29 Haziran 2012 Cuma

Hayat Plaj Olsa...


Ha geldi, ha gelecek, yok galiba bu sene gelmeyecek diye benim gibi ruhları güneş ile aydınlananlar durup durup hayıflanırken, nihayet yaz geldi de şükür ruhlarımızı şenlendirdi...

Yeniden yaz geldi, yeniden deniz ile güneş ile haşır neşir olmaya ve yine keşke hayat plaj olsa diye düşünmeye başladım...
Keşke uzansak sabahtan akşama güneşin altında yumuşacık şezlongların üzerinde ve hiçbir şey yapmak zorunda olmasak. O hiçbir şey yapmak zorunda olmamanın verdiği huzur ile öylece kalsak. En büyük kararsızlığımız hangi buzlu içeceği seçeceğimiz, en büyük can acımız, sığındığımız şemsiyeye rağmen her bir köşeden sızan güneşin vücutlarımızı yakması olsa, ondan da iki kıpırdanma ile kurtulabilsek. Laf anlatmaya çalıştığımız tek insan dönüp dolaşıp hep birşeyi eksik veya yanlış getiren garson olsa, o da ne yapsın zavallı, güneşin altında koşturmaktan beyni hallaç pamuğuna dönmüş diyerek empati kurup, sabırlı olsak. Beceremediğimiz en büyük şey, bir türlü ulaşılamayan sırt ortası yağlanma operasyonu olsa onu da havale edip sevgiliye, zorluğu keyfe dönüştürebilsek. Güneşten pelte haline gelmiş vücutları kaldırıp havaya, hareket ettirmek en büyük tembelliğimiz, ıslak mayoları değiştirmek en büyük üşengeçliğimiz, sudan çıkar çıkmaz yaktığımız sigaralarımız yaptığımız en aptalca şey olsa.
Bunaldığımızda, sıcaktan nefes alamadığımızda buz gibi sulara atıp kendimizi, yaşadığımızı hissedip, anında yeniden kendimize gelebilsek.

Keşke hayat plaj olsa; üzerlerimiz hafif, ruhlarımız hafif herşeye daha umursamaz, daha rahat, daha umutlu bakabilsek. En içe dokunan şarkıların sadece melodisini duyabilsek, hiç kötü birşey düşünemeyip, sadece güzel şeylerin hayalini kurabilsek. Koparıp dış dünya ile tüm bağlantıyı, sadece orada olmak keyif verse; gördüğümüz gereksiz bir görüntü, duyduğumuz aptalca bir dedikodu, okuduğumuz saçma bir yazı aklımızı sadece birkaç dakikalığına meşgül edebilse. Dalsak denizin dibine tüm çiğ nispetler, yersiz sidik yarışları, haddini bilmez hareketlerle, bırakıp hepsini orada, kocaman bir nefes ile kendimizi dışarı atabilsek.

Hayat plaj olsa; herkes rengarenk, herkes huzurlu olsa güzel olurdu elbet. Ve evet yok malesef öyle bir şansımız da yine de bir süre hayat plajmış gibi yaşamayı deneyemez miyiz acaba diye düşünüyorum. Kararsızlıklarımıza ice tea mi kola mı muamelesi yapıp, zorlandıklarımıza yanı başımızdakinin el atmasına izin versek, dışardaki huzursuz insanların saçmalıklarını gömesek de denizin derinliklerine, öylece havada asılı bıraksak.

Vermek de zorlandığımız kararlar, yapmak da yetersiz kaldığımız alanlar, hareket etmek istemeyen miskin anlarımız, bizi dinlemeyen, bir türlü terkedemeyen insanlarımız hep olacak hayatta; her ne yapıyor ve ne yaşıyorsak hepsi bizim kendi tercihlerimiz ise, bütün bunlarla da plajdaki ruhi haliyetimiz ile uğraşsak olmaz mı acaba?

Olur bence ya, çok da güzel olur!


Fotograf; Unknow person...She says: "There is nothing to talk" http://instagr.am/p/L_WD1qSBfR/ by DEN
Müzik (yazarken): Aptal by KEDI





11 Haziran 2012 Pazartesi

Mekik


Yerine getirmekle yükümlü olduğumuz o kadar çok zorunluluk var ki hayatta, canımız istese de istemese de yapmak zorundayız... Yoksa sırtımızı dayayacak bir dayanağımız, her sabah o sıcacık yataklardan ve rüyalar aleminden kalkıp işe gitmeli, varsa çocuklarımız kendimizin bile önüne koyup onların hayatlarını düşünmeli, şanslıysak ve hala başımızdaysa ana babalarımız artık onlar ile rolleri değiştirmeli, boşuna gelmedik bu dünyaya bulup hayat amacımızı ona hizmet emeliyiz. Dönen bir çark, onun içinde olmasını istediğimiz insanlar var hayatta; onu döndürmek de, içindekileri sabit kılmak da bizim işimiz; bencilliğe de yer yok burada tembelliği de. Yok hayatta bazı zorunluklardan kaçma gibi bir şansımız, yok öyle ben vazgeçtim deme gibi bir hakkımız.


Ama Allah'tan hayat sadece bu zorunluluklardan ibaret değil elbet; geri kalanı döktüğün her bir alın terinin karşılığında keyif alma, içinden nasıl geliyorsa doya doya yaşamaktır bana göre. Insan mutlu oldukça mutluluk verebilir ancak, bu yüzden özgürleştirip kendini alabildiğine daha büyük kabuklara sığmaya göz koymaktır yaşamak. Onun için bildiğim birşey var ki hayatta ne yapıyorsan istediğin için yapacak ve canın yapmak istemiyorsa birşeyi kendini zorlamayacaksın. Istemiyorsan aslında gitmek bir yere, sırf eksik kalacağım, birşeyler kaçıracağım, kocayı, arkadaşı, sevgiliyi mutlu edeceğim diye gitmeyeceksin. Kimin canı ne yapmak istiyorsa bırakcaksın yapacak, dinlemese de karşındaki seni, sen kendi istediğine odaklanacaksın. O içinde tanımlayamadığın duygu var ya o duygu ayaklarını geri teptiren; kulaklarını tıkayıp tüm diğer seslere, bir tek onu dinleyeceksin çünkü seni en iyi bir tek o tanıyor ve bir tek o doğruyu söylüyor; ona kulağını tıkamayacaksın.

Yaptığım işin en fazla kan gövdeyi götürdüğü ve herkesin bir delirdiği, Istanbul'un da tekrarlardan ibaret ve can sıkıcı bir hale geldiği bu dönemde baktım içimden yapmak gelmiyor birçok şeyi ama yine de bir zorluyorum kendimi, o zaman benim için yollara düşme zamanıdır artık diye taktım koluma Azra'yı, bir türlü göremediği diğer hayat ile tanıştırmaya getirdim..

Amacım biraz nefes almak, Genova'nın damarlarımdan zikrettiği huzur ve sakinlikle kendimi bulmaktı aslında. Çünkü iki senedir ne zaman gelsem buraya, bu ev, bu yaşantı beni hiç yüz üstü bırakmadı, sıkıntıma sıkıntı katıp hayal kırıklığına uğratmadı. Hiç uykusuz bir gece geçirmedim bu evde ve bu duvarlar, buradaki insanlar daha henüz hiç üzerime üzerime basmadı. Burada herşey daha bir yeşil, herşey daha bir mavi, herşey daha bir sakin ya; burası daha henüz hiç canımı sıkmadı. Onun için bana iyi gelir, Azra'nın da merakı giderilir dedim yola çıkarken ama bambaşka bir yolculuğa çıkmışım haberim bile olmadı.

Aslında insanları da yerleri de hatta hiç girmediği bu evi de biliyordu yıllardır anlattıklarım ve yazdıklarımdan ama ona gösterirken tek tek herşeyi ve tanıştırdıkça en efsane olanlar ile hem geçmişe gidip gidip geldim bu son iki günde hem de bir gelecek belirlendi kafamda. Seni en iyi tanıyanlardan birini, ezbere bildiği, sayfa sayfa okuduğu hikayelerin baş kahramanı ile tanıştırmak ve onları sanki birbirlerini yıllardır tanıyorlarmış gibi aynı masa etrafında doğal ve bir o kadar da samimi bulmak, yıllardır anlatsam da tam anlaşılamamış olanı bir şekilde somut hale getirdi. Beni en iyi tanıyanlardan biri bile buradaki ben ile şaşırdı, o benim dışımda kimsenin göremediğini iddia ettiğim şeyi ve neden sevdiğimi gördü; döküldükçe sözler dudaklarından ruhumu hafifletti. O kadar enteresan bir rahatlama ve keyifti ki aldığım, o hep bahsettiğim içimdeki tutkulu sevme güdüsünün ne kadar muhteşem, bana ve hayatıma ne kadar harika şeyler kattığını gösterdi. 
Son iki gündür Azra, bunca senedir beraber seyahat edip, dünyanın binbir köşesine gitmiş olmamıza rağmen buradaki ruhu haliyetime, hareket etme şeklime, hiç mızmızlanmadan yürümeme bakıp bakıp şaşırdıkça burada kendimi hissettiğim duygunun diğer heryerden farklı olduğunu ve bunun dışıma da yansıdığını ispatladı. Çok farklı besledi onunla burada geçirdiğim iki gün beni, bir kere daha nasıl bir hayata sahip olduğumu, geriye kalan zamandan neler istediğimi farkettirdi...

Varsın millet hırslı olduğumu, onun için bu kadar sert ve çok çalıştığımı düşünsün; gerçek şu ki bir sürü sorumluluğum ve yapmak zorunda olduğum şeyler, gerçek şu ki babamın baskın geni bir şeyi yapıyorsan adam gibi yapacaksın huyum var benim. Yapılacak en iyi şekilde yapılması gerekenler, sonrası hayattan doya doya zevk almaktır benim için. Istediğim şeyleri yaparak, sevdiklerimle kalabalık içerisinde yaşamaktan ibarettir hayat. Hiçbir yerde sabit kalmamak, küçük bir dünyanın parçası olmamak, içi janti, kendi ile barışık, buram buram yaşam enerjisi yayan insanlarla birlikte olmaktır. 

Hayat; iki ayrı dünya ve onların arasında dokunan mekik, avare avare dolaşmaktır benim için...




Fotograf; Azra is finally meeting with the other life http://instagr.am/p/LqOq8xyBdE/ by DEN
Müzik (Genova sokaklarında dolanırken) ; Unuttun Mu Beni by SEZEN AKSU





8 Haziran 2012 Cuma

3 Kadın, birisi DEV


Hergün gündem değiştirmek için itina ile çabalar sarfedilen ülkemde, dün (7 Haziran) devlet erkanına gün doğuyor, kimsenin birşey yapmasına gerek kalmıyor; zira küçücük bir kadın, Istanbul'lular için gündemi de programları da tek başına değiştiriyor.
Gün boyunca herkes onu konuşuyor, facebookta, twitterda onu yazıyor, instagramda onun resimlerini yayınlıyor, bindiğim tıklım tıkış metroda herkes aynı durakta inip, ittire kaktıra onu görmeye gidiyor.

Istanbul'dan Madonna geçiyor, imzasını kazıyıp milletin beynine, gidiyor...

Adımımı stadyuma attığım anda karşılaştığım görüntü "bu bile heyecanlanmam için yeter bana; daha 9-10 yaşlarımdayken bile star olan, 80'li yılların gençlik dergilerinden çıkan posterleri ile küçük odaların duvarlarını süsleyen kadın, bugün neredeyse 30 yıl sonra hala binlerce insanı biraraya getirebiliyor ya eyvallah ona" diye düşündürtüyor. Ama ne zaman ki ışıklar sönüyor, sahnede görünüyor, ellerdeki telefon flaşları ile 50 bin kişinin herbiri bir ışığa dönüşüyor işte o inanılmaz sahne karşısında "vay vay vayyy, bu ne yahu?" dedirtiyor.
53 yaşında küçücük DEV bir kadın, 2 saat boyunca tempoyu hiç düşürmeden, sevenin sevmeyenin, laf olsun diye gelenin kısacası herkesin ağzını açık bıraktırıyor; şarkı söylüyor, dans ediyor, konser vermiyor adeta görsel bir şölen gerçekleştiriyor. Enerjisi, felsefesi buram buram akıyor içinden, hiç kimse bir yerlere boşuna gelmiyoru hissettiriyor. Nasıl bir güç varsa içerisinde ve ne ile besliyorsa onu, kendisine tam anlamı ile hayran bırakıyor.

Seda sağolsun 24.cü sıradaki yerimiz şahane, keyfimiz yerinde, ben kadının yaydığı ışığa hayran, ben de o güçten istiyorum, nasıl birşeydir bu ya diye düşünürken çevremdekilerin yüzlerindeki ifadeleri merakımdan, etrafa bakınıyorum. Herkes ayakta, herkes hem coşkulu hem de benzer şaşkın, ben de gördüğüm manzaradan memnunken, tam ön sıramda çaprazımda duran, yaşları 40'ların ortasına gelmiş bir çifte takılıp kalıyor gözlerim.

Adam dansediyor, kadının belli ki tarzı değil, zira biraz haminne, adama ayak uydurmak için sallanıyor. Kadın neşeli gözüküyor başlarda, durup durup adamın kulağına birşeyler fısıldıyor; adam elinde cep telefonu kare kare sahnedeki dev kadını çekiyor, söylenenlerle pek alakadar olmuyor. Kadın yılmıyor yüzünde gülümsemesi aynen devam, iki fingirdiyor, çekiyor adamı kendine doğru öpmek istiyor, adamın yalandan "he he he" gülümsemesi adeta kulaklarımda çınlıyor ve kendini ani bir hareketle geri çekiyor. Adam dans ediyor, kadın biraz tedirgin sallanmayı kesiyor. Yüzü eskisi kadar gülmüyor artık ama tadı da kaçmasın istiyor, bu sefer iki yabancı gibi hissetmemek için adamın kolunu tutuyor, belli belirsiz okşuyor, yok yine olmuyor, adam bu sefer de hoop kollar havaya figürüne çekip, kolu kurtarıyor. Kadının sabrı taşıyor, yüzü asılıyor, ters bir laf ediyor ve oturup koltuğuna muhtemelen benim burada ne işim var diye ilişkisini daha doğrusu olmayanı sorguluyor. Bakıyorum adam ne zaman oturacak diye ama oturmuyor, ortamı yumuşatmaya çalışıp dönüp tek bir kelime bile etmiyor, sadece dansediyor. Işte o zaman kadından ayırıp gözlerimi adamın yüzüne bakıyorum ve ne kadar eğleniyormuş gibi görünse de aslında ne kadar huzursuz ve hatta mutsuz olduğunu görüyorum.

Sahnede 50 bin kişiyi kendine hayran bırakan, içindeki güç ile neler yapılabileceğini ve ölümsüzlüğünü ispatlayan bir kadın ile önümde orada bile olmayan, bambaşka diyarlardaki bir adam için çaresizce çabalayan başka bir kadın arasında 3 saatimi geçirip; ben nasıl bir kadınım ya, sana ne elalemin ilişkisinden desem de içimden, çekiyorsa dikkatimi vardır bir hikmet diye üzerine uzun uzun düşünmeden edemiyorum.

Ne yaparsak kendimiz yapıyor, kendi tercihlerimizi yaşıyoruz aslında. Kimse bizi kandırmıyor, kimse gözlerimizi siyah ipek fularlarla bağlamıyor. Biz sadece duymak istediklerimizi duyuyor, hoşumuza gitmeyenlere gözümüzü kapatıyor, kendimizi kandırıyoruz. Sahnedeki kadın sırtına kocaman "Korkma" yazıyor biz içimizde ki gücü hiçe sayıyoruz. Haminne kadın da görüyor elbet benim gördüğüm huzursuzluğu, çığlık çığlığa suskunluğu, bu yaşına kadar kim bilir neler yaşadı, görmemesi mümkün mü ama yine de çabalıyor işte. Ama yoksa adam orada çabalamak boşuna belki onu bilmiyor...

Yine ve yeniden; aşk çaba gerektirmez, içinden gelirse akar öylece, zorla olmaz!


Fotograf ; GF158 # Madonna http://instagr.am/p/Llrc31QeK6/ by ZEYNEP MATRAS
Muzik (yazarken) ; Like a Virgin by MADONNA











6 Haziran 2012 Çarşamba

Mira'cle


Her tanışmanın hikayesi başka ama her tanışma kalıcı bir hikaye değildir...

Ilk gözünü açtığın andan itibaren mutlaka bir sürü insan girer, belki dokunur, iz bırakır hayatına ama tabii ki kalanlardır aslolan da acaba kalmalarında o ilk tanışma anının önemi var mıdır diye oturup düşünüyorum bazen...
Bu yaşımda tanıştıklarım değil düşündüklerim, zira ilk intiba son intibadır artık benim için; öğrendim seneler içerisinde dimdik gözlerin içine bakmayı, sözleri takip edip adam tanımayı, bilirim artık bugün kimin kalıcı kimin çıtır çerez olacağını da o çocuk yaşlarımda seçip, yıllarca beraber yol aldıklarımdır asıl merak ettiğim. Hatırlamaya çalışıyorum herbiri ile ilk nerede, nasıl tanıştığımı ama zaman ve mekanlar belli diğer herşey flu kalıyor. Neden diğerleri değil de onlar girdi bu hayata, ne zaman kaldırıp tüm kalkanları teslim olduk birbirimize, ne oldu da başkası yapsa kıyametler koparacaklarımızda müsamalar göstermeye, birbirimizi olduğu gibi kabullenmeye karar verdik diye hatırlamaya çalışıyorum, olmuyor. Acaba diyorum bilebilseydik o ilk anda birlikte büyüyüp, her zorlukta el verip, her heyecanda kalplerimizi birleştiriceğimizi, zaman kazanıp hayatta, gereksiz testlerden feragat ettirir miydik birbirimizi ama galiba gerekliydi onlar da; çünkü muhtemelen o atıştırma turlarında, zorlayıcı yada can sıkıcı detaylarda öğrendik birine güvenmeyi, birini affetmeyi, sevmeyi, biri tarafından sevilmeyi, sınırları çizip çizip genişletmeyi, paylaşıp herşeyi, kendinden farklı bile olsa karşındakini olduğu gibi kabullenmeyi. Demem o ki mutlaka var bir hikmet başkaların değil de onların kalıcı olmasında ve onlarla o ilk tanışma anında ama herhalde bugünkü biz olalım, kendimizi bulalım diye bilemiyoruz çocuk yaşlarda.
Ama neyse ki yıllar önce onlarla yaşayamadığımız bu farkındalığı, onların dünyaya getirdikleri çocuklarla telafi edebiliyor, biri ile birlikte büyümenin keyfini sürebiliyor, duyduğuma göre tüm günahlarından arınan lohusa kadının dualarından nasiplenebiliyoruz:)

Bugün yıllar önce oturup da acaba nasıl bir hayatımız, nasıl bir kocamız, kaç çocuğumuz olacak konuşmalarımızda merak ettiklerimize şahit olup, uzak geleceği yaşadığımız, kendisini gördüğümüz ilk andan itibaren seveceğimizi ve bu hayatın bir parçası olacağını bildiğimiz biri ile tanıştığımız birgün.
Bugün yine ve yeniden hayattaki tek gerçek mucizenin gerçekleştiği, bir kadının içinde büyütüp, bir insanı dünyaya sunduğu, MIRA'nın geldiği gün.

Küçücük, pembe beyaz bir bebek Mira...
Nasıl bir hayatı olacağını, kimlerle karşılaşıp hayat yolunda, bu dünyaya neler katacağı bilemiyoruz elbet, kendisi belirleyecek onu ama en azından gerçek bir aşk çocuğu olarak geldiği dünyada, hayata karşı 1- 0 galip başladığını biliyorum ben.
Sonra üç çocuklu bir ailenin en küçüğü, tekne kazıntısı olarak çok pohpohlanacağını, en küçük olmanın dayanılmaz hafifliği ile herşeye daha kolay ulaşacağını ve bu yüzden de şanslı, kalabalık bir ailenin parçası olmanın doğal sonucu olarak paylaşmayı bilen, hayatta ne olursa olsun arkasında onu koruyup kollayacak olanların olduğunu bilerek büyüyeceğinden kendine güvenli bir çocuk olacağını da biliyorum.
Doğumuna 12 saat kalana kadar annesinin karnında oradan oraya gezerek bu dünyaya geldiğinden tam bir sosyal kelebek, burcu ikizler yükseni aslan olarak tam bir kokoş, ruhu prenses muhetemelen de biraz maymun iştahlı olacak.
Mayası iyi çocuğun, içi güzel bir insan olacağından eminim ama bence hamileliğinde çalmadığı annesinin güzelliğinden mutlaka birşeyler alıp, dışı da öyle tam bir esmer güzeli olacak. Ama en önemlisi aşka inanan ve saygı duyan bir babanın kızı olarak sevmeyi, sevilmeyi, kıymet vermeyi bilecek Mira.

Bugün bir mucize daha gerçekleşti, taptaze bir ruh daha katıldı hayata.Varlığından haberdar olduğumuz andan itibaren bir parçamız olacağını, gördüğümüz andan itibaren seveceğimizi bildiğimiz biri girdi hayatımıza.

Hoşgeldin Mira; için temiz, bahtın açık, şansın bol, kalbin sevgi ve merhamet dolu olsun...İsimler tılsımlıdır, sen de ismin gibi girdiğin yere ışık saç, izini bırak...
Güzel bir aileye geldin bebeğim korkma sakın hicbirşeyden, yolculuğunun keyfini çıkar!



Fotograf; Holding Hands http://instagr.am/p/LjCFERyBaJ/ by DEN
Muzik (yazarken) ; You Are My Miracle by VITTORIO GRIGOLO feat. NICOLE SCHERZINGER ( Azra'cim tesekkurler şarkı seçimi için, canımsın....)



4 Haziran 2012 Pazartesi

Dilimize Vurdu...


Malum gündemimiz aşk; hoş benim yaşadığım hayatta bu konu neredeyse hiçbir zaman gündemden düşmez ama sanki yeni birşeymiş gibi yine günlerdir evire çevire önce aşkı sonra ilişkileri konuşuyoruz. Kahvaltıya gidiyoruz konuşuyoruz, gece çıkıyoruz konuşuyoruz, ellerimizde telefonlar alışveriş yaparken, yemek pişirirken, ortalığa talimatlar yağdırıken istifimizi bozmadan konuşuyoruz. Uçağa biniyoruz, güne bambaşka dünyalarda başlıyoruz ama 2000 km mesafeden bile bunu konuşuyor, doluya koyuyoruz aldıramıyor, boşa koyuyoruz dolduramıyoruz.
Yaşam denen son kullanma tarihi belli, her günü başka bir muammanın acımasız ve soğuk yüzü ile tanışmamış, ölümle yoklukla hastalıkla test edilmemiş Tanrı'nın şanslı ruhları olduğumuzdan herhalde, her tür zorlukla başedebiliyor ve bunun üzerine iki cümle bile kurmuyoruz ama aşka gelince sıra ruh sıkışıyor, beyin uyuşuyor ya vuruyor çenemize, kelimeler yetiştiremiyor, konuştukça konuşuyoruz. Her kafa başka bir dünya, takılmış farklı bir detaya hatırladıkça anlatıyor, çekiştirdikçe uzatıyor, döndüre sündüre konuşuyor ve evlisi, bekarı, kadını erkeği hepimiz sonunda hep aynı şeyi istiyoruz.

Üstelik ben salt konuşmakla da kalmayıp bir de üzerine yazıyorum; hem de ne yazma dile kolay iki yılda 400 sayfa, neredeyse sadece bundan bahsediyorum.

15 yıldır şirket yönetiyor, istisnasız hergün başka bir problemi çözüyorum. Evet dünyayı kurtarmıyorum ama nerden baksan birkaç bin insanın yaşamına dokunuyor, kendi küçüğümde bir fark yaratıyorum. Sonuç olarak sorumluklar almış başını gitmiş, günümüz dünyasında gerçek dert veya başarı olarak da sadece bunların hatırı sayılırken, hiçbir kriz anını veya mutlu haberi ofis dışındakiler ile konuşmak aklıma bile gelmezken sözkonusu sevda olunca iyisi kötüsü ne varsa coşuyor, coştukça da sayfalarca yazıyorum.

İşte bugünler de bir yandan konuşuyor, bir yandan da elimde kitap haline getirilmiş hediye Blablabla, kendi kalemimden beni anlatan kitabı okuyor, bana o satırları yazdıran hisseleri hatırlayıp, sonunda geldiğim bugünkü bana bakıyorum.
Yaşıyorsam kendi tercihim, mutlaka öğrenmem gereken birşey var gibi çok ulvi bir yaşam felsefem var ya her can acısında nasıl kendim ile uğraşıp, arıza diye adlandırdığımı nasıl değiştirmeye çalıştığımı ama ne olursa olsun seviyorum dediğimden vazgeçmediğimi, nasıl satır satır aşkın dini, meshebi olmaz, aşk varsa hiçbir engel yeterince büyük değildir diye yazdığımı görüyorum. Ciddi ciddi, doğuştan şanslı, bu yaşına kadar gerçek büyük kayıplar ve yokluklar yaşamamış biri olarak almam gereken bütün dersleri, kişisel gelişimim için gerekli tüm duvarları duygusal yaşantımda bulduğumu, bana da böylesinin uygun görüldüğünü, hatta biraz daha abartıp içimde taşıdığım ruhun iyi bir evrelerde olduğunu düşünüyorum.

Okudukça nasıl her seferinde sanki ilk defa başıma geliyormuş gibi tutku ile, aşk ile bağlandığımı, en canımın yandığı zamanlarda hırçınca acımasızca yazsam bile sevmeyi, vermeyi bırakmadığımı farkedip, durup iki dakika acaba o muydu gerçekten sevdiğim yoksa ben de yarattığı bütün o tutkulu duygular mıydı diye soruyorum kendime.
Okudukça nerede ne kadar yol katettiğimi, kendimde neleri değiştirdiğimi, nasıl kurtuldukça yüklerden özgürleştiğimi görüyorum. Sözün kısası, yazmasaydım hatırlar mıydım bilemem ama her geçen bir iz bırakmış, aşka bakış açım hariç birçok şeyi değiştirmiş ona karar veriyorum.

Okudukça hayalkırıklıklarım, yarım kalmışlıklarım, can acılarım da geliyor aklıma ama bugün olsa yine yaparım ve biliyorum yine yapacağım. Çünkü aşk yaşadığının en büyük belirtisi kalp çarpıntısı, birken iki olmak, çoğalmak; kendinden başka birini daha kendin kadar düşünmektir. Aşk her türlüsünü paylaşmak, ne olursa olsun yakınında tutmak, şevkat göstermek, sabırlı olmak, vermek, tutkudur benim için. Tutku ise Yasemin'in dediği gibi candır, nefesdir....

Velhasıl biz günlerdir önce aşkı sonra ilişkileri konuşuyoruz ve ben hala onun üzerine yazıyorum ama
noktayı Yavuz koyup; "sen de bu mereti böyle yaşıyorsun, yapacak birşey yok " diyor , doğru da söylüyor. Çünkü ben gerçekten böyleyim ve bu mereti de böyle yaşadığımdan, attığım "belki de benim aşka bakış açım utopiktir" oltama, buz gibi bir o kadar da çabuk gelen "tabiiiii canııımmmmmm" cevabı kanımı donduruyor, o saniyelik sessizlikte aşk tabirime bir şeyin daha eklendiğini ve bende çok büyük birşeyin değiştiğini hissediyorum; aşk çaba gerektirmez, içinden gelirse akar öylece, zorla olmaz...



Fotograf; Two Free Birds @ Santa Margherita http://instagr.am/p/LQ01oySBdQ/ by DEN
Müzik ( yazarken ); Ahtapotlar by ZAKKUM