böyle bir adam karşısında ne yapılırsa onu yapacağım elbet; ne zaman ihtiyacı olsa yanında olup, bütün o kafasına taktığı saçma düşünceleri dağıtacağım. Bütün komik ve çocukça hareketlerine ayak uydurup, onunla ortalıkta dalga geçerek dolanacağım ve çok seveceğim, özenin aynısını göstereceğim.

Hadi bakalım, şimdi bir de miss.italy'imiz oldu. Küçük bir kız yaşa bakarsak aslında ama kız ondan çok daha olgundur kesin onun için olur bence, çok da şahane olur :)

Bozmadık yine ritueli, konsere gideceğiz diye hesap yaparken yeniden sinemaya gittik; Iron Man 2...
Oğlanlar efektleri beğendi amour ile ben Downey Jr'a bayıldık her zamanki gibi...

28 Nisan 2010 Çarşamba

KÖŞE YASTIĞI


Rapallo'da şahane bir havada, çok çalkantılı, kocaman kocaman kararların arifesinde, neşeli başlayıp akşama doğru düşen suratımı yorgunluğa bağlayıp  kimseye çaktırmadıysam da çok kızgın olduğum günün gecesinde, tek başıma döndüğüm otel odamı önce smeralda'nın bir önceki yazı ile başlayıp benim ile biten inanılmaz maili, arkasından bloglardan birinde okuduğum ve cuk oturan bir yazı ve en şahanesi de uzaklardaki kuzen çikita'dan mesajsız, yorumsuz gelen ve hayatımda ilk defa gördüğüm fotografım doldurdu, kendimi iyi hissettirdi, hem de çok iyi hissettirdi.

Geçen hafta 16 yaşımla haşır neşir olmuş, çok keyif almıştım ama bu 4 yaşımdaki halim çok güldürdü beni. Ben nasıl daha önce bu fotografı görmedim, gerçekten şoktayım...Köşe yastığı diye seslenildiğim. ledo'dan köşe bucak kaçtığım, annemi annesinin ölmediğine inandırmaya çalışıp, kendimce onu avuttuğum yıllar bu benim; çok komik, çok şeker...Istanbul'a gider gitmez teyzemi arayacağım, bunlardan başka varsa hepsini alacağım...Ayyy nasıl iyi geldi bu fotograf gece gece ya..Nasıl mutlu oldum; alıp orjinalini duvara koymam lazım, dil döküp, şekerlik yapıp teyzeyi ikna etmem lazım...

Bak yine düştü aklıma; artık tembelliği bırakıp, teyzemle annemin sözünü verdikleri dede evindeki anneanne'nin çeyiz sandığını alıp, ayak ucuma koymam lazım...

27 Nisan 2010 Salı

Gitmeden Hemen Once ≠ 10


Bu "Gitmeden Hemen Önce " lerin girişleri hep aynı doğal olarak. Yine aynı yerde, bu sefer yanımda lions, neşem ve keyfim gayet yerinde, içim huzurlu yola gidiyorum.
Kendim görmedim, gördüm de hatırlamıyorum aslında ama başkası da görmüş olsa yine şahane bir rüya ile uğurlanıyorum.

Şükü'nün misafiriymişim dün bütün gece, sabahın köründe gelip heyecanlanla anlattığı rüyasındaymışım.
Evlenmemi herkesten neredeyse daha çok istermiş gibi bir hali olan ve yıllardır o günün hayalini kuran, çok konuşan şükü bu gece rüyasında evlendiğimi görmüş hemde italya'da, hem de bir italyanla... Ballandıra ballandıra anlattı sabah sabah sanki gerçekten yaşamış gibi gelinliğimi, güzelliğimi. Belime kadar açık ve metrelerce uzun kuyruklu bir gelinlikle nasıl kilisede yürüdüğümü. Kilise olayına bozulmuş biraz tabii, rüyasında da söylemiş bana " ama niye kilisede evleniyorsun, bizim adetlerimize göre evlensen daha güzel olmaz mı ? " demiş, " ne olacak canım benim, ne farkeder, bu da onların adetleri, üzme sen kendini keyfini çıkar " demişim. Peki sen hep burada mı yaşacaksın demiş, tabii hatta sen de benimle kalacaksın deyince " olmazzz benim oğlanlar ne yapar sonra " demiş, " birşey olmaz ben seni ayda bir gönderirim Istanbul'a " demişim.

Hoşuma gidiyor malum rüya, soruyorum damatı gördün mü diye , " gördüm, sivri çeneli, keskin hatlı, kısa saçlı, temiz yüzlü" diyor, benzerlik arıyorum kafamda. Baktım anlattıklarından tam oturtamıyorum kafamda, açıp fotograları " bak bakalım buna benziyor mu " diye soruyorum, karar veremiyor " bilmem, aslında çenesi benziyor, aslında yüz yapısı da benziyor ama o kısa saçlı, temiz yüzlüydü " diyor. It buluyor yani benimkini :)

Güzel çok güzel bir rüya diyorum ben yine de, kırılmaca, gücenmece yok, ben yine de ona yoruyorum :)

Lions beni bekler, yarım saate pervane döner !

26 Nisan 2010 Pazartesi

35 Yaşımdaki BEN


Benim adım d..., sene 1990 ve 16 yaşımdayım.
Nisan ayının sonlarındayız ki benim için senenin en güzel ayları nihayet başladı. Eğlenceli olmasına eğlenceli ama uzun bir kıştan sonra yeniden bahar geldi. Heryerde çiçekler açtı, havalar sıcaklaştı, bahar üzerimde etkisini gösterdi. En çok okula gitmek için sabahın köründe uyandığımda havanın aydınlık olmasını seviyorum; yine hergün geç kalıyorum servise, yine hergün neredeyse asansörde giyiniyorum, yine her sabah okula yakam paçam bir yerde varıyorum ama hiç olmazsa daha neşeli gidiyorum. Okulumu ise çok seviyorum.
4 sene, çok eğlenceli ve küçücük, ev gibi sıcacık bir kız okulunda,rahibelerle okuduktan sonra, karma olan yeni okulumda lise birinci sınıfa başladım.Yaz tatilinde gittiğimiz Italya seyahatinde tanıştığım ve çok samimi olduğum lise 4'deki kızlar sayesinde hem kendi sınıfımdakiler ile hem de lise 4'lerin tamamı ile tanıştım. Yeni bir okulda, yeni biri olarak büyükler ile arkadaş olmak hem okula alışmamı, hem sevmemi hem de sevilmemi sağladı ve tıpkı diğerinde olduğu gibi burada da çok eğleniyorum.

En yakın arkadaşlarım tabii ki sophie, yasmin, crown.
Sophie hala crown'dan hiç hoşlanmıyor, yasmin ile beni onunla paylaşmak istemiyor ama sadece ona ait olmadığımızı ve herkesin yerinin farklı olduğunu anlamıyor. Aslında bize de birşey söylemiyor ama kızcağıza çok kötü davranıyor, bu da bazen sorun yaratıyor. İşte o zamanlarda, Güney Köy'e yaptığımız Sound Of Music kıvamındaki yolculuklarımızda ona, Golden Girls'ün yerinin ayrı olduğunu, ne olursak olalım 80 yaşımızda da birlikte olacağımızı, hiç ayrılmayacağımızı anlatıp rahatlatıyoruz. Rahatlıyor rahatlamasına ama bir süre sonra yeniden delleniyor; bazen duymuyoruz, duymamazlıktan, görmemezlikten geliyoruz, bir şekilde hepberaber idare ediyor, birbirimizi olduğumuz gibi kabul ediyoruz.
Ben en çok yasmin'i olduğu gibi kabul ediyorum, beni en çok o kızdırıyor ama en çabuk onu affediyorum. Her nabza şerbet vermesini, aklından geçen ile ağzından çıkanın arasındaki farkı bilip de böyle davranıyor olabilmesini bazen kabullenemiyor, çok kızıyorum ama işte ama hemen affediyorum. O bizim rose'umuz ya, içini bilince daha fazla ileriye götüremiyorum.

Ancak yeni okulda hiçbiri ile aynı sınıfta değilim. Her ikimiz de en yakın arkadaşlarımızla ayrı sınıflara düştüğümüzden, orta ikide samimi olduğum i.k.d ile sıra arkadaşıyım ve artık onun ile de çok yakınız, çok eğleniyoruz derslerde. O çalışkan, ben lisede biraz dağıttığımdan artık pek değilim. Düzenli, eğlenceli, çok komik, hiç beklenmedik zamanlarda, ondan beklenmedik şekilde yaptığı yorumları ile kahkalar attırıyor bana. Haftada bir iki bize kalmaya geliyor, gece yarılarına kadar d.p.s bize fizik, matematik çalıştırıyor ama o pür dikkat dinleğinden ben de sıkıldığımdan bu derslerden, hep ona bakarak, hep onun adını söyleyerek dersi anlatıyorsun diye olay çıkarıp, dersi bırakıp erkenden yatağa girmenin yolunu yapıyorum. Sene başından bugüne kadar daha bir tek dersi sonuna getirdiğim olmadı. I.k.d çalışıyor, sonra bana sınavda kopya veriyor, böyle güzel güzel geçinip gidiyoruz.
Hazırlıktan beri bu okulda okuyan kızlar için bizim gelişimiz çok da eğlenceli değil, genelde bir avuç erkek arkadaşlarını bize kaptıracaklarını düşündüklerinden bizlere pek yaklaşmıyor, bir kıl kıl davranıyorlar  başta ama onların arasında da çok samimi olduklarım var; l.buddha- sedefico - byburt.
Genelde lise 4 luler ile vaktimi geçiriyor ve çok eğleniyorum ama kendi dönemimde de en çok tanınıp, sevilenler arasındayım. Burada da sınıf başkanıyım, burada da elebaşıyım, buarada da dalgacıyım.

Henüz hiç erkek arkadaşım olmadı, geçen sene bir oyundaki dandik öpüşmeyi saymazsak daha henüz kimse ile öpüşmedim ama okuldan, yine lise 4 lerden birinden çok hoşlanıyorum. Lakabı herkes tarafından büyük diye bilinse de benim de aralarında bulunduğum en yakın arkadaşları ona züppe ile büyük birleşimi  "zübük" diye hitap ediyor. Çirkin bir çocuk ama havalı, züppe gibi görünüyor ama aslında hiç değil. Benim ondan hoşlandığımı bilmiyor, ben de belli etmemek için elimden geleni yapıyorum ama ders arası gelsin de yukarıya onların yanına çıkayım, ya da haftasonu gelsin de hepberaber birşeyler yapalım diye sabırsızlıktan ve heyecandan ölüyorum. Kendi dönemimdeki en yakın arkadaşlarım ve dışarıda da ledo'dan başka kimseye söylemiyorum.

Ledo, benim kuzenim; 4 yaşımızdayken suratına patllattığım sağlam tokattan bu yana en yakın arkadaşım. Ben hatırlamıyorum bu olayı, o da hatırlıyorsa bile hatırlamadığını söylüyor ama ne zaman aile içinde yakınlığımızdan bahsedilse, en büyük aşklar nefret ile başlar kıvamındaki bu hikaye anlatılıyor; ledo benden 4 ay küçük olmasına rağmen, hem o iri hem de ben çok minyon çocuklar olduğumuzdan küçükken hep beni bir yerlerde sıkıştırıp canımı acıtmaya çalışırmış, ta ki 4 yaşlarımızdayken onun ile tek başıma kalmaktan çekindiğimden annemin odayı terk edeceğini anlayınca, annem önde ben arkasında ledo da klasik benim peşime takılınca, artık canıma tak etmiş veya artık buna bir son vermek gerek diye düşündüğümden olacak, hiç beklemediği bir anda geriye dönüp yüzüne kallavi bir tokat yapıştırıvermişim, önce çok ağlamış ama o günden sonra da bir daha hiç ayrılmayacak şekilde en yakın arkadaş olmuşuz.
O, bizden bir yaş büyük abisi m.ö ve ben her daim birarada oynayıp, büyüdüğümüzde ise hepberaber gezdik. Benim arkadaşlarım onların arkadaşları ve genelde de sevgilileri, onların arkadaşları da benim arkadaşlarım oldu. Ben bu iki azgın oğlanın prensesi şekilde dolandım durdum yılllarca; yeri gelince erkek gibi ağaçlara tırmanıp, comodore 64 başında uzay mekiklerini en az onlar kadar iyi oynattım, gece yarılarında birisi önümde birisi arkamda bisikletlerle dolaşıp, sabahın körlerinde uyanıp tenis kortlarında azılı maçlar yaptım.
Şimdi herikisi de  bizim lise 4lerden kızlarla çıkıyorlar ve yine her dakika biraradayız, mutluyuz yani.

4.Levent'te oturuyoruz.Evde durumlar ise gayet normal, her şey her zamanki gibi; annemin tek derdi bizim derslerimiz. En büyük başağrısı üniversite ikiye giden ve son derece asi olan d.p.s ile didişmeleri ama onun dışında madame marika da nihayet üniversitede olduğundan fazla stresli değil.
Bana karışan, eden yok. Ben en küçük olmanın dayanılmaz hafifliğini ve sevgisini yaşayıp, diğerleri de önümü bir güzel açtıklarından istediğim zaman istediğim şeyleri yapıyorum, sanırım ledo ile m.ö de her dakika benimle oldukları icin icleri rahat.
Madame marika üçüncü senenin sonunda üniversiteyi kazandı, o da d.p.s gibi ikinci sınıfta ve girerken bu kadar zorlanan ve isteksiz olan kız bir canavara dönüşüp, okulda çok başarılı oldu. Şimdi cenko diye bir çocuk ile çıkıyor ve onun ile evlenmek istiyor. Ben seviyorum bu çocuğu, bana çok iyi davranıyor, arabası ile gezdirip, bir yerlere götürüyor ama annemler pek istekli değil galiba, "önce okul bitecek" diyorlar.
O.p tıpda okuyor, onun da bir sevgilisi var, hatta geçen sene bu zamanlarda tanışmışlar; adı asko, aynı okuldalar ama o ekonomi bölümünde okuyor ve inanılmaz güzel, abimin yanına çok yakışan bir kız. Annem de beğendi, oğlunun aklını başını alıp okuldan uzaklaştırmasından korkuyordur kesin ama sevdi bu kızı kesin belli, ondan hep iyi bahsediyor. Daha erken konuşmak için, önce bir okullar bitsin deyip duruyor ama içten içe onaylıyor.
Babacım ise her zamanki gibi her daim çalışıyor, haftada 7 gün 15 saat; yine akşam saatlerinde bizlerle yemek yiyemiyor, yine yaz tatillerinde bizlerle birlikte olamıyor, yine yaz kış demeden, bayram tatil demeden çalışıyor ama hiç sızlanmıyor.  Ne için izin almaya kalksak izin veriyor ama annenize de sormanız gerek diye topu her zamanki gibi ona atmayı, bir parmak balı çalıp ağzımıza, çetin savaş alanına sırtımızı sıvazlayarak göndermeyi hiç ihmal etmiyor. Her daim sevgisini öperek, koklayarak, söyleyerek göstermekten vazgeçmiyor ama bizim dışımızdaki her konu ile ilgili muhalif karakterini sergileyip bizi kızdırmaktan da geri kalmıyor.

Babam anneme aşık, annem en azından bir 3 sene kadar biraz daha sakin, biz çocuklar, hepimiz yaşadığımız hayatlardan, arkadaşlarımızdan memnunuz.
Yazı yazmayı, hayal kurmayı, mümkünse tüm vaktimi arkadaşlarımla geçirmeyi seviyorum. Her cuma sophie ile AKM de cuma konserlerine gidiyorum ve onun piyano çalmasına bayılıyorum. En çok sevdiğim Tchaikovsky ve onun keman konçertosu.
Ayrıca ayşe teyze ile vakit geçirmeyi seviyorum, onun gibi bir anne, onun gibi bir is kadını olmak istiyorum.
Geçen sene gitar dersine başlamıştım ama devam ettirmedim, devam ettirdiğim tek şey o da sadece yazın tenis oynamak.
Seyahat etmeyi çok istiyorum ve ne zaman yola çıkacak olsam çok heyecanlanıyorum.
Bazen görünmez olup, insanların arasında dolaşıp konuştuklarını dinleyebilmek istiyorum.
Ama en çok istediğim şey büyük'ün de benden hoşlanması ve en büyük hayalim ise 18 yaşıma geldiğimde, yani lise 3'teyken babamın bana fiat 126 bis alması ve okula onun ile gidip gelmek...

Şuanda yüksek tavanlı, yüksek camlı, aydınlık, koca sınıfın içinde bir avuç yeni sınıf arkadaşlarımla beraber, yanımda ders ile ilgili ve not alan i.k.d, ön sırada lüle lüle saçlarını kalem ile biraz daha dolandıran cumartesi ve bir silgisini bile paylaşmayıp adamı sinir eden ama yine de yakın olan batush ile aziz bidon'un latince dersindeyim. Yine gece geç uyumuşum, yine hala uyanamamışım, başım ağırlaşmış, uyudum uyuyacağım.
Birden bir el omuzuma dokunuyor, ahh işte bidon yakaladı diye telaşa kapılmışken, yumuşacık bir ses "hadi kalk gidiyoruz" diyor. Tanımıyorum sesi, arkadan vuran gün ışığı gölgelendiriyor yüzünü  seçemiyorum. Çekiniyorum önce "nereye?" diyorum incecik, cılız bir sesle " sana göstermek istediğim birşey var, bakalım hoşuna gidecek mi ?" diyor. Nedendir bilmem kaptığım gibi sırt çantamı tutuyorum elini.

Ahşap, eski tarz, cumbalı bir evin önündeyim. Sakin, güzel, daha önce hiç gelmediğim bir sokakta, ahşap bir evin önünde buluyorum kendimi, tek başıma. Etrafıma bakınıyorum, neredeyim ve o ses nerede diye aranırken, birden ahşap evin bahçe kapısından ayak sesleri ve bir kadın sesi duyuyorum. Bir iki adım geri çekilip, beklerken, onu görüyorum ve birden nefesim kesiyor. Eli kulağında tek başına, hızlı hızlı italyanca konuşarak karşıma çıkıveriyor. Kim ile ne ile konuşuyor anlamıyorum ama tek başına konuşmuyor, elinde metal bir alet, telefon gibi birşey onu kullanıyor. Ben nefesim kesilmiş, bütün bedenim titrer, şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuş gibi sessiz ona bakarken, o da beni fark ediyor tek bir saniye için. Biran duraksıyor, başı ile selamlıyor ve hızlı hızlı yürümeye devam ediyor. Bir iki defa arkasına dönüp bana bakıyor ama tanımıyor; sonra da yeniden bir eli kulağında, bir eli direksiyonda kocaman bir araba ile bana bakarak yanımdan uzaklaşıyor.
Biran ne yapmam gerekir diye duraklasam da hemen sonra, kaç yaşında olduğunu anlamadığım BEN'in peşine düşüyorum. Biraz tedirgin, biraz üzgünüm tanımadı beni diye ama merakım ağır basıyor ve onu izlemeye başlıyorum.

35 yaşında, daha doğrusu "yaşındayım". Mucize gibi birşey bu, onunla daha doğrusu 35 yaşımdaki ben ile aynı odadayım. Çok güzel giyinmiş, saçlar yine uzun, boyu fazla uzamamış, ebatlarımız üç aşağı beş yukarı aynı yani ama farklı gözüküyor, alımlı bir hali var. Kahretsin ki memeleri büyümemiş ama farklı bir hali, farklı bir şeyleri var. Kaşları daha ince, vücut hatları daha belirgin ve evet dişleri daha düzgün. Havalı, hoş gözüküyor, beğeniyorum kendimi, hemen sonra kendimi beğenmiş olmaktan utanarak.
Etrafında bir sürü kişi, onun ağzından çıkacak sözleri bekliyorlar, onun dediklerini yapıyorlar hiç itiraz etmeden. Sinirli biri sanki, etrafındakilerin gözlerine hata yapmama paniği oturmuş. Devamlı biri ile konuşuyor telefonda, genelde hep italyanca, vayyy ne zaman öğrendim acaba bu kadar iyi konuşmayı diye düşünüp seviniyorum. Sonra biri  "the Sea is my lanD" yazılı koca bir fincan çayı önüne koyuveriyor, içine 8 küp şekeri boca edip, hızlı hızlı içtikten biraz sonra, daha bir sakin, daha güler yüzlü oluyor, gülmeye, güldürmeye başlıyor. Çevrsindekiler çekiniyorlar her daim belli ama rahatlar da onunla, şakalaşıyorlar.

Birden d.p.s geliyor, kucağında el kadar küçücük bir bebekle.
Birden, bu sabah yine ondan önce uyanıp, muhtemelen o gün giymeyi planladığı kazaklardan birinin üzerimde olduğu ve akşam yine nasıl kavga edeceğimiz geliyor aklıma.
Tanrım evlenmiş, bebeği olmuş, adını deniz koymuş, hem seviniyorum hem gözlerim doluyor. Herhalde şuanda çıktığı ercü ile evlenmiştir diye düşünüp, seviniyorum; ercü hem çok yakışıklı, hem çok şeker, hem de eğlenceli...
Konuşmalarından birlikte çalıştıklarını anlıyorum. Birşeyler konuşuyorlar, tamam sen düşünme bunları hallederiz diyor 35 yaşımdaki ben d.p.s'e , o da yaklaşıp 35 yaşımdaki bana kocaman bir öpücük konduruyor alnının tam ortasına, yumuşacık sevgi sözcükleri ile, şaşırıyorum ne kadar iyi anlaşıyorlar diye. Anne, annemin şevkati var gözlerinde. Birden birşey söylüyor birisi ve gülmeye, kahkaha atmaya başlıyor, annemi görüyorum karşımda. Aynı annem gibi gülüyor. Anneme benzemiyor yine, ben ve o anneme benzemeyiz, madame marika annemin kopyasıdır ama işte aynı onun gibi gülüyor.

Birden ayaklanıyorum, daha doğrusu 35 yaşımdaki ben ayaklanıyor, "cep telefonum nerde? " diye soruyor, şaşırıyorum; o elinden hiç düşmeyen, devamlı konuştuğu aletin gerçekten ve nerede olursan ol konuşabileceğin bir telefon olduğunu öğreniyorum ve ağzım açık kalıyor ama eve ikinci hattı bile zar zor çektirmişken şimdi herkesin elinin altında herkese özel telefon bulunması fikri pek bir hoşuma gidiyor, elime almak için ne kadar daha süre beklemem gerektiğini merak ediyorum.

Alıyor cep telefonunu, takıyor havalı çantasını, kocaman gözlükler gözünde atıyor kendini dışarıya; geç kalma diye sesleniyor arkasından d.p.s " bir iki saate burada olacaklar, biliyorsun " diyor, " tamam, tamam biliyorum" diyor yarım ağız. Koca arabanın içindeyiz şimdi. O kullanıyor, ben yanında ona bakıyorum. Hızlı araba kullanıyor, yüksek sesle müzik dinliyor, şarkı söylüyor etrafı seyrederek. Önce l.buddha'nın ofisine uğruyor, tanımamam mümkün değil çünkü hiç değişmemiş; sesi, yüzü, kalın çerçeveli renkli gözlükleri aynı. Annesi ve babası gibi avukat olmuş, onun da benim, yani 35 yaşımdaki ben gibi kendi ofisi var.  Yine çok güzel l.buddha ve onlar çok samimiler, bizim şuanda olduğumuzdan çok daha fazla samimiler; sadece acaba ne zaman bu kadar yakınlaştık diye merak ediyorum ama buna şaşırmıyor, seviniyorum. Ben de seviyorum l.buddha'yı zaten, hala görüşüyor olmamıza da memnun oluyorum. Akşamın programını yapıyorlar, i.k.d ile yemek yiyelim diyorlar, bu konuşma çok normal geliyor. Sonra telefon çalıyor, " l.buddha'dayım birazdan çıkacağım, bugün çok acayip birgün, anlatırım sonra, bu saatte sen napıyorsun ayakta? " diye soruyor, kimle konuştuğunu merak ederken telefonun öbür ucundaki crown'un sesini hemen tanıyorum. Konuşmalarda Los Angeles lafı geçiyor, borga lafı geçiyor, ne zaman görüşebileceklerini konuşup aylar sonrasının tarihleri geçiyor, anlamıyorum hiçbir şey.
Sonra birden hem onun, yani 35 yaşındaki benim hem de l.buddha'nın parmaklarına bakıyorum acaba evlenmişler mi diye, ikisinde de birşey göremiyorum ama emin de olamıyorum, konuşmalardan da birşeyler çıkaramıyorum ama herhalde evlenmişlerdir bu yaşta, acaba çocuklarımız var mı diye merak edip, çocuğum olma fikri ile çok heyecanlanıp, hemen onu görmek istiyorum. Sabahtan beri gördüklerim karşısında kalbim devamlı küt küt atiyor ama birden çocuğum olduğunu düşününce, ilk önce onu görmek istiyorum. Ama o beni duymuyor, beni görmüyor, burada olduğumu bile bilmiyor.

L.buddha ile bilmediğim ama belli ki çok samimi olan birilerinden bahsedip, aniden geldiği hızla kalkıyor. Dur daha yeni geldin, nereye gidiyorsun lafları havada asılı, biz yani ben ve 35 yaşındaki ben yeniden arabaya atlıyoruz. Hala hızlı konuşuyor, ama hızlı da hareket ediyor. Karar vermesi ile kalkması bir oluyor. Yol boyunca elinden düşmeyen şahane alet "cep telefonu" durmadan çalıyor, arabanın içine verdiği sesten ben de her konuşmayı ve her konuşanı rahat rahat duyabiliyor ve dinleyebiliyorum. Garip bir şekilde arayan herkes ona "den" diye hitap ediyor. Çocukluğumdan beri köşe yastığından, cimcimeye, d...o'dan,d..boş'a ve son zamanlarda kullanılan bir sürü takma adım oldu ama den yeni, nerden çıkmış, kim koymuş, niye koymuş anlamıyorum ama herkesin onu bu isimle çağırıyor olmasına sanırım daha çok şaşırıyorum.
Arayanlardan iş ile ilgili olanları şuanda müsait değilim diye kapatıyor, amour, adri ve mr.italy adındakiler haricinde. Onlarla da iş konuşmuyor zaten, neşeli neşeli hoşbeş ediyor.
Sonra rey arıyor, yakınlıklarına şaşırıyorum. I.k.d'den dolayı tanıdığım ve çok da sevdiğim rey ile onun kadar samimi olmuşum. Rey ile konuşurken zey'den bahsediliyor, anlıyorum ki o da yakın arkadaşı den'in, anlıyorum ki zey evlenmiş, anlıyorum ki bir de kızı, kızın da adı deep olmuş. Ahh ben de çok seviyorum bu ismi, birgün çocuğum olursa ben de bu ismi koymak istiyorum diye düşünürken, yeniden acaba çocuğum oldu mu, acaba ismini ne koydu diye düşünmeye başlayıp, keşke beni görebilsen, keşke senin ile konuşabilsem de beni böyle deli danalar gibi dolandıracağına varsa beni ona götürsen diye geçiriyorum içimden. Sabırsızlanıp, kendi kendime huysuzlanıyorum birden.
O ise telefonda hala; napıyorsun, bugün çalışmıyor musun sorusuna yok bugün dolanıyorum diye cevap veriyor keyifli keyifli, sanki bir süprizi varmış da ağzından kaçıracakmış gibi. Araba kullanırken keyif alıyor belli, bu keyifli hali ile telefonu kapatması gerektiğini ve onu sonra yeniden arayacağını söyleyip, bir başkasına "5 dakika'ya ordayım" diye bir sms atıyor. Bebek'e doğru gidiyoruz, herşey daha modern, herşey daha renkli, herşey daha düzenli sanki ama geçtiğimiz yollar aynı. Daha birkac saat önce, okula giderken servis ile bu yollardan geçtiğimi ve sabah gördüğüm dükkanların yerinde bambaşka dükkanlar olduğunu görmek biraz içimi ürpertip, deliyor olabilir miyim acaba, nerdeyim ben dedirttiyor ama öylesine inanılmaz bir şey yaşıyorumki, kendi kendime bunu bozmamaya ikna ediyorum. Pür dikkat yüzüne bakıyorum, gerçi yüzünü kaplayan koca gözlüklerden gözlerini göremiyorum ama kendi kendine gülümsüyor, şarkı söylüyor, mutlu ve heyacanlı buluyorum onu. Galiba sabahtan bu yana ilk defa da yanında rahat hissediyorum, kendimi bırakabiliyorum. Huzursuzluğum gidiyor, yanında kendimi güvende hissediyorum. Öyle bir havası var zaten, sanki onunla sana birşey olmazmış, sanki birşey olsa hemen kendini öne atarmış, sanki o seni korurmuş gibi bir hali var.
Ben bunları düşünürken o Bebek yokuşunu iniyor ve varacağımız yere varıyoruz. Iki kız ile buluşuyoruz, o çok samimi yine ama ben hayatımda ilk defa görüyorum; e.e ve dr.u diye isimleri ile hitap ediyor ama ilk defa duyuyorum. Bu insanları tanımıyorum, ne zaman tanışmış olduklarını konuşmalardan çıkaramıyorum ama bir lafın arasında, dr.u'nun ledo'nun eski kız arkadaşı olduğunu anlıyorum ve ledo ile ilgili dalga geçer gibi söylediği yoruma benim, daha doğrusu 35 yaşındaki benim neden tepki vermediğini, neden lafı ağzına yapıştırmadığını, nasıl buna müsade ettiğini anlayamıyor ve çok kızıyorum. Kimse benim yakınlarıma, sevdiklerime laf edemez bunu unutmuş olabilir mi den, ne olmuş ki buna böyle diye birden içime kapanıp, gördüğümden memnunsuz, gitmek istiyorum. Ama bu üç kız, daha doğrusu üç kadın o kadar komik şeylerden bahsedip, o kadar çok gülüyorlar ki yeniden sohbetlerine kulak kabartmadan edemiyorum. Konuştukları bazı şeyleri anlamıyor, bazılarında yüzüm kızarıyorsa da, ben de kahkaha atmaya başlıyorum. Başta bana kıl ve ukala gelen dr.u birden çok sevimli görünüyor, beni de çok seviyor belli. Herşeyi destursuz direk söyleyebiliyor ve diğer ikisi bunu çok doğal kabul ediyor. Diğeri e.e olanı da çok seviyorum, o da çok güzel ve bakımlı bir kadın ve çok matrak; devamlı surette kendini övüyor mu yoksa yeriyor mu anlayamadığım türde laflar ederek diğer ikisini çok güldürüyor. Tanımıyorum bu kızları, ne zaman tanışmışım acaba, yada ne kadar daha beklemem gerekiyor bu kızlar ile tanışmak için bilmiyorum ama den'in çok sevdiğini, onların da onu çok sevdiklerini hemen görebiliyorum. Keşke dr.u, ledo'ya laf edip baştan canımı sıkmasaydı daha güzel olacaktı ama belki de bizim oğlan da bir hıyarlık yapmıştır diye bunu düşünmemeye çalışıyorum.
D.p.s'in telaşlı telefonu ile bu sohbeti de kesip yola çıkmamız gerektiğini anlıyorum. Benim önce m.ö'ye uğramam gerekiyor, ofiste değil evde buluşalım diye son dakika programı değiştirip, hızlı hızlı kızlara sarılıyor. Anlıyorum ki dr.u Amerika'da yaşıyor, anlıyorum ki bir daha ki tatile kadar görüşemeyecekler, den onun boynuna sıkı sıkı, o biraz iğreti sarılıp " iyi ki bu zamanda geldin, sen olmasaydın birşey eksik kalacaktı" diyor ve kocam bir öpücük kondurup yanağına, o önde ben de arkasında koşar adım yola koyuluyoruz.

Tanıdığım yollardan eve doğru giderken s.s'in sokağına dalıyoruz ve önünde durup, arabaya biniyoruz. Eskiden ledo'ların evi olan binaya girdiğimizde m.ö ile buluşuyoruz; hemen tanımıyorum, ancak sesini duyduğumda o olduğunu anlıyorum. Tanrım nasıl değişmiş, yolda görsem kesin tanımam, kilo almış, saçlar komple dökülmüş, gözlükler atılmış. Ben şaşkın şaşkın ona bakarken, küçücük bir kız çocuğu koşarak "halaaaa" diye den"in boynuna atılıp, onu doya doya öpüyor, m.ö'nün kızı olduğunu anlıyorum. Çok şeker, çok akıllı ve sevgi dolu bir çocuk. Sonra yeni doğan kardeşinden bahsediyorlar, babasının aynısı bir oğlu daha olduğunu öğreniyorum. Ledo'yu arıyor gözlerim ama onu göremiyorum, umarım onu da görürüm diye düşünürken, ben bu yaşımda yoruluyorum ama 35 yaşımda ki ben bana mısın demeden hızlı hızlı birşeyler anlatıp, hızlı hızlı orayı terkedip, hızlı hızlı arabasını kullanarak köprü yoluna giriyor.
Köprüye girdiğinde ise saate bakıyor, " 14:14 , çok şahane " deyip cd'den radyo'ya geçip, bir türkçe kanalı açıp radyoda çalan şarkının sözlerini dinliyor. Saçma bulduğu sözlere ise "hadi canım sen de" diye yorum yapıp, köprüden çıkar çıkmaz yeniden cd'ye dönüyor. Komik buluyorum bu halini, kıkırdamaya başlıyorum. Nereye gittiğimizi merak ediyorum. Hiç bilmediğim, hiç geçmediğim yollara sokuyor bizi. En sonunda bir site girişine gelip, içeri giriyoruz, arabayı parkediyor ve biraz sesi titrek sanki " hazır mısın? " diyor. Bazen kendi kendine mi konuşuyor nedir diyorum, umarım yaşlandıkça annemin kendi kendine dırdırlanmasını almamışımdır diye düşünene kadar o arabadan atlıyor çevik bir hareketle.

Hiç bilmediğim bir yerde, hiç tanımadığım, bahçeli bir evin kapısının önündeyiz. Kapıyı çalıyoruz ve birden kapıyı babam açıyor. Ben sabah yatağında bıraktığım babamın 20 yaş yaşlanmış halini görünce karşımda birden, bir iki adım geri atıp sendeliyorum. Kalbim daha hızlı atıyor ve heyecanlanıyorum. Saniyeler içerisinde ben kendimi toparlamaya çalışırken " ahhh kuzum gelmiş" diye arkadan kafayı uzatan annemi gördüğümde ise artık hiçbir şeyi kontrol edemiyorum ve gözlerimden yaşlar boşanıyor. Içimi çekiyorum, sesim duymasınlar, burada olduğumu farketmesinler diye çabalıyorum ama niye ise onları o halde görmek beni çok heyecanlandırıyor.
Akşam, daha hafta bitmeden bitirdiğim harçlığıma takviye olsun diye zorla tavlaya oturttuğum kömür saçlı babamın saçları beyazlamış, göbek daha da büyümüş, kafası sallanmaya başlamış. Ama dün akşam eve gelip de bize sarılan adamın seni içine çeker gibi sarılması hiç değişmemiş.
Canım annem ise saçlar aynı boy, aynı kesim, aynı renk ama çok daha fazla şişman, çok daha yavaş hareket olmuş.
Onlar sanki aylardır görüşmemiş gibi kapı ağzında birbirlerine sarılırlarken ben de kendimi toparlıyorum iceri girmek için. Ancak içeri girdiğimde daha da çok şaşırıyor, daha çok dağılıyorum. D.p.s orada, madame marika orada, o.p orada, hemen tanıdığım asko orada ama bir de tanımadıklarım, bana o anda yabancı ama aslında gelecekte en yakınlarım olacak 3 tane çocuk görüyorum. Biri benim yaşımda bir oğlan ama neredeyse iki katım. Adı yiit ve kıvırcık, yakışıklı. Robert kolej de okuyormuş ve birden bizim kızlar görse kesin bunun ile çıkmak isterler diye düşünüyorum. Halası ile  yani 35 yaşındaki ben ile belli ki arası çok iyi, belli ki çok iyi anlaşıyorlar. Ikincisine madame marika jr. diyorlar, inanamıyorum. Gerçekten çok güzel, çok bilmiş, çok heyecanlı. Annem den'e dönüp senin bütün huylarını almış diyor, gülüyorum. Sarılıp boynuna içime sokmak istiyorum. En küçüğü ise büküşük içinse dunyanın herhalde en sevgi dolu, en şeker, en naif çocuğu bu olsa gerek diye geçiriyorum içimden.
Abim gerçekten asko ile evlenmiş, asko iki çocuk sonrası kilo almış olmasına rağmen gerçekten hala çok güzel ve belliki annemler bu evlilikten gerçekten çok mutlular.
Hiç bana benzemeyen madame marika ise35 yaşımdaki bana çok benziyor, ağzım açık kalıyor. Annemin kopyası o iken şimdi ona en çok benzeyenin ise d.p.s olduğunu görüyorum; ne zaman oldu bütün bunlar, böyle birşey olabilir mi diye şaşırıyorum, merak ediyorum, anlayamıyorum, heyecanlanıyorum ya sabahtan beri küçük bedenim daha fazla kaldıramıyor ve bir köşeye oturup onlara uzaktan bakmaya başlıyorum.
Kalabalık ailem daha da kalabalıklaşmış, hepsi, hepimiz birarada, mutluyuz. Tabii ki her kafadan bir ses çıkıyor, tabii ki yine birşeyler tartışılıp tatlı başlayan konuşmalar yerini yüksek seslere bırakıyor, tabii ki babam acayip muhalefet yapıyor ve sinir ediyor ve tabii ki iki dakika sonra herşey süt liman, birlikte gülünüyor. Annemmm, canım annem nasıl değişmiş, inanamiyorum; o kadar sakin, o kadar neşeli, o kadar huzurlu. Atmış omuzlarından bütün yükleri, şişmanlamış görünsede sabahki haline göre, aslında öylesine hafiflemişki gözlerinden, sözlerinden, d.p.s ile ahenk içinde attığı kahkalarından hemen anlıyorum.
Mutluyduk dün akşam biz evimizde, hiç sorun yoktu ama onlar bu kadar kalabalık ve hep baraber sanki çok daha mutlu gözüküyorlar gözüme, kalmak istiyorum.

Küçük kızlar devamlı yüksek sesle bir gösteri yapıyor, kıvırcık oğlan bilgisayar başında arada bir laf atıyor, d.p.s küçük kızına düşmüş kokusunu içine çekiyor, diğer herkes bir ağızdan konuşup gülüyor. Sonra babam elleri ile yaptığı kahveler ile göründüğünde ben küçük dilimi yutacak gibi oluyorum ama onlar gayet normal birşeymiş bu gibi alıp kahvelerini teker teker bahçeye çıkıp, sigaralarını yakıyorlar. Evet hepsi, 35 yaşındaki ben dahil hepsi sigara içiyor hem de annemin babamın yanında, babamın yaptığı kahve eşliğinde, artık "wowww" demekten başka birşey çıkmıyor ağzımdan.
Çocuklar ve d.p.s dışında kimse kalmıyor salonda, biran onlarla kalmak onları seyretmek istiyorum uzun uzun ama dışarıda da neler konuştuklarını merak edip ben de çıkıyorum.
Hava gerçekten çok güzel, bahçeleri yemyeşil, keyifleri çok yerinde. Salıncakta hemen annemin yanı başına oturuyorum, göğsüne yatmak geliyor içimden; ben yapamıyorum tabii ama den yapıveriyor.
Bebeklerden konuşurlarken ledo'nun oğullarından bahsediyorlar; onun da iki oğlu olduğunu, özellikle büyük olanın çok şeker olduğunu ve hatta tam karşı bahçede oturduklarını öğreniyorum. Hah tamam birazdan onu da göreceğim diyorum ama bir yandan da 35 yaşımdaki benim bütün haberleri annemlerden alıyor olmasını biraz garipsiyorum.

Kahveler içiliyor, kalkmamız lazım diyor den, gitme diyorlar, ısrar ediyorlar, ne yapacaksın bu saatten sonra yemeğe kal diyorlar, yok yapmam gereken çok önemli birşey var diye cevap veriyor çok emin, tamam diyorlar. Hepberaber kapıya kadar geliyorlar, tek tek sarılıyorlar; o en çok anneme sarılıyor, on kere boynundan öpüyor, bu sefer o annemi "annesinin kuzusu" diye seviyor. Babam arabaya kadar geliyor, tekrar sarılıyor ve araba köşeyi dönene kadar el sallıyor, hoşuma gidiyor.

Köşeyi dönüyoruz, siteden çıkıyoruz, geniş ve boş yolda birden durduruyor arabayı ve derin bir nefes alıp benim tarafıma bakarak "evini görmek ister misin? " diye soruyor. Dilim tutuluyor, aptallaşıyorum, sağıma soluma bakıyorum acaba benim ile konuşuyor olabilir mi diye ama birden yaşlı gözleri ile kafasını aşağı yukarı doğru salladığını ve gerçekten benim ile konuştuğunu anlıyorum. Ne yapacağımı bilemez bir şekilde cılız ve titreyen bir sesle " sen beni görebiliyor musun? " diye soruyorum o da yanaklarından süzülen ve aynı benimki bir ses ve tonlama ile " evet " diyebiliyor, sarılıyor bana. Çok acayip bir his bu, çok gerçek üstü, çok heyecanlı ama o kadar da huzurlu. Ben ağlıyorum, o da ağlıyor, ben sebebini bilmiyorum, o biliyor mu onu da bilmiyorum ama bir süre orada, yol kenarına çekilmiş, dörtleri yakılmış kocaman arabanın içinde birbirimize sarılıp, kalıyoruz.

Yola koyulduğumuzda heyecanlı heyecanlı konuşmaya başlıyoruz, bütün bunların nasıl olduğunu, nasıl onun yanına geldiğimi, böyle birşeyin nasıl olabileceğini, ikimizin de aynı anda aynı rüyayı görüyor olma ihtimalimiz olup olmayacağını konuşuyoruz. Köprüye ulaşıyoruz, yine aynı şeyi yapıyor, yine dinlediği müziği değiştirip türkçe bir şarkı bulup onu dinliyor ve bana köprüden geçerken hep bunu yaptığını anlatıyor, kıkırdayarak farkettim diyorum.

Yine orada, o ahşap evin önüne geldiğimizde ikimizde biraz daha sakinleşmiş bir şekilde arabadan inip, merdivenleri çıkmaya başlıyoruz. Kapıyı açıyor, gel bakalım beğenecek misin diyor. Hızlı hızlı dolaştığım eve bayılıyorum, çok zevkli buluyorum kendimi. O da benim gibi fotografları çok seviyor, girdiğim her odada bir sürü fotograf görüyorum; crown, crown'un çocuğu borga, kocası, i.k.d, zey, rey, tüm aile, herkes...Tanımadıklarım var ama eksikler de var, sophie, yasmin yok, ledo yok, benim küçüklük hallerim var ama bu zamandaki hallerim yok. Birden evdeki şeylerin benim ile çok alakası olmadığını hissedip, yabancı buluyorum. ben önde o arkada dolanırken hissetmiş olacak ki gel biraz oturalım diyor, oturuyoruz.

Hadi sor sormak istediklerini diyor; ilk aklıma gelen büyük ile birlikte olacak mıyım oluyor, biraz da utanarak. Gülümsüyor kocaman ve "hayır" diyor ama merak etme çok değil gelecek sene tam bu zamanlarda inanılmaz yakışıklı bir erkek arkadaşın olacak, aslında o ilk aşkın olacak ve onunla çok uzun süre birlikte olup çok mutlu olacaksın diyor, içim rahatlıyor.
Peki çocuğum var mı diyorum hemen heyecanla; ben evlenmedim diyor ve hayır bir çocuğun henüz yok, ama olursa adını hala deep koymayı planlıyorum diyor. Neden evlenmedim, yani evlenmedin diye soruyorum; bir kere kıyısına kadar geldin ama olmadı, hayatın boyunca çok seveceksin, çok sevileceksin, birkaç kez aşık olacaksın, sana da aşık olacaklar merak etme diye yeniliyor yeniden.
Ne iş yapıyorum peki diyorum; biran duraksıyor nasıl anlatması gerektiğini düşünmek için sanırım ama birden aklına gelmiş gibi " hah ben birebir ayşe teyzenin işini yapıyorum" diyor hemen anlıyorum ne yaptığını ve çok seviniyorum. Kesin sophie de ayşe teyze de çok sevinmiştir diyorum sevinçle, bilmiyorum diyor sakin bir tonlama ile. Nasıl yani, nasıl bilmiyorsun? Gerçekten sophie ile yasmin neredeler, ne konuştun onlarla, ne de hiçbir yerde fotografları yok, hala en yakın arkadaşların onlar değil mi diye biraz hiddetli, biraz telaşlı soruyorum, sakin sakin " değiller " diyor. Şaşırıyorum, üzülüyorum, inanamıyorum, böyle birşey mümkün olabilir mi diye kafamı sallarken, ona kızıyorum, surat ifadesinden onun yüzünden olduğu belliymiş gibi okuyorum, dik dik ne yaptın dercesine gözlerine bakıyorum, sakinliğini hiç bozmadan "biz, yani sen ve ben hayatta hep çok şanslı olduk ama bazen hayat herşeyi istediğimiz gibi gitmesine izin vermiyor. Sen daha uzun süre onlarla beraber olacaksın, önünde onlarla geçirilecek çok senelerin var ama ben senin onlarla geçirdiğin senelerin toplamı kadar sene önce onlarla ayrıldım malesef. Korkma kavga etmedik, hiç çirkin olaylar olmayacak, merak etme ben birşey yapmadım ama benim onlarla yollarım yıllar önce ayrıldı. Ben de üzüldüm ve hatta hala bugün düşündüğüm de onları çok garip geliyor olmamaları ama bir yandan da garip gelmiyor. Onlar bana, dolayısı ile sana hayatta en sevdiğin arkadaşlarını da kaybetsen ve dünyada tek başına kalsan da birgün tek başına ayakta kalabileceğimi, hayatta herşeyin olabileceğini, her türlü ilişkinin birgün bir şekilde bitebileceğini öğrettiler. Onun için ledo ile artık eskisi gibi olmadığımızda çok sersemleşmedim " dediği anda ise gerçekten başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyor. Ben yumuşak yumuşak anlatımından sophie ile yasmini atlatmaya çalışırken ledo'nun da artık en yakınım olmamasının nasıl birşey olabileceğini düşünmeye çalışıyorum ama beceremiyorum. Yani yumuşak anlatıyor, sanki çok normalmiş gibi, belli ki hiç içi acımıyor, belli ki hiç özlemiyor ama böyle birşey nasıl mümkün olabilir ki? Sıkıntıdan koltuğa büzülmüş olacağım ki iki eli ile kollarımdan tutup, anne gibi kendine çekiyor; "merak etme herşey güzel olacak, şimdiki gibi seni el üstünde tutacak çok çok çok değerli arkadaşın olacak, çok daha fazlası ile de tanışacaksın ve almak istediklerini hayatına alıp, istemediklerini dışarda olması gerektiği yerde bırakacaksın, çok seyahat edeceksin, görmek istediğin her yere gideceksin, hatta aklının ucundan bile geçmeyen yerleri göreceksin, sadece burada değil Italya'da da bir yaşantın olacak,  çok yakın arkadaşların, can dostların olacak; hatta oralardan bir adama deli gibi aşık olacaksın hem de bir daha hiç aşık olmam herhalde dediğin, hiç beklemediğin bir anda; sadece onunla birlikte olmak isteyeceksin; evlenmek hiçbir zaman önemli bir mesele olmayacak senin için ama o istese hemen "evet" diyeceksin. Hayatına girenler ile ihtiyacın olduğu için değil istediğin için, olması gerektiği için değil gerçekten sevdiğin için birlikte olacaksın. Iyi birşey mi hala bilmiyorum ama sevildiğinin değil sevdiğinin, seçildiğinin değil seçtiğinin pesınden gideceksin, hep onlarla birlikte olacaksın. Dünya senin için küçük olacak, sen dünyayı sonuna kadar kullananlardan olacaksın. Inan bana herşey güzel olacak; üzüleceksin tabii bazı şeyleri yaşarken ama hayat sana karşı hep yumuşak yüzünü gösterecek, seneler içerisinde ne kadar şanslı olduğunu kendin hatırlayacaksın. Inan bana herşey güzel olacak" deyiveriyor , ben de gömüldüğüm göğsünden gözlerine bakarak " peki sen bütün bunları nasıl yapabildin " diye soruyorum, yine yüzünde kocaman bir gülümseme beliriyor ;

"Ben yapmadım ki, sen yaptın. Sen hayal ettin, hayal ettiğin herşey tek tek gerçekleşti. Ve şimdiye kadar evlenmedim ve çocuk yapmadım diye de kızma bana bence, zira ben seni  pembe pancurlu evde bebekli halini hayal ederken hiç hatırlamıyorum " diye gülüyor , haklı buluyorum ama bunun için daha çok erken değil mi, acaba ileride bunu hayal etmeyi atlamış olabilir miyim diye düşünürken buluyorum kendimi.

" Sen hayal kurmaya devam et; çünkü birgün hepsi gerçekleşecek " diye devam ediyor. Seviyorum onu, mutlu oluyorum ona dönüşmekten, biran evvel büyümek istiyorum. Bütün kızgınlığım geçiyor, bu sefer ben onun boynuna sarılıyorum, başımı okşuyor.

Bir zil sesi geliyor dışardan, uzaktan; tam kafamı kaldırmış pencereden bakmaya çalıştığımda bir elin omuzumu sarsması ile irkiliyorum, kafayı çeviriyorum i.k.d gülerek bana bakıyor, kızım resmen uyumuşsun yuhh diyor. Ne olduğunu anlamıyorum, etrafıma bakıyorum, yine o yüksek tavanlı, aydınlık sınıfta, 16 yaşımdaki halimle, 16 yaşındaki arkadaşlarımın arasındayım. I.k.d hadi kantine gidelim diyor, biran ona neler olduğunu anlatsam mı diye, nasıl yani bütün bunlar rüya mıydı diye düşünüyorum kendime gelemiyorum, susuyorum. Siz gidin ben gelmeyeceğim diyorum, yalnız kalmak, bütün olup biteni hatırlamak, ne olduğunu düşünmek istiyorum. Belki de kızlarla karşılaşmak istemiyorum hemen, bildiğim birşeyi onlara söylememezlik edemiyeceğimi bile bile.

Hiç kımıldamadan sıramda, elim çenemde, gözüm dışarda onu, yani 35 yaşımdaki beni, den'i düşünüyorum. Nasıl rahat, heyecanlı, hareketli, neşeli olduğunu; sinirli olduğunda korkutucu gelse de gözüme yumuşak tarafının ne şahane olduğunu... Evet evet sevdim ben onu; rüya mıydı gerçek miydi bütün bunlar bilmiyorum ama büyümekten korkmuyorum.

Zil çalıyor yeniden, ders italyanca, hoca vasapolo; yeniden den geliyor aklıma, ne super konuşuyordu italyancayı, keşke ne zaman öyle konuşmaya başladığını sorsaydım, zira bu sene bu dersten bu kadın beni bırakacak diye dertlenmeye başlıyorum yarım yamalak.

22 Nisan 2010 Perşembe

mesaj mesaj...


Aç gözünü, al mesajı, düşün bir iki dakika cevap ver, gönder, sonra da uyu uyayabilirsen ya da kalk kalkabilirsen yataktan! Ama mesajlar gelmeye başladı ya, keyifliyim, garip bir şekilde dışardan öyle görunmese de keyfim yerinde...

Garip bir yorgunluk var üzerimde, sanki üzerimden kamyon çekmiş gibi anlamsız ve sebepsiz bir yorgunluk. Acaba diyorum bu çekik gözlü, dünyanın en komik ve şeker bebeği deniz'in gelmesine kadar kendimi çok sıktıkm da gelince bir kendimi bırakınca, yorgunluğum mu çıktı su yüzüne... Anlamadım! Zorlamıyorum bugünlerde kendimi çok, koşturmuyorum deli gibi, sakinken ortalık, herşeyde yolundayken, yokken de kimsecikler etrafta zorlamıyorum. Istediğim zaman kalkıp, istediğim saatte gidip ofise, birkaç saat yoğun çalışıp geri dönüyorum eskisi gibi suçluluk hissetmeden.

Yorgunum ama rahat içim ama nedense yüzüm bir ciddi, garip bir şekilde. Anlamadım!