28 Şubat 2010 Pazar

Ara Şu Kadını...



Burada hava heryerden farklıdır, kar kıyamet olsa dünyada burada şahanedir, başka yerlerde güzel ise o zaman burada çok daha güzeldir dedim dedim nazar değdirdim...Gri gıpgri bir sabaha uyandım bugün Rapallo'da..Dün, önceki gün ile alakası bile yok. Soğuk değil, içini titretmiyor ama gri işte, tepelerin arkasındaki yüksek dağları, diğer burunları göstertmiyor sana. Bu havanın tek güzel yanı ise, balkon kapısı sonuna kadar açık odanın içine giren dalga ve çığlık çığlığa bağıran martı sesleri. Havanın güzel olan tek yanı, aklın dışarda kalmadan, içerlere kapandım diye için için yemeden evde, buradaki ev otel odasında huzurla kalıp tembellik yapabilmen....

Yine acayip bir rüyadan uyanılmış, gri birgün bugün...O kadar karışık ve o kadar kalabalık bir rüya ki hatırlıyorsam da her detayını, uzun uzun yazmaya üşendiğimden sadece enteresan noktalarını not etmeye karar verdim.... Yine bir gazeteci, ama bu sefer bir kadın, sarışın, çok güzel, çok havalı...Yine Italyan kültürü objesi , lise yıllarında gezinti, yine bu dünyanın insanları , mr. italy bu sefer, yine onun evinin arayışı, yol gösterenim, yolu bilen ise tiger....

Rüyalarda ardı ardına aynı mekanlar ve aynı temalar ve aynı objeleri görüyor olmanın da bir anlamı olmalı. Yok mudur bunları yorumlayacak profesyonel biri acep? Var tabii ki biliyorum da kim olduğunu ama araştırmak, kontağa geçmek, gitmek için zaman ayırmak lazım...Neyse ben biraz daha toparlayayım bilgileri, kocaman bir dosya olduğunda ararım kendisini...

Şimdi odadayım, akşama yine program aynı...Yine Genova'ya gideceğiz; bu sefer önce sinema, bu sefer gerçekten Invictus, sonrasında yemek yenilecek. Yine kadro aynı.. Güzel yani...

27 Şubat 2010 Cumartesi

Boğarım Seni Tek Hamle ile...


Çok şükür ruhum değil de bedenim yorgun artık...Sabahların köründe uyan, uçağa bin, in, yüzlerce km araba kullan, oradan oraya koştur ve bunu bütün hafta ardı ardına yap derken beden yoruluyor haliyle. İçin dalganıyor yorgunluktan, nefes almakta zorluk çekiyorsun, bacakların seni taşıyamaz oluyor. En şaşırtıcı olan tarafı ise artık bir adım bile atamayacağını ancak hiçbirşey yapmak zorunda olmadığın tatil gününde anlıyorsun; ertesi sabaha uyanmak zorunda olmadığını bildiğin anda beden bir rahatlıyor, kendini bırakıveriyor ve o andan sonra zorlasan da  kaldıramıyorsun onu yataktan.

Işte bugün o günlerden biriydi; dün de dediğim gibi akşama kadar uyudum...Sabahın köründe tiger'ı yolcu ettim, uyudum, uyandım, birşeyler atıştırdım, tekrar uyudum ve yine enteresan rüyalara daldım...

Yanımda e.e ile birlikte 4.Levent'deki eski evin kapısındayız. Anahtar ile kapıyı açtığımda evde bir gariplik hissediyorum, sanki bizden önce birileri girmiş gibi. Uzun koridorda yürürken biran herşey yeniden normal görünüp de rahatlasamda yine de odaları kontrol etmek için evin içinde dolaşmaya başlıyorum.
Bunu arasıra normal yaşantımda da yaparım. Heryerde alarmlar olmasına rağmen, bazen küçücük bir his bütün evi kontrol ettirir bana; dünyanın en saçma şeyidir aslında, gerçekten biri varsa içerde bakıp da ne yapacaksam tek başıma, ama yaparım işte merakım giderilsin diye.
Neyse yatak odalarına açılan geniş kare koridora geldiğimde birden annemlerin odasından bir el boğazıma yapışıyor ve hiç tanımadığım bir adam ile göz göze geliyorum. Haklıymışım diyorum, inanılmaz korkuyorum ve çığlık atıyorum. Rüyadayım, şimdi çığlığım çıkmayacak, e.e beni duymayacak diye düşünüp daha da korkuyorum ama bu sefer yanılıyorum, sesim inanılmaz güçlü çıkıyor. Adam beni kavradığı gibi tek hamle ile d.p.s'in odasına sürüklüyor ve üzerime abanıyor. E.e gitmiştir diye korkuyorum ama odaya da gelmesini istemiyorum, adamın evde başka birinin daha olduğunu bilmesini istemiyorum, bir şekilde yardım çağıracaktır diye düşünüyorum. Adama karşı koymamaya karar veriyorum, istiyorum ki ben de istiyorum zannetsin, istiyorum ki rahatlasın, kendini kaybetsin ve o kendini bıraktığı anda yapıştırıp bir tekmeyi kaçayım diye hesaplar yapıyorum.
Ne kadar zaman geçiyor bilmiyorum, birden odaya d.p.s giriyor, olduğundan daha uzun ve ince, üzerinde beyaz V yaka keten bir elbise. Onun odaya girdiğini görünce adam birden kendini bırakıyor ve ben o anda tek bir hamle adamın altından kendimi kurtarıp, üzerine abanıyorum ve tek elimle boğazına yapışıyorum. Orta boylu , hafif toplu bir adam, boğazı kalın ve benim elim küçük olmasına rağmen öyle bir kavrıyorum ki boğazını, oracıkda tek bir hamle ile onu öldürebilirim; ellerimde öyle bir güç hissediyorum ki tek saniyede işini bitirebilirim. O kadar kızgınım ki yüzünde ki korku ifadesi bile etkilemiyor beni, sonra d.p.s "yapma, gerek yok" diyor. " Polise haber verdin mi? " diye soruyorum d.p.s'e " hayır, adam bir gazateci, bırak onu " diyor. Biran tereddüt edip, istemesem de aslında bir saniye sonra bırakıyorum. Adam toparlanıyor, yakasını paçasını, ceketini düzelterek ayağa kalkıyor, yüzünde kibirli ifade ile. D.p.s adama öbür odaya geçmesi için komut veriyor, onu dinliyor. Onlar önde ben arkada benim yatak odama geçiyoruz ve birden d.p.s çok sert, çok katı ve çok net bir şekilde adam ile konuşmaya başlıyor. Adamın suratında ki ığrenç kibirli ifade hiç eksikmiyor. Yaptığının çok yanlış olduğu söylendiğinde " o da istedi " diyor korkunç bir soğuklukla, d.p.s " sen şaşırdın galiba, olmayacak bir hikaye bu, sen türk kültürü ile büyümüşsün, den italyan kültürü ile büyütüldü, nasıl bir bağlantı kurarsın kendin ile " diyor ve adam serbest bırakılıyor. Kapıya kadar adamı geçiriyoruz, ben hala korkuyorum yeniden peşime düşecek diye ama bugün sokakta ğorsem tanıyacak kadar iyi hatırladığım adamı, kapıdan çıkarken ki yüz ifadesinden bir daha hiç görmeyeceğimi anlıyorum
D.p.s'e nasıl haberin oldu diye soruyorum, "biz hamilelerin bir ağı var, ben önce onu kullanmayı bilmiyordum, hep isim sırasına göre bakıyordum ama anlık mesaj bölümü de varmış, e.e'den mesaj geldi" diyor. E.e'nin de hamile olduğunu hatırlıyorum, oradan hiç ayrılmadığını anlıyorum, d.p.s'deki o kararlı ve güçlü hale şaşırıyorum ve salona giriyorum.
Herkes haberdar olduğundan olaydan, birden evi doluvermiş buluyorum. Salonun ortasına açık büfe kurulmuş, bir kazanda şerbet gibi birşey kaynıyor..Ne zaman geldiler bunlar diye düşünürken birden yerde oturan uga'yı farkediyorum, yanına gidip, sen ne yapıyorsun burada diye soruduğumda " bir saattir buaradyım, kimse birşey söylemiyor, biliyorum ki kötü birşeyler oldu, ne oldu, çok korktum" diyor. Önce dudakları titriyor, sonra gözlerinden yaşlar akmaya başlıyor, omuzdan tutup onu tek tek anlatmaya başlıyorum ve uyanıyorum. Uyandığımda ise e.e'nin sms ile karşılaşıyorum "where r you? "....

Rüyadan uyandığımda saat 18:30, amour ve gallo ile randevum ise 19:15 de idi. Biraz yorgunluktan, biraz bütün gün uyumaktan, biraz da bu rüyadan dolayı sersem, sakin ve sessiz kaldım sonrası 2 saat.
Kalktık yemek ve sinema için sinema için Genova'ya gittik; onlar konuştular, güldüler ama ben hemen kendime gelemedim. Aklımın bir köşesinde "neydi şimdi bütün bunlar" diye bir kemirgen vardı ama sonrasında geçti gitti. Şahane bir yemek ve üzerine benim sevdiğim tarz, şahane bir italyan filmi ile şahane bir akşam geçirdim.

Oldum bittim Italyan sinemasını severim, bu akşam aslında Invictus'u seyredeceğiz diye hareket etmişken, geç kaldığımızdan Genitori e Figli ; Agitare Bene Prima Dell'uso diye bir filme gittik ki gerçekten çok eğlenceli ve keyifli idi. Dvd koleksiyonuma eklenecek parçalardan biri idi.

Geç bir vakit otele döndüğümde ise şaka gibi aklımda sadece yeniden uyumak vardı...Zavallı beden, son zamanlarda çok zorlanıldığından artık isyanlarda....

26 Şubat 2010 Cuma

FIDENZA - RAPALLO


Camellini; kendilerine yakışır şekilde hızlı hızlı, ama daldan dala atlayarak, bir konudan öbüre geçerek, etrafta ki hamile kadınları görüp şaşırarak ( katuscia - loredana ), fazla hareket ve fazla insandan başım dönerek, kafamın bir köşesinde biran evvel yola çıksamlarla koştur koştur bitirip herşeyi, yine son gaz yollara düşüp bir ihtimalle vardım Rapallo'ya yanımda tiger ile... Hava tahmin ettiğim gibi burada daha da şahane idi, iki haftada nasıl renkler değişmiş, yavaş yavaş yaklaşan bahara nasıl kol kucak atmıştı.

Umduğumu bulamadım ama yorgunluk önce başımıza, sonra dilimize vurdu, kendimiz söyleyip kendimiz güldük. Bir noktadan sonra herşey dalga geçilecek bir mevzu oldu; 21 yaşına geri dönüp, şapkalar ile kamufle edildi yüzler, tiger bulsa kendisini saçını başını yolmak istedi, deniz'e "my firt sailor" ı alındı bayıla bayıla, amour ile nettunoda yemek yenildi, neyse ki deri koltuk mevzuunun ortadan kalktığı öğrenildi...
Eğlendik yani; çok çalıştık yine, çok gaza bastık, çok deli danaydık gene ama eğlendik işte...Önemli olan da bu işte, ne kadar çok seversen sev işini , özünde çok da sevilecek birşey değil çalışmak, eğlenmek lazım, gülmek lazım, dalga geçebilmek lazım...

Geceye uykuya dalmadan önce güzel birgündü bugün diyebilmek lazım. Ben de çoooook uzun bir uykuya dalmadan önce böyle diyorum daha ne? Yarın annemin bende bulduğu en komik şeyi yapacağım ve uyuyacağım bütün gün, akşama kadar bu yataktan çıkmayacağım....

25 Şubat 2010 Perşembe

MARANELLO - CHIUPPANO



Maranello diye arayınca google'da karşına neredeyse sadece Ferrari fotografları çıkıyor; çok da şaşırılacak birşey değil aslında, zira Maranello da sadece kocaman, koskocaman bir firma ile ayakta kalan, nerdeyse her aileden en az bir ferdinin o firmada çalıştığı küçük Italyan şehirlerinden biri.
Maranello diğerlerinden ayıran tek fark ise gerçekten Ferrari'den başka birşey olmaması, otobandan çıkıp da şehre adımını attığın anda seni karşılayan şaşalı, devasa bronz şaha kalkmış at heykeli ile birlikte şehrin gerçek sahibinin kim olduğunu hemen anlayabilmen. Sanki önce fabrika kurulmuş, arkasından insanlar buraya taşınmış gibi bir hava var. Her adım başı bir dükkanın, bir otelin, bir restaurantın kapısında, tabelasında Ferrari logosunu görmek sanki Ferrari Wonderland'de geziniyormuş hissi yaratıyor.

Dün yorgun ama gerçekten çok yorgun ve uykusuz bir şekilde vardığımda şehre uga ve mr.italy birden enerjimi yükseltmeyi başardılar, kakara kikiri yaparak ama yapılması gerekenlerde yapıldıktıktan, uga'nın yeni hayat macerasının detaylarını da ögrendikten sonra, akşam yemeğini atlayarak direk erkenden uyumak en akıllıcası oldu.

Uga bir ileri adım daha atıyor ve bu beni çok mutlu ediyor; tanıdığım andan beri emin adımlarla hep ileri gidiyor olması ve genç sayılacak bir yaşında sektöründe ulaşabileceği en yüksek ikinci mertebeye ulaştığını görmek ve hep birarada olacağımızı bilmek hoşuma gidiyor.
Herkesin kaldırabileceği bir adam hiç olmadı; ilişkileri zorladı yıllar boyunca, hep çok fazla verdi karşındaki istemeden ama karşındakinin de tüm detaylarını istedi, alamayınca sık boğaz etti, can sıktı ama hiçbir zaman kötü niyetli olmadı. Buraya yazamayacak kadar enteresan ve zorlayıcı özellikleri olan, olduğu gibi kabul etmezsen, ona onun anlayacağı dilde sınırları çizmezsen kaldırılması zor bir adam oldu ama profesyonel yaşantısında da bir o kadar dürüst, o kadar yaptığı işi sahiplenen ve hata yaptığında "benim hatamdır" diyebilecek kadar cesur oldu. Aldığı işi hep hakkı ile yaptı ve yürüyüp gitti. Çok değil birkaç yıl içinde ise gerçekten olabileceği en yüksek seviyeye gelecek. Ve birinin istediği, bildiği yolda yürüyüp sonunda bir yerlere ulaştığını görmek, bir arkadaş olarak onunla gurur duymak hoşuma gidiyor.


Bugün ise yine sürünerek kalkmış olsam da uga ve 1,5 senedir görmediğim vierka ile çalışınca kendime gelmem uzun sürmedi. Hamile kaldığından beri bir süre çalışmaya ara verdiğinden ve her görüşelim mesajlaşması sonrası bir türlü Milano'da bulaşamadığım vierka'yı bugün karşımda görünce ne çok sevindim. Tanıdığım en güzel, en neşeli, en çatlak, en şeker kadınlardan biridir vierka. Çok akıllıdır, çok eğitimlidir, çok profesyonel ve çalıştıklarım arasında en güzelidir. Platin saçların güzel olduğunu bana düşündüren tek kadındır... Güle oynaya, görüşülmeyen ayların acısı çıkarılarak keyifli bir sabahtan sonra, yapacak çok iş yokmuş gibi bunca yıldır bir kere bile girmediğim araba fabrikasına girip ağzım açık Ferrari'lerin nasıl yapıldığını seyrederek geçti.
Anlatmışlar, bütün detaylarını vermişlerdi bunca yıl boyunca. Alışıktım her bir dakikada yeni boyadan çıkmış, yeni montajdan çıkmış, denemeye çıkarılmış Ferrari'leri görmeye de o kapıdan hiç içeri girmemiştim. Herşey kırmızı, bir hastahane kadar steril, kendi kendine hareket eden robotlar dünyası. Yüzlerce kişi, binlerce son teknoloji alet ve günde sadece 10 adet tek model araba üreten bir araba bandıydı, etkileyici ve şahaneydi yani.


Öğleden sonrası tiger ile buluşup, çok geç kaldığımızdan ve mauro olmadığından dolayısıyla kiralık araba ile ceza yemekten korkmadan, allah ne verdiyse asılıp asılabileceğimiz kadar gaza Chiuppano'ya doğru yola çıkış, bir saatte gösterebildiğimiz kadar şeyi gösterip, arkasından yine deli gibi bir hızla Reggio Emilia'ya otele ulaştık.

Herzaman ki gibi bir güne olabildiğince çok şey sıkıştırılıp, herkesi yine kendimize yuhhh dedirttik ama güzel oldu. Yarın camellini, arkasından "eve" buradaki evime dönüyorum. Hava şahaneydi bu iki gündür, Rapallo'da kesin daha da şahanedir.

24 Şubat 2010 Çarşamba

GItmeden Hemen Once ≠ 6



Niye ise bir kalabalık bu sabah havaalanı, aslında öyle aman aman bir kalabalık da yok ama yavaş ilerliyor herşey...Belki de ben yavaşım bugün aslında ondan de pek emin olamadım...
Uyumak istiyorum, aklımda ki tek şey uyumak, şuanda yapmak istediğim tek şey uyumak. Yorgunum, inkar etsem de üst baldırlarım hiç sektirmez; yorgunsa bu vücut sallamasan da, görmezden de gelsen, hatta belki hissetmesen de ağrıyorsa üst baldır yorgundur bedenim..


Dün bütün gün rossi ve barbero ile dön dolaş sonrası, sebep malum, çok geç bir akşam yemeği sonrası, geç eve dönüş ve hiç uyumamak bugüne darbe vurdu.


Şimdi tek isteğim rahat ve rötarsız bir yolculuk, öğlen toplantısından önce otele ulaşıp birazcık uyumak, zira uga ile buluşacağım, zira mr. italy de olacak, bır bır bır konuşacaklar, katılmazsam aralarına, surat asarsam burnumdan getirecekler...


Mutluyum gittiğim için, yorgunum ama mutlu....

23 Şubat 2010 Salı

Gölge


O kadar belliydi ki kafamda ne istediğim; en küçük ayrıntısına kadar netti özellikler. İstediklerim öyle at ile deve değildi, tecrübe ise hiç değildi ama istediğim herşeyin tek bir kişide olması gerekliydi. Öyle birşey istiyordum ki, bir kere olsun, tam olsun, sıfırdan bir gölge olsun diyordum. Görünce tanıyacağım, o olduğunu bileceğim diyordum.
Kaç yüz tane Cv elendi, kaç tanesi ile görüşüldü sayısını artık ben bile bilmiyorum, ama beynim hamur oldu onu biliyorum.
Sonra cuma günü öğlen vakti kalkıp geldi...Hem de ben sabrımı, kelimelerimi tüketmişken, hem de o tüm ümidi kaybetmişken; geldi, oturdu karşıma, ışıl ışıl parlayan gözleri ve hanım hanımcık şık hali ile anlattı kendini heyecanını gizleyemez bir halde. Vardı görüşülecek çok kişi daha ama kocaman harflerle Cv'sinin üzerine yazılan "BUDUR!" ibaresi ile bulmuştuk aradığımı, ben de biliyordum, pamuk da biliyordu, ofisin geri kalanı da.
Nasıl şeker, nasıl hanım hanımcık, nasıl eğitimli, nasıl istekli.... Bu mudur budur yani. Al yanına götür heryere, gölgen olsun...Cumadan beri bildiğim halde, ancak bugün arayıp da haber verince kendim şahsen sesindeki sevinçle bir kere daha emin oldum kararımdan  ve adı da l'ombra oldu.

Gelen diğerleri mi ? Bulutlar üzerinde dolaşan da vardı, kendi değerini bilemeyen de; hepsi gençti, hepsi heyecanlıydı ama hiçbirinin hayali yoktu geleceğe dair. Ne istediğini bilmeden bir yerlere nasıl ulaşırsın ben bilmem, bilemem; hayal etmeden, amaç belirlemeden, hedef koymadan geçirdiğim tek bir dönemim bile olmadı benim. Nereye varacaklar, nasıl varacaklar bilemedim. İçimi burkanlar da vardı, canını acıtmadan omuzlarından silkip şöyle, kendine getirmek istediklerim de. Her yerden, her kesimden birileri çıktı karşıma, 23 ila 30 yaş arası bir gençlik geçti son üc günde ofisimden de aralarında birşeyler olacaklar çok yoktu ya... Ve bunların hepsi üniversite mezunuydu, hepsi öncelikli italyanca olmak üzere en az iki dil biliyordu ve hepsi daha önce yurtdışına çıkmış veya yaşamış çocuklardı. Vizyon yoktu, hedef yoktu...Ağır geldi bana yani, üzüldüm bir çoğu için....

L'ombra değil, o farklı...Sevdim ben onu hemen! :)

22 Şubat 2010 Pazartesi

Çatlak


Çok çalışır, çok okur, çok seyahat eder oldum gene, buraya kadar şahane bir durum bu tabii ama aynı zamanda çok da düşünür, yeniden çok hayal kurar oldum... Vurmadı dilime, konuşmuyorum, anlatmıyorum da son birkaç gündür yine şöyle olsa, böyle olsa der oldum...

Dönebilseydim o güne, uyandığımın günün neler getireceğini bileseydim eğer yine aynı şeyleri yapar mıydım, yine kendimi böylesine bırakır mıydım diye düşünür oldum.
Onun varlığından bile habersiz bir şekilde uyandığım o günün arkasındaki 1,5 senenin hergününü onu düşünerek uyanacağımı bilebilseydim eğer yine de atar mıydım kendimi bu hiçsizlik denizinin içine diye sorar oldum.

Cevap mı, cevap sorunun kendisi kadar saçma aslında; o gün biri bana gelse ve bak böyle böyle böyle olacak deseydi eğer, bu kalbine, hislerine ve heyecanına hükmedemeyen kadın yine giderdi, yine düşerdi, yine aynı şeyleri yapardı elbet.

Aldım alacağımı, öğrendim de öğreneceğimi ama özlemi dindirmek zor işte. Sevmek gibi sebebi olmuyor özlem duymanın, bir şekilde bir yerin eksik kalıyor, özlüyorsun...Eksik kalınca da böyle, bitmedi hala, yaşanacak birşeyler daha var diyorsun. Susmak lazım aslında; susmak, düşünmemek, yazmamak, hayal kurmayı bırakmak lazım. O fincan kırılalı çok oldu, parçalarını yapıştırıp yapıştırıp sanki tek parçaymış gibi tutmayı bırakmak lazım.

16 Şubat 2010 Salı

Bu nedir böyle?...



Düşün gelsin...
Deri koltuksa eğer doğal renk olacak, koyu olacak, mümkünse güzel bir ahşap ile sarmalanacak, yüzyıl yaşayacak...Üçlüsü olmaz, beyaz olmaz, renklisi hiç olmaz. Evde de olmaz, otelde de, iş yerinde de. Sevmem, sevemem...Şaşırdım, hiç beklemezdim, yakıştıramadım :)
Bu kadar farklı olabilir miyiz gerçekten? Yok canım olamaz, vardır mutlaka bir açıklaması...

visitors : palazziadri...erken çıkan yol alır. Vintage da basic de benimdir, kurtarılmış bir 2011 yaz...önümüze bakalım...

15 Şubat 2010 Pazartesi

Dönüşü Fantastik Olcaktı Tabii...



Normal insanlar için gece uykuya dalmadan önce kitap okumak, güzel yada sıkıcı farketmez, geçmiş bir günün arkasından kafaları boşaltmaya, hayal güçlerinin diyarında biraz dolaşıp, rahat bir uykuya dalmak anlamına geliyordur herhalde. Bildiğim birçok insan için kitap okumak uyumayı kolaylaştıran birşey. Bu alışkınlığı olanların benim gibi işin bokunu çıkardıklarını duymuyorum; her gece bir, bilemedin iki chapter okuyup adabı ile yarı baygın bir şekilde yorgan altındaki yerlerini arıyorlarmış, hatta kimisi de var ki ikinci sayfaya gelmeden gözleri kapanıyormuş.

Ben mi ? Bir kere aldın mı elime, bir bölüm daha bir bölüm daha derken kendimden geçip, ne saatin, ne ertesi sabah erken toplantıların, ne de başka bir şeyin farkında oluyorum; kaptırıp kendimi, sonrasının merakından saatlerce okuyorum. Dün gece, birazda inattan yeniden okumaya başladım bir türlü konusuna bile giremediğim kitabımı; bu sefer heyecanımı kontrol ettim, ettim de yazarın dili o kadar akıcı ki sabahı da 3.30 ettim, üstelik ertesi gün palazzi'nin gelip de deli gibi koşturacağımı bildiğim halde. Çok az kişiden çekinirim ben profesyonel hayatımda, zorlasam sayıları 3 ü geçmez ve palazzi bunların en başıdır;  en çok sevdiğim, en çok saygı duyduğum, en güvendiğim ama en çok da çekindiğimdir. Palazzi, telefonun üzerinde adını gördüğünde, cevaplamadan önce kendine çeki düzen verdiğin, oturuşunu bile düzelttiğin, telefonun zilini 3 kere çaldırtmadıklarındandır. Buna rağmen bir kitabı elinden bırakamayarak , ertesi güne 5 saat uyku ile başlayacağımı farkettiğimde allah allah nidaları ile uyku öncesi klasik düşünce diyarlarımdan dolaşmamaya çalışarak, uyumaya çalıştım.

Sonuç; den klasiklerinden fantastik bir rüya, nihayet!

Beş yıldızlı bir otelde, açık renk, uzun bir ahşap masanın ucunda italyan bir aile ile iş görüşüyorum. Bir aile şirketi, anne-baba, biri kız diğeri erkek 2 çocuk. Bulunduğumuz salon bir otelden çok bir sarayı andırıyor, duvarlarından şırıl şırıl sular akıyor, muhteşem ihtişamlı avizeler tavanlardan sarkıyor, küçük, zarif aplikler duvarları süslüyor. Kabartmalı duvarların, çicek desenli ipek halıların, mobilyaların hepsi yumuşacık pastel renkli.
Aile çocukların benim ile bir süre kalmaları gerektiğini söylüyor iş için; 25 yaşındaki oğlan bizim f.boari ye benziyor ve gözleri iş için değilde başka birşey için kalmak istiyormuş gibi bakıyor. Çocuk bu daha diyorum, gülüyorum, anlamamazlığa gelip yanlarından ayrılıyorum.
Koridorda yürürken birden en büyük dayı ile karşılaşıyorum üzerinde beyaz bornozu, saçlar yataktan yeni kalktığını belli eder şekilde dağınık. Ama duruşu, ses tonu hepsi o eski ihtişamlı günlerdeki gibi. Önünde el pençe divan duran otel çalışanları ile konuşurken yanina yaklaşıyorum, birkaç saniye bana baktıktan sonra "ahh cadı seni tanımadım" diyor ve öpüyor, hemen sonra yine o hükmeden otoriter sesi ile "bana bir kalem lazım, rengi, şekli, ebadı normal birşey olsun " diyor, ben hallederim deyip yanından uzaklaşarak yan odaya giriyorum. Leader ve lions ile karşılaşıp bana bir kalem lazım palazzi için diyorum. Leader gömleğinin cebindeki siyah, köşeli kalemi çıkartıp bu olur mu diye sorarken, ne garip bir bu kalem diye düşünüyorum ama işimi görür diyorum ama birden leader tereddüt edince vermekte "ne kadar ki bu kalem?" diye soruyorum "220 tl" diyor , " iyi işte olur, çok da pahalı değilmiş" diyorum ama vermek istemediğini anlayınca "neyse biz ona başka bir tane alalım o zaman, şöyle 80 tl lik birşey olur, alt tarafı geçici birşey istedi" diye düşünüyorum ve birden salonun dikiş makineleri ile dolu olduğunu ve ikisi ile birlikte çalışan işçiler arasında dolaştığımı farkediyorum...

Hoop hooopp 4.Leventte ki eski evin uzun koridorun peşi sıra 5 ayrı kapıya açılan dikdortgen holdeyim. Duvar dibinde, köşeleri birbirine dokunacak şekilde simettrik bir şekilde iki beyaz kurutma makinesini,  her ikisinin üzerinde de iki koca siyah tabutu ve başlarında d.p.s i buluyorum. Bunların burada hala ne işi var diye soruyorum sakince ama şaşkın bir şekilde. Gönderemedim diyor şimdi hatırlamadığım sebeplerini sıralıyor, içindeki ölülerin gözlerinin oyulması gerektiğini ama bu fikirden hoşlanmadığını söylüyor ve birden sağ tarafta, onun tarafındaki tabutun kapağını açıp, siyah fermuarlı bir torbanın içindeki cesedi, sanki tüy gibi hafifmiş gibi tek eli ile yukarı dogru kaydırıp, altındaki beyaz torbayı çıkarıp, tabutu kapatıyor. Korkmuyorum hiç, sadece ölülerin ağırlaştığını zannederdim nasıl tek eli ile hareket edebildiğini düşünüyorum, içındekinin behiye olduğunu duyunca, rüyada olduğumu düşünerek "ahh ömrü uzadı" diyorum. Elime bir tenis raketi ve yeşil yeşil topları alıp saydırmaya başlıyorum....

Birkaç zamandır böylesine net hatırlyamadığımdan rüyalarımı, pek bir neşeli uyanıyorum. Neremden uyduruyorum bütün bunları hiçbir zaman cevabını veremeyeceğimi biliyorum ama fantastik bir şekilde de dönmüş olsalar, mutlu oluyorum....

Gün palazzi ve adri ile gayet rahat, güzel ve verimli geçiyor. Akşamında sunset deki keyifli, bol kahkahalı, bol dedikodulu yemekten üçümüz de iş dışında herşeyden konuşup ayrılıyoruz....

14 Şubat 2010 Pazar

Ne Var Bu Kitapda Yahu????


Ilk defa böyle birşey başıma geliyor, şoktayım!!! iki gündür yeni başladığım, Fabio Volo'nun kitabını elime alıyorum, birkaç sayfa okuduktan sonra birden nefesim kesilmeye başlıyor.
Daha kitabın başındayım, konuya bile adam akıllı giremedim, öyle ağır bir kitap falan da değil, ne oluyor anlamadım. Ama elime aldıktan, birkaç sayfa çevirdikten sonra daha derin nefes almaya, iç çekmeye, kalp atışlarımı duymaya başlıyorum.

Acaba son zamanlarda çok okudum, ara mı vermek lazım diye bile düşündüm de bunca yıldır okuyorum, birşey olmadı da bu ne? Acaba başka bir kitaba mı başlasam dedim ama şimdi de içim içimi yiyor bu kitabın içinde ne var , acaba hayatımı değiştirecek bir mesaj falan mı var diye :).
Onun için inat ettim yeniden elime alacağım birazdan da çok acayip birşey bu...Öleceğim sonunda galiba ya meraktan yada heyecandan ...

Buarada olması gereken, eskilerden bir pazardı bugün. Öğlen anotherstar'ın telefonu ile uyanıp, nişantaşında keyifli bir kahvaltı, arkasından HK, arkasından ev, telefon trafiği; önce bebish, sonra l.buddha, sonra amour...hepsinin hikayesi üç aşağı beş yukarı aynı, hepsi şahane kadınlar, hepsi birbirinden kool...Nihayet ve nihayet aylardan sonra konu ben değilim durumu halen devam ediyor; onlar anlatıyor, ben dinliyorum ve bundan çok memnunum...

Geri Gelmiş Olabilir Misin ?


Bütün bir cuma gününü, aklımın bir köşesinde hatice sultanı düşünerek ve her geçişinde arkasından rahmet okuyarak geçirdim. Her inanışımda ölenlerin arkasından dua etmek olduğundan, her duada ruhlarının hafiflediğine, rahata erdiklerine ve buna ihtiyaç duyduklarında sana kendilerini hatırladıklarına inandığımdan gün boyu devam ettim.

Budist inanışa göre cennet de cehennem de burasıdır; şimdi hatice sultanı düşündüğümde ne yazık ki bu yaşantısında kendi cehenneminde yaşadığını düşünüyorum, zira ne yazık ki genç sayılabilecek bir yaşta ansızın gözlerini kapadığı güne kadar pek gün yüzü görmeyen, hayata çile çekmeye gelen kadınlardan biriydi o.

Çocukluğumun en sevilen karakterlerinden biri, Adile Naşit kıvamında bir kadındı; tıpkı onun gibi mini mini ve tombul. Güler yüzünü hiç esirgemez, ne istesek yapardı biz çocuklara; en çok onun evine gitmeyi, en çok onunla gezmeyi, en çok onun bizim evimizde kalmasını isterdim. Büyümem gerekti yaşadığı dramları ögrenmek için ama artık iki kadın olarak arkadaş olduğumuz da bile dert yandığını, isyan ettiğini, bir tek damla bile gözyaşı döktüğünü görmedim. Şimdi düşününce herşeyi, anlamakta hala zorluk çekerim nasıl katlanabildiğine.

Iki hayırsız oğlunun arkasından dünyaya getirdiği küçük kızını iki yaşında kaybetmek yetmezmiş gibi, koca bir hayatı ve güya bu hayatın arkadaşını kumar ile, içki ile ama en acısı bambaşka ikinci bir aile ile paylaşmak zorunda kaldı, bile bile. Adaşım diğer kadını, o kadından olan kız çocuğunu hep bildi, hepsi bildi, bir hayalet gibi içlerinde yaşadı ama hiç olay çıkarmadı. Öyle bir yerden alınıp, diğer bir tarafdan bolluğa gömülmedi; her ne kadar benim hafızamda çok güzel anılarla saklı da kalsa, kemerli kapısından adımını attığın anda buram buram ortanca kokan bahçeli, süs havuzlu çağlayanda ki ev, aslında hiç de benim hatırladığım kadar şahane değildi. Son yılların geçirdiği bodrum katında ki ev ise oradan da beterdi.

Annesinden ayrılan, herkesin evinde rahat rahat kalan bir çocuk değildim ben. Kimsenin evinde acıktığını, susadığını, canını çekeni rahat rahat söyleyen de olmadım; onun için sepet gibi her gittiği yere beni de götüren annem ile gezer tozar ama mutlaka onun ile geri dönmek isterdim. Ama onda kalmak ister, kendi evimdeymişim gibi rahat ederdim. Komşudan öte, kocaman bir aile aynı çatı altında yaşıyormuş gibi, her kapının üzerindeki anahtarlar ile bir başkasının evine zili çalmadan girebilme özgürlüğü, bir yandan şaşırtıci bir yandan da çok eğlenceli bir oyun gibi gelirdi bana.

Çok komik, ufacık tefecik, şisman bir kadındı ama arı gibiydi. Hiçbir şeye erinmez, annem gibi heryere yetişirdi. O kadar iyi bilirdi ki nereye nereden gidilmesi gerektiğini, üçümüz yollara düştüğümüzde, biraz geride kalsa, hemen annemi durdurup onu beklememiz gerektiğini söylerdim; korkardım herhalde kaybolacağız, annem yolu bulamayacak diye...
Kimsenin bilmediği zamanlarda bile onun yanında sigara içer, erkek arkadaşımla daha uzun vakit geçirmek istediğimde gece onda kalırdım. Ne girdiğime karışırdı, ne sigarama, ne telefon konuşmalarıma. Hayatı boyunca kimseye hesap soramadığından, sormuşsa bile cevap alamadığından olsa gerek, hiç sık boğaz etmezdi.

Neden katlandı, nasıl katlandı böyle bir hayata bilmiyorum. Böyle bir yaşantıyı tek başına kaldırabilecek kadar güçlü iken, buna katlanmaya zorlayan güçsüzlüğün sebebi neydi bilmiyorum. Başka türlü davransa idi, başkaldırsaydı, isyan etseydi farklı olur muydu onu da bilmiyorum ama ruhunun iyi olduğunu ve gelecek seferde daha iyi bir yaşantıya merhaba diyeceğini ( belki de dediğini) biliyorum. Yıllar oldu aramızdan ayrılalı, uzun zamandır da aklıma gelmiyordu, vardır bir sebebi elbet. Rahat uyu haticecim...

13 Şubat 2010 Cumartesi

Heyecan


Uyandığımdan beri önce fikir almaya gelen ceylan, arkasından i.k.d derken sabahtan akşama dolu ev boşalınca, kalktığımdan beri aklımda olan kitabımı elime alıp okumaya koyuldum. Italyanca okumayı özlediğime karar verdiğimden, hazır yazı şeklini beğenmişken Fabio Volo'nun bir önceki kitabını "il giorno in piu" okumaya başladım.
25-30 sayfa okumuşken , birden heyecanladım, birden nefes almam derinleşti, birden daha sık ve daha derin nefes alma ihtiyacı hissetim. Fiziksel bir sebep değil hissi yaratan ama tam olarak nedir anlamadım.
Kalktım yataktan, evde dolaştım, elim telefona gitti crown'u arayayım diye ama yapmadım. Ne oldu ki birden heyecanladım, hala yazarken bile biraz öyleyim...Anlamadım...

12 Şubat 2010 Cuma

Yarınların ilk günü

Rüyalarımı hatırlayamıyorum birkaç zamandır; her sabah bir rüyadan uyanıyorum, biliyorum ama kelimelere dökemiyorum nedense. Hep bir his ile uyanıp, hislere yoğunlaşıp sahneleri hatırlamaya çalışıyorum ama yine de olmuyor. Magical saatleri devamlı yakalıyorum da rüyalarımı bulamıyorum. Belki bedenim çok yorgun, çok koşturuyorum ve daha derin uyuyorum bilmiyorum ama her sabah bir rüyadan uyanmaya alışık ben, afallıyorum.

Bu sabah da onu gördüğüme emin olduğum bir hisle uyandım. Uzun uzun düşündüm olmadı. Belki yeniden uyursam geri dönerim dedim, yine olmadı. Kalkmak istemedi canım hiç, günlerin yorgunluğu ve kargaşasından uzak durmak istedim belki; başım dönüyor, hastayım galiba, yataktan çıkmayayım dedim ama o da olmadı. Kalkmak, gidip çalışmak , bu döngüden çıkmak lazımdı. Keyifsiz başladı gün yani; akşamına kadar da dünyayı kurtarmadım açıkçası, çıkmasaydım da o yataktan bugün birşey eksik kalmayacaktı...

Ama akşam mesailer bitip de telefonlar çalmaya başladığında üç kıtadaki üç arkadaşıma ne iyi geldiğimi hissettim, daha doğrusu onlar sözleri ile öyle olduğumu hissettirdiler. Böbürlenmek değil bu yazdığım; değer verdiğin, emek harcadığın, kıymet bildiğin arkadaşlarının dertlerine ortak olduğunda (tıpkı onların sana yaptığı gibi), karşılığında da yorumlarınla hafiflediklerini ifade ettiklerinde, hayata dair hiçbir iz bırakmayacağını düşündüğün günlerden biri, bir anda çok önemli birgün haline dönüşebiliyor.
Yarın birisi için bir dönüm noktası, bir diğeri için daha sakin davranacağı birgün olacak...
Uyuz başlayıp, sakin ve önemsiz detaylarla başlayan bugün aslında sağlıklı yarınların ilk günü olacak.

Kıymet vermek lazım der durur anotherstar, ben de severim bu lafı, katılırım da sonuna kadar. Bazen gelmese de elinden hiçbirşey, sadece karşındakini dinlemek, içini dökmesine izin vermek, destek olmak kıymet vermektir. Yapacak birşeyin olmasa da ben buradayım demek, dertli olduğunu bildiğin kişiyi yalnız bırakmamak, açmasa da telefonlarını, aklımdasın mesajını bırakmak kıymet vermektir. Derdine dert demesen bile sırf onun için dert olarak görmek, önemsemek, dur bakalım buluruz bir çaresini deyip elele vermek kıymet vermektir.

Bense hem veririm hem de bilirim kıymet; dinlerim sonuna kadar, ihtiyaç duyanı asla bırakmam yalnız da bırakıldığımda öyle, bir yolculuk sonrasını bile anlatmak gelmez içimden...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Değiştiremezsin, zorlama!


Çok insan tanıyorum, hergün de yenileri ile, her cinsi ile tanışıyorum; hayat hikayeleri duyuyorum, başlarından geçen olayları, hayallerini, amaçlarını dinliyorum ve hala şaşırıyorum; ne istediğini veya istediği şeyin gerçekte ne olduğunu bilmeyen insanları gördükçe ağzım hakikaten hala açık kalıyor.

Bugün iki ayrı insan, iki ayrı dünya ve iki ayrı şaşırtıcı şey duydum...

Biri geliyor karşına, oturtuyorsun ve anlatıyorsun; dışardan çok havalı ve müthiş göründüğü için herşey, içinin aslında o kadar da kolay olmadığını karşındakinin anlama kapasitesine göre, bazen saatlerce anlatıyorsun. En baştan kuralları, olmayacakları, olamayacakları tek tek sıralıyorsun. İşin özünde çok medeni bir ortam da olsa en kötü senaryoyu önüne koyuyorsun ki kafasında kurduğu süslü dünyanın sadece ondan ibaret olmadığını anlasın diye. Herşey iyi giderse, yok ya o kadar da gözümün korktuğu kadar değilmiş densin diye. Kalırsa uzun süre kalsın diye. Ama işte gel gör ki, küçük dağları ben yarattım halini dışarıda bırakmayı kendi özgür iradesi ile bırakmayı tercih eden, illa da burada olmak istiyorum, muhtemelen, değişirim yada değiştiririm diyen zihniyet kısa bir süre sanki bunlar kendisine hiç söylenmemiş, sanki kendisine başka şeyler vaat edilmiş, sanki kendisi o gün orada değilmiş de siluetini göndermiş onun için de bunlardan bi haber hareket edince, sadece şaşırıyorum. Ne bir kızgınlık, ne bir öfke, ne bir yargılama; duygusal olarak hiçbirşey hissetmiyorum da hala şaşırıyorum...

Bugün ilk defa sevgili bir çiftin ki anlatılan hikayede oğlan ağır arıza, sorunlarını çözmek için terapiye gittiklerini duydum. Cift yeni evlenmeye karar vermiş ama gel gör ki terapi ondan çok önce gelmiş.
Kızın, saçma sapan bir sebepden dolayı, ortada evlilik gibi zor bir kurumun sorumlulukları, rutini vs vs vs sorunları yokken, hayatını daha şimdiden karartan bir adam ile hala evlenmek için inat etmesine, sırf kaybetme korkusundan, onun daha varlığını bile bilmeden önceki önemsiz bir hikayesini yokmuş gibi örtbas etmek için deliller yaratmaya çalışıyor olmasına, kendini inkar etmesine çok şaşırıyorum.
Ben aşka inanırım; aşkta gurur olmaz, mesele aşk ise gerisi teferruat diye bangır bangır bağırıyorum ama bu kadarına yuhhh diyorum.
Adam da bağırıyor bangır bangır bu evlilik işi benim ile olmaz diye ama kız dangalak ( hep öyle olduğunu düşünmüşümdür , piştt detay verme Den bütün dünya okuyor), bildiğin kör işte...Ne ise derdi, evlenince, tek başına kalmayınca ne konacak başına bilmiyorum ama bu kadar aşikarken herşey, nasıl hala çabalıyor gerçekten anlamıyorum ve şaşırıyorum.

Herhalde yine ben değiştiririm, bu da geçsin herşey güzel olacak hayalperestliği var altında ama kimse söylememiş mi bu çok okumuş, çok bilmiş, kocaman firmanın bilmem ne çok müdüresine ki ; evlilik zor kurum, herşey mükemmel uyumlu iken bile zor kurum, özünde insan doğasına aykırı bir kurum diye. Daha geçmeden eşikten, terapiler, yalanlar, örtbaslar, entrikalar varsa değiştiremezsin hicbirşeyi diye...Seni yalana dolana iten adam varsa karşında (sebep ne olursa olsun), düzelmez birşey, arkana bakmadan kaçman lazım diye. İşte bu durumda gururuna sıkı sıkı sarılman, aslanlar gibi kendini savunman lazım diye.

Insan psikolojisi gerçekten çok acayip birşey, eğitim meğitim hikaye bu durumlarda, ne istediğini veya neyi istediğini bilmemek çok feci çok....

Hafif...im

Gece 03.30 da yattım sabah saat 8.00 de kalktım; kar yağmadı, yollar kapanmadı, crown gitti, ben bütün gün rossi ve lisa ile 4 saatlik işi 10 saate yaydım. Yaymak istediğimden değildi tabii ama bu artık bir klişe yazmak bile sıkıcı...
Bir yandan rossi, diğer yandan ihsan bütün enerjimi emdiklerini anlamış olacak ki, çıkmadan önce bir kadeh şarapda ısrar ettiler...Ehh ok dedim; arkasından sushi dedi rossi, peki dedim, beyaz şarap olsun dedi, nasılsa oscar kapıda seni mi kıracağım dedim, yemek sonrası sambucası, grappası derken, yorgun gerçekten yorgun bir günün sonunda iyice bir rahatladım, neredeyse kafayı buldum, iyi oldu...!

9 Şubat 2010 Salı

Eve Dönüşte Süpriz...



Sabah palazzi ve michi'ye de anlatıktan sonra değişiklikleri, yenilikleri, öğlen yemeği sonrası, görmeden ve görünmeden Milano'ya oradan da ertesi günü artık dönecek olan crown'a doğru çıktık yola. Iki gündür ayrı ayrı şehirlerde olduğumuzdan görüşemediysek de konuştuk telefonda defalarca tiger ile ama ikimizin de aklına ne zaman döneceğini sormak gelmediğinden, en son havaalanı yolunda aradığında beni aynı uçakta olacağımızı anladığımızda ikimizde çığlıklar attık, zira hep sevmişimdir onunla seyahat etmeyi, iş dışında birlikte vakit geçmeyi, ondan bundan sohbet etmeyi. Eğlencelidir. içtendir, uyumludur.

Çok şahane bir süpriz, çok keyifli bir eve dönüş yolculuğu oldu...Istanbul'a vardığım da ise direk crown'a uğrayıp sıkı sıkı sarıldım yolculuk öncesi. Hiç gidesi yok biliyorum, benim de bir gönderesim yok ama 3 hafta diye başlayan tatil 7 haftaya uzadı ve artık eve dönme zamanı malesef...

Istanbul'da ayrıldığımda da lapa lapa kar yağıyordu, geldikten bir iki saat sonrada aynı şekilde yağmaya başladı. Yarına kadar sürse, sıcak evlerimizde mahsur kalsak, crown gitmese, ben rossi ile sabahın köründen gecenin yarısına kadar dolaşmasam ne güzel olurdu aslında....

7 Şubat 2010 Pazar

Veneto - Emiglia Romagna - Liguria



Çarşamba-Cuma ; yağışsız ama soğuk hava, hafif güneşli ama yine soğuk hava, deli gibi sağnak yağmur, tipi şeklinde yağan kar, yumuşacık bahardan kalma güneşli, ılık hava...3 gün, 3 bölge, 9 şehir, 7 toplantı...
rossi, zanardi, mattarollo, l.bordin, uga, vanzetti, camellini ....veee buradaki eve dönüşte tabii ki amour ve yine uga.

Yapacak çok iş ve havaya sokacak yeni bir ekip varken Istanbul'da, rossi'nin ısrarı kapris bazlı olsa da kalkıp geldim ama ne iyi etmişim. Iki saatlik bir toplantı için o kadar yolu yapmak battığından son zamanlarda, biraz abartsam da deli gibi dolaşmaya karar vermekle ne iyi etmişim. Bu sefer Mauro'ya gerek yok deyip, ilk gün ulaşımım ile ilgili rossi ile mattarollo super jestler de bulunsalar bile, Mauro'suz olmazmış bu is diyerek çağırarak onu ne iyi etmişim. Bana özgürlük hissi verse bile kafama göre dolaşmak, d.p.s'i dinleyerek bu sakin adamı içimize alarak ne iyi etmişim.
Yıllardır, arada bir canımı sıktıklarında, fazla yüz verdim galiba ben bunlara diye düşünsdüğüm zamanlarda bile yöntemimi değiştirmeyerek, sabrın kollarına sığınarak ne iyi etmişim.
Eski rakip, yeni müşteri olunca, bir kere daha anladım ki onlara karşı hep mesafeli ama sakin durarak, kimin ne kadar iş yaptığı ile ilgilenmeyerek ve hırslanmayarak ne iyi etmişim. İyi ki hisselerimi dinlemişim, iyi ki kapıları hiç çarparak çıkmamışım, iyi ki numaralara takılmayıp herkese aynı özeni göstermişim...

Profesyonel hayatımın başladığı am 10 senedir hiç gitmediğim, şehrin sınırına gelmeden bir adet bile yol indikasyonu bulunmayan Trabaseleghe'den geçerken, geçmişte yolculuk yaptım adeta. Koca bir alişveriş merkezi ve devasa bir grafik şirketi dışında, son 10 sene içinde hiçbirşey değişmemişti ama ben aynı den değildim. Şehir merkezindeki kaldığım otel ( albergi centrale - tek otel ), alışveriş yaptığım outlet, içinde saatlerimi geçirdiğim kitapçı-kirtasiyeci, restaurantlar şaşırtıcı şekilde aynı idi. Yine outlete girdim, yine kitapçıda zaman geçirmeye çalıştım ama artık herşeyin gani gani bulunduğu şehrimden dolayı aynı tadı alamadım. Ama bol bol eskiyi düşündüm, orada olmaktan keyif aldım.

Mevsimden mevsime atlaya zıplaya şehir değiştirip, bu seyahatte elimden hiç düşmeyen blackberry ile tüm işleri hallettikten, super toplantılar yaptıktan sonra haftasonu için Rapallo'ya, tiger'ın deyimi ile eve geldim.

Ve bu haftasonu amour'a aitti; ne istediğini bilmeyen, şımarık bir sevgili daha davamız vardı. Battaniyelere sarınılarak otursakta , amour'un sıcacık evinde saatler geçirdik super donatılmış masa etrafında. O anlattı ben dinledim, o hiddetlendi ben sakinleştirdim, o sustu ben ikna etmeye çalıştım. Uzun zamandan sonra ilk defa ben değildim konu ve o kadar yaşamak istediğim birşeyin içindeydi ki her hiddetlendiğinde deli bir karar verecek diye konuştum da konuştum. Bazen içinde boğulduğumuzda sorunların, ne kadar saçma ve anlamsız şeylere taktığımızı dışardakiler kadar göremiyoruz, bazen yutsak yada yutmuş gibi görünsek de hoşumuza gitmeyenleri olmadık zamanlarda kusuveriyoruz üstümüzü başımızı ve karşımızdakini kirleterek, bazen ne uğrunadır bilmem incir çekirdeğini doldurmayacak bir sebep yüzünden elimizdekinin değerini göremez hale geliyoruz. Hiç karşı taraftan bakamıyoruz, empati yapamıyoruz, hep ben olsam ben olsam diyoruz ama kimsenin sen ile aynı olmadığını kabul edemiyoruz.  Çırılçıplak soyunuveriyoruz önlerinde, kalbimizi açıyoruz en derin noktasına kadar, en büyük sırlarımızı, korkularımızı, hayallerimizi paylaşıyoruz ama niye ise gururu bir kenara hiç bırakamıyoruz. Herşeyi ve herkesi bir kenara bırakabiliyoruz da bu lanet gururu çıplak bedenimizi koruyan tek kalkan olarak düşünüyoruz. Yersiz gururun bir anlamı yok aslında, dünyaya meydan okuyoruz, onun karşısında başın herzaman dik durmasa ne olur diye düşünemiyorz.

Iki dolu gün dönüp dolaşıp bunları konuşarak, yeyip içip gezerek, mis gibi insanın içini ısıtan bahardan kalma günlerin tadını çıkararak geçti. Arada çok görmek istediğim film Baciami Ancora'da seyredildi, ilki kadar olmasa da beğenildi...

Şimdi eve dönme zamanı; sabah şirkete uğrayacağım, onu görür müyüm görmez miyim bilmiyorum ama gerçekten tıpkı yola çıktığım gibi beklentisizim. Ilk defa buradayım ve acaba bir yerden karşıma çıkar mı diye gözlerim onu aramıyor. Iyileşiyorum galiba....

6 Şubat 2010 Cumartesi

RAPALLO


Sabah uga ve amour ile castello'da müthiş bir kahvaltı yaptıktan sonra, hepimiz bir iki saat kendi işlerimizi halledip tekrar buluşmak üzere ayrıldık. Benim aklımda otele dönüp, biraz yazmak vardı ama dışarda öylesine muhteşem bir hava var ki, bahardan farkı yok...Kendini esirgemeyen güneş, taptaze kokan deniz ve yumuşacık bir hava yazma isteğimin önüne geçti. Şimdi yeniden kendimi dışarı atıyorum; içeriye kapanılmayacak kadar güzel ve enerjisi yüksek birgün; karnavaldan dolayı kostümleri ile dolaşarak yüzünü gülümseten bir sürü çocuk, evet yaa ben burayı çok seviyorum dedirten bir hava, hayat var dışarıda bugün. Kafamın içinde fon müziği olarak you got the love' ı duyduğun günlerden biri var...



Yazarım, yorgunluktan bayılmazsam dönüşte yazarım...

3 Şubat 2010 Çarşamba

Gitmeden Hemen Once ≠ 5



Daha haftanın ortasındayız ama bu hafta devamlı bir hazırsızlık yakalanıyorum; hiç hesapta kitap da yokken, rossi'nin kapris ile ısrar arası söylenmeleri yüzünden, bütün programları değiştirip, dışarda ki kara, Istanbul'daki eloanora'ya rağmen yine gidiyorum.
Dün gece herhalde bu havada uçak kalkmaz dedim, herhalde ana yollar açık bile olsa benim tepelerime araba girmez dedim, herhalde ben bugün gidemem dedim ama herşey düşündüğümün aksine super normaldi. Şimdi ben yine uçak bekliyorum ama uykum var ve Mauro'suz uzun 3 gün de beni bekliyor.

Neyse gidelim bakalım, gönüller olsun, Veneto da aradan çıksın; hem amour'un da canı sıkkın, haftasonunu da onunla geçirelim, Baciami Ancora'yı seyredelim...

Geçen hafta Ultimo Bacio'nun devamı Baciami Ancora, benim döndüğüm günün ertesi günü vizyona girdiğinde o kadar çok üzülmüştüm ki göremediğime, şimdi keşke başka birşey isteseymişim diyorum:)

Buarada böyle beklentisiz, heyecansız italya'ya gitmek ne şahaneymiş, resmen unutmuşum...

The SEA is my LanD


2 fincan, bir dakika,mr.italy;
mah e' finito un capitolo, voltiamo la pagina...

Mahh io ti do 2 mesi,solo 2 corti mesi...

2 Şubat 2010 Salı

Cok Calismam Lazim..SON!


Yeni yepyeni bir ofis ile yeni sezona başlamak zamanıdır derken, bu kadar yenisini kastetmemiş de olsam, milad olarak koyduğum birgün olarak gayet iyi bir gündü...
Son dakikaya kadar zamanını kullanmaya karar veren rey'in, son dakika açıklaması, birkaç haftadır kafamda kurduğum organizasyonu son bir kere daha altüst etse de sonunda yine de en mantıklı çözümü bulduk gibime geliyor. Sonuç insanıyım ben ve görünen o ki olacak, bu sistem ile herşey iyi olacak, enerjiler yüksek, istekli ve heyecanlı bir grup karşımda; böylesi ile herşey yapılır...

Ofisteki toplantı, arkasından sciole', arkasından t-la-bar ve arkasından yeniden sciole' ile yemek derken gün bitti...Çok Çalışmam Lazım baki ama burada ki kullandığım hali ile bu da bitti, bir check daha hayata...