29 Temmuz 2012 Pazar

Köstebek


Ne güzel bir kelimedir şu "yeni"...
İçinde bolca umut, kıpır kıpır bir heyecan, özen var. Her daim tatlı bir telaş, dalıp dalıp gittiğin hayaller var. Her yenide mutlaka, daha önce edinilmemiş farklı bir tecrübe, hissedilmemiş farklı bir duygu, tadına varılmamış bir doygunluk hissi var. Bir parça da korku var elbet ama yine de korkunu kulak ardı ettiğin, mutlaka sonsuz bir iyimserlik, deli cesareti var.


İşte buradaki bu yeni köşe de bana aynen bunları hissettiriyor ve daha önce yazıp da bir kenarda bıraktığım yazılarımın, şimdi hiç tanımadığım yada okuyacağını hiç tahmin etmeyeceğim insanlar tarafından okunduğunu, bir şekilde onların hayatlarına dokunduğunu görmek az buçuk bir tedirginlik ama yine de inanılmaz bir mutluluk ve tarif edilmez bir heyecan veriyor. 
Insanlar okuyor, üstelik okumakla da kalmayıp üzerine yorumlar yaptıkça gittiğim yolun yönünü, hatta beni değiştiriyorlar. Eskiden ben sadece kendime yazarken şimdi başkalarına hitap edebiliyor ve bunun sadece düşüncesi ile bile çok eğleniyorum.


Onun için de bu hafta; çuvaldığızı biz kadınlara batırdığım bir önceki yazım "Niye?" nin peşi sıra "Eyvallah Deniz ya, tam da aklımdan geçenleri söylemişsin, gerçekten siz kadınlar niye böylesiniz ya hu?" diye bana arka çıkan erkek arkadaşlarımdan yola çıkarak, tüm erkeklere içeriden bilgi sızdırmaya, haklarında yapılan dedikodulardan onları haberdar etmeye karar verip, bu yazımı erkeklere ithaf ediyorum.


Şimdi sevgili erkekler, hani şu kapısını tam olarak kapatmadığınız, ruhunu çalkalayıp, aklını çelişki hareketler ile allak bullak ettiğiniz kadınlar var ya, işte onlar ve onların yandaşları, sosyo-ekonomik farklılıklar gözetmeksizin, hakkınızda en çok aşağıdaki gibi konuşuyor, haberiniz olsun;


Birinci sırayı tartışmasız korkak olduğunuz alıyor. 
Mutlaka ya kadının gücünün, varsa parasının, muhtemelen baskın karakterinin altında kalmaktan çekindiğiniz için kaçıp gittiğiniz, olayı bilerek sabote ettiğiniz söyleniyor. Yeri geldiğinde mangalda kül bırakmayan sizler, dışarıda neler yaptığınızın esamesi bile okunmadan, hafızalara direk korkak olarak yazılıyorsunuz. Açıkçası ben bu korkma meselesini hiçbir zaman tam olarak içime sindiremeyip, hep bir züğürt tesellisi olarak görsem de sizlere daha da kötü bir haberim var ki; o da, yaralı kuşun sizin cinsinizden arkadaşları da bu savı öne sürüp, doğduğunuzdan bu yana hiçbir şeyden korkmamak veya korktuğunu belli etmemek için sarfettiğiniz tüm çabalarınızı çöpe atıyor, bu savı sanki mutlak bir gerçekmiş gibi algılatıyor ve sizler belli bir çevrede artık hep bu sıfatla anılıyorsunuz.


İkinci sırada güçsüz olduğuzdan bahsediliyor. 
Belli ki siz erkeklerin, sırtlayıp biz kadınları, bir yerden bir yere taşıması gerektiği beklentisi var ki hayatta, sık sık " beni/seni taşıyamadı" yorumları ile omuzları dar, çelimsiz biri olarak tasvir ediliyorsunuz. Sizler istediğiniz kadar yumruğu masaya, kafayı da karşınızdakine koyup korku saçın dışarıda, malum çevrede hep bir güçsüz olarak görülüyorsunuz.


Üçüncü sırayı elbette yalancı, hatta ruh hastası olduğunuz alıp, bu noktada sizin de hatırı sayılır destekleriniz ile tüm psikolog ve psikiyatrların taktirini kazanacak, hatta ağzını açıkta bırakacak psikolojik analizleriniz yapılıyor ki en uzun ve derin konular burada geçiyor, en ağır ithamları ve sıfatları burada alıyorsunuz.
Hani şu ortada daha fol yok yumurta yokken, allaya pullaya verip de bir türlü yerine getiremediğiniz vaadleriniz yüzünden; yalancı kesin de bir de onun yanına şizofrene kadar varabilen ruh hastalıklarından biri ile anılıyor; merhametli olanından " yazık, Allah yardımcısı olsun" duasını, aşırı kızgınından ise çok büyük bir ahd alıyorsunuz. Burada muhatap kişinin karakterine bağlı olarak ya acınarak, ya da nefretle anılıyorsunuz.


Sorumsuz, beceriksiz, bencil olduğunuz konularına girip konuyu daha da dallandırıp budaklanmıyorum ama her net olmadığınız ilişki sonrasında, akıllarda kalış şeklinizle ilgili bir fikir edinebildiğinizi ümit ediyorum.


Bense, tutkunun anahtar kelime olduğuna inandığımdan, sizlerin bir korkak değil, bazen tam olarak ne istediğinizi bilmediğinizi; güçsüz değil ama yeterince istemediğinizi ; yalancı veya ruh hastası değil sadece yeterince tutkulu olmadığınızı ve daha da ilerisi verdiğiniz tüm o sözler ve kurduğunuz hayaller ile aslında karşınızdakini değil kendinizi inandırmaya çalıştığınızı düşünüyorum.
Ben gerçekten bir şeye başlarken sizlerin de bizler gibi "yeni" nin heyecanına kapıldığınıza, her yenide umutlandığınıza, kendinizce çabaladığınıza ve hatta sonradan havada kalan sözleri söylerken onlara inanarak söylediğinize inanıyorum da yine de sormadan edemiyorum?


Niye siz erkekler hayatta başrolde olmaya bu kadar istekli, pohpohlanmaya bu kadar hevesli iken, sizleri hayatlarının merkezine koyup ilgi gösterdiklerinde kadınlar, kaçacak delik arıyorsunuz? Niye sevdiklerinizin, sizi etkileyen ilk halleri ile kalmasına izin vermeyip, illa kafanızdakine benzetmeyi istiyorsunuz? Tek derdiniz herkes tarafından sevilmek ve beğenilmek iken niye gösterilen özen, sizler için sarfedilen çaba, verilen sevgiden boğulup,  bir de üzerine şımarıyorsunuz? Anladık belli ki kendiniz de olmasını istediğiniz, hayalini kurduğunuz şeyleri vaadediyorsunuz da karşınızda duygudan ibaret kadın beklentilere girmeye başladığında niye bozuluyor, oyun bozancılık yapıyorsunuz? Niye istemediğinizi, hissetmediğinizi, yapamacağınızı açıkca net, dürüst bir şekilde söyleyemiyorsunuz? Sizler ki almışsınız hayatın yükünü omuzlarınıza, kendi küçüğünüzde dünyayı yönetiyor, her daim problem çözüyorsunuz da sözkonusu aşk olunca, ilişki olunca, evdeki problem olunca niye oturup dinlemek, çözümlemek yerine çekip gitmeyi tercih ediyorsunuz? Gerçekten niye?


Korkmaktan korktuğumdan, korkuya inanmam ben...
Ama gerçekten söyledikleri gibi korkuyorsanız beyler, boşuna korkmayın bence; çünkü karşınızda gördüğünüz her güçlü kadın tahmin edemeyeceğiniz kanatlarının altınıza girmeye can atacak kadar naif; en zayıf gördükleriniz aklınızı alacak kadar güçlü. Korkmayın onları idare edemem, yetemem diye. Kormayın kalbini kırar, üzerim diye. 
Korkmayın net, dürüst olmaktan! Çünku insanları gerçekler değil, arada kalmalar yorar en çok...











  














22 Temmuz 2012 Pazar

Niye?



Bana nasıl bir doğaüstü güce sahip olmak istersin diye sorsalardı, kesin insanların zihinlerini okuyabilmeyi seçer, böylelikle yıllardır süre gelen düşünce kirliliği ve enerji kaybından feragat ederdim. Zira insanların çelişkili hareketlerini anlayabilmek, onları bir mantığa oturtabilmek ve ona göre hareket etmek için o kadar çok çaba sarfettim ki yıllar boyunca; aynı enerjiyi başka bir şeye mesela şu yazı yazma aşkım için harcamış olsaydım, bugün belki göğsümü gere gere "ben yazarım" diyebilir, bir hayalimi daha gerçekleştirmiş olmanın haklı gururunu yaşıyor olabilirdim.

Ancak bir şey oldu ve bir umursamazlık yapıştı bu yaz üzerime...

Son birkaç zamandır net bir şekilde dile getirilmeyen şeyler üzerine kafa yormanın, fikir üretmenin gereksiz; oturup da bir başkasının yaptığı hareketlerden bir anlam çıkarmaya, söylenmeyen satırların aralarını okumaya, akıllara zarar bağlantıları kurarak bir sonuca varmaya çalışmanın faydasız olduğuna karar verdim. Yirmi küsur sene kadar geç oldu ama sonunda, bu evlere şenlik çelişkili hareketlerin şifresini çözebilsen bile bunun içerisinde bulunduğun durumu değiştirmediğini anladım. Sebebi bilmek sonucu değiştirmiyorsa şayet, o zaman bu kadar uğraşın yaşam enerjinden çalıntılar yapmaktan başka bir şey olmadığına karar verdim. 

Velhasıl umursamazlık yapıştı kaldı, artık üzerinde durmuyorum.

Ben vazgeçiyor, kendimi geri çekiyor, uzak tutuyorum bu düşüncelerden ama uzaklaşmaya çalıştıkça, bana has bir arıza olduğuna inandığım güdümün ne kadar yaygın olduğunu farkediyorum. İş yerlerinde, dost meclislerinde ne kadar çok "bence.... acaba... kesin...keşke" ile başlayan cümleler kurulduğu ister istemez dikkatimi çekiyor; nasıl herkesin aynı dertten muzdarip, hepimizin hayatta nasıl en çok belirsizliklerden tedirgin olduğunu düşünüyorum. Hangi yaşantıları yaşıyor olursak olalım, hepimizin mayası aynı; tek bir şeyi, "gerçeği" bilmeyi istiyoruz. Burada sadece kadın-erkek ilişkisini değil, bütün ilişkileri kastediyor; arkadaşımızın da, sevgilimizin de, kocamızın da, patronumuzun da dürüst olmasını istiyoruz. Çünkü net bir şekilde söylenmeyen her sözde bir kapı hep açık kalıyor, tutarsız bulduğumuz hareketlerde ruhumuz çalkalanıyor, ucu açık mesajlarda beynimiz allak bullak oluyor. Ne bir adım ileri gidebiliyor, ne de geriye dönebiliyoruz. Gözüne far tutulmuş tavşan misali donup kalıyor, hareket edemiyoruz. Ve süreç de tam o noktada başlıyor işte. Beyin geçmişe gidiyor, güne dönüyor, verileri veriyor, dillerden "bence'li, kesin'li, acaba'lı " cümleler dökülüyor. Vücut sabit, beyin yorgun, ruh harap bir şekilde günler, aylar hatta yıllar geçiriliyor. 
Ve yine farkediyorum ki bunu da en çok kadınlar yapıyor, bu girdaba düşen erkekler varsa bile göz açıp kapatana kadar çıkıyor, fazla zaman kaybetmiyor.

Merak ediyorum niye biz kadınlar olayları olduğu gibi kabullenmekte zorlanıyor, illa aklımıza yatacak ama sonucu etkilemeyecek açıklamayı almak için bu kadar çok çabalıyoruz? Niye cümlelerin arasından cımbızla seçip kelimeleri, işimize geleni duyuyor, görmek istemediğimizi yok sayıyoruz? Niye bizim için herşeyin mantıklı bir sebebi olmalı ve bunu biz niye mutlaka bilmeliyiz? Nasıl oluyor da hem bu kadar güçlü bir o kadar da naif olabiliyoruz? Merak ediyorum, hangi yanımızı besliyor bu çalkantılar, arada kalmalar, inatla geri adım atmamalar ama ileriye de bakmamalar? Duygular mı besliyor bu zihni sinir fikirleri, bitmek bilmeyen ümitleri? Niye her şeyin bizimle alakalı olduğunu, yapmadığımız veya fazladan yaptığımız şeylerden kaynaklandığına inanıyoruz? Niye insanları oldukları, olayları sonuçlandıkları gibi kabul edemiyoruz? Gerçekten niye?

Biz kadınların bu ortak özelliğini merak ediyor ama yine de kararlıyım, umursamıyorum. Artık karşımdakinin zihninden geçenleri anlamaya, ona göre gardımı alıp yaşamaya çalışmıyorum. Üzerinde durmuyorum açıkça ifade edilmeyenlerin. Manalar çıkarmıyorum belirsizliklerden. Bahaneler bulmuyorum çelişkili hareketlere. 
Nerden bileyim, vardır elbet bir sebebi deyip, harcamıyorum yaşam enerjimi. 
Ben galiba artık hayatımda ki herkes için emek vermeye evet, kıymet bilmeye evet, gerekiyorsa değişime sonuna kadar evet ama gereksiz çabalamaya hayır diyorum. Çünkü biliyorum ki sadece hayatta ne istediğini bilen insanlar net, dürüst ve cesur olur.












15 Temmuz 2012 Pazar

Serseri Mayın


15.07.2012 www.haberboyu.com'da yayımlanan köşe yazım...


Bir anne gördüm; şen şakrak, yaşam dolu. Üzerine geçirdikleri gibi renkli, orasına burasına taktığı çiçekler gibi capcanlı, sanki çekilmiş köşesine de öylece duruyormuş gibi gözüküyor.
Kahkahası eksik olmuyor, anlatacak lakırdısı bol, ağdalı cümleler kuruyor. Sık sık eskilere gidip, arada bugüne dönüyor. Hatıraların yarısından çoğu karanlık; terkedilişleri, didinmeleri, direnmeleri kapsıyor.
Hayatın ona adil davranmadığını, hep mücadele ettiğini söylüyor. Kalabalıklar içerisinde nasıl yalnız, nasıl tek başına ayakta kaldığını detay detay serip gözlerinin önüne, bolluk ve bereket içinde başlayan hayatın nasıl bir anda değişebileceğini gösteriyor. O gözü çıkası paranın nasıl kardeşleri birbirinden koparıp, elden bile uzak yabancılar haline getirebileceğini, hayırsız bir kocanın, savunmasız bir kadını nasıl kundaktaki çocuğu ile terkedip, hayatta bir başına bırakabileceğini, insan oğlunun çiğ süt emdiğini hatırlatıyor.


Hayat zor, anne de bir "kurban!" ama o kendine acıyanlardan değil dikilip hayatın karşısına dimdik, ona meydan okuyor. Zehir gibi zekası ve dur durak bilmeyen hırsı ile pes etmeyip, kimseye pabuç bırakmıyor. Gerçi nasıl bıraksın? İstese de bırakamaz zira küçücük bir bebe var kucağında; kendinden vazgeçse ondan vazgeçemeceğinden, yok çaresi varını yoğunu ortaya koyuyor.


El kadar bebeği yaşama amacı, can yoldaşı, onu terkedip giden kocası, anası babası, elleşen kardeşleri oluyor.


Bir tek onu seviyor, bir tek ona güveniyor. Bir de Tanrı aşkı olduğunu söylüyor ama Tanrı'yı seven yarattığı insanı sevmez mi? Yok o sevmiyor çünkü sevmeyi bilmiyor. Hem sevgiden önemli şeyler ; ayakta durmak, kimseye muhtaç olmamak, mal mülk sahibi, mevki sahibi olmak var hayatta. Gücün varsa insan da var, sevgi de geçici, aşk da diyor. 
O bir tek küçük bebeğini seviyor, bir tek de onun tarafından sevilmek istiyor. Hiç bitmesin bu sevgi, kimse araya girmesin istiyor. Onun için de ha babam kurcalayıp geçmişi, nasıl tüm hayatını ona adadığını, nasıl onu herkesten ve herşeyden koruduğunu, şimdilerde her daim yapılı ve bakımlı olan şaclarını nasıl onun için süpürge ettiğini anlatıyor. Sabah kalkıyor anlatıyor, gece yatıyor anlatıyor, yılmıyor yorulmuyor, bulduğu anda anlatıyor.
Olur da yolundan sapacak olursa cancağızı; en büyük silahı gözyaşları, en büyük cezası ortadan kaybolmaları ile kendi elleri ile küçüğünün yüreğine salıp endişeleri, kaşık ile verdiğini kepçe ile çıkarıyor. Bilerek isteyerek, kötü niyet ile değil elbet ama kurban bellediğinden kendini bir de kimseyi beğenmediğinden yok ondan başka aslolan; bedelini istiyor, alamadığını zannettiğinde korkup mutsuzluk saçıyor.


Bir anne gördüm; bildiğim tüm annelerden farklı, sinesi kapalı, sevgisi ağır, hakimiyeti sınırsız. 
Sevgiyi büyük yük, bedeli ağır bir borç gibi gösteriyor, sevmeyi bilmediği için sevilmeyi de yanlış öğretiyor. 


Bir anne gördüm,oturdum masasına, o anlattı, ben dinledim. Sesim cılız kaldı, gücüm yetersiz; yanlış yapıyorsun, bencillik ediyorsun diyemedim. Yüreğime sıkıntı, gözlerime dehşet düştü de yine bir şey söyleyemedim. Konuştukça yaşadıklarının yükünü küçücük bir çocuğun omuzuna yükleyecek kadar korkak bir kadın kaldı karşımda da kendisine dile getiremedim. Kimbilir kaç hayat zarar gördü bundan, artık bırak diye iki kelimeyi bir araya getiremedim. Dert de bitti, tasa da bitti, sana sunulan hayatın, verilen değerin farkına var, keyfini çıkar diye tavsiye edemedim. Elim kolum bağlıydı, sesim çıkmadı,sadece sustum, bir şey diyemedim...


Anneler, babalar sevin çocuklarınızı deliler gibi ama karşılık beklemeden, illa ödemeleri gereken bir bedel olduğunu hissettirmeden. Bırakın çocuklarınız hata yapsın doya doya da düştükçe ayağa kalkmayı öğrensinler. Sizler payınıza düşeni, kendinize değer biçtiğinizi yaşadınız, yaşıyorsunuz, yaşayacaksınız hayatta, bırakın onlar da kendilerininkini yaşasınlar. Yıkmayın onların küçük omuzlarına hayalkırıklıklarınızı, pişmanlıklarınızı, bastırılmış duygularınızı, bir de bunlarla uğraşmasınlar.Yadırgamayın, yargılamayın seçimlerini, bırakın illa güç sahibi, kudret sahibi büyük adam, önemli kadın olmasınlar da sadece "adam" sadece "insan" olarak mutlu olsunlar. 
Anneler, babalar tapın çocuklarınıza da sevmekten de sevilmekten de korkmasınlar, kalabalıklar içerisinde yalnız kalmasın, yalnızlıktan korkmasınlar. Sizler bir mucize yarattınız, bırakın mucizeleriniz de kendilerininkilerini sunsunlar dünyaya, keyfini çıkarsınlar. Uzak tutmayın onları insanlardan, saklamayın kendinize, sokmayın burnunuzu herşeyin dibine kadar da karışıp hayata, kendi yollarını bulsunlar. Serseri mayın gibi ordan oraya savrulmasınlar!!! 




Fotograf; http://instagram.com/p/USMla/ by BERRAK KOYUNCU
Müzik ( yazarken) ; Between Two Lungs by FLORENCE + THE MACHINE



8 Temmuz 2012 Pazar

Telaş


08.07.2012 HABERBOYU'nda çıkan köşe yazımdan...

Telaştayım son zamanlarda... Ve ne adını koyabiliyor, ne de ağzımda bıraktığı tadını duyabiliyorum telaşımın.
Mutlak bir umursamazlık ve keskin bir arayış var bu telaşta hissediyorum da verdiği kıpır kıpır huzursuzluğu sevmiyorum. 
Sevmiyorum çünkü herşey bir yavan, biraz yarım, hep bir tekrardan ibaretmiş gibi geliyor, hal böyle olunca ben de iki arada bir derede kalıyorum. Bir yanım "otur bir köşede hiç konuşma, sadece bak bakalım etrafında neler olup bitiyor" diyor, diğer yanım "hadi ya ne duruyorsun hala, kalk gidelim buralardan..." diye başımın etini yiyor.
Gel gör ki ruh huzursuz, iç de telaşlı ise; benim gibiler ne bir köşede öylece durabiliyor ne de oturup susabiliyor. Topladığı gibi bavulunu kendini yollara vuruyor, oralarda bulduğu köşelerde durup, belki konuşmadan oralarda merakla etrafına bakabiliyor. 

Yani yine düştüm yollara, Istanbul ve Cenova'da ki kaleler de dahil hiçbir yerde yine 4 yada 5 geceden fazla geçirmediğim günler yaşıyorum...
Illa bir tanımı olmalı, bir başlık altına konulmalı ya herşey, birçoğu "kaçtığımı!" düşünüyor ama ne büyük bir yanılgı içinde olduğunu bilmiyor. Zira bilmez mi gezgin herşeyi bıraksa da geride, bir aklını bir de kalbini atlatmayı beceremez, onlar da takılıp geliverirler peşi sıra. Öğrenmez mi yıllar içerisinde kaçmak diye birşey yoktur hayatta; nereye giderse gitsin, kaçtığı, sadık yol arkadaşı, kafasının içinde hiç susmadan cır cır konuşan ses olur. Attığı kahkahada da oradadır, yeni bir el sıkışmada da. Onun için kaçmak değil, olsa olsa başka hayatlara karışmak, yeni insanlara dokunmak, gördüklerin, duydukların ile durduğun yerdeki açını değiştirip, hayata veya konuya başka bir yerden bakmaktır bu yola düşmeler. Kaçmak değil rutininden ve olayın merkezinden çıkıp, burnunun ucuna kadar soktuğundan, tam olarak ne olduğunu göremediğin telaşına uzaktan bakmaktır yabancı topraklar.
Kendi ellerimizle itina ile çizip, sonra da kendimizi hapsettiğimiz sınırları genişletmektir kilometrelerce arşınlanan yollar.

Neyse işte ben aklımda telaşım, yanımda kitaplarım, bir sms uzaklıktaki arkadaşlarımla yine dolanırken orada burada; ikisi Türk, biri Fransız, üçü Italyan olan bir masada buluyorum kendimi. Aylardan temmuz, günlerden en güzelinden bir yaz akşamı... Diğer hayat Cenova'da ki evin bahçesinde oturuyor, Özpetek filmlerinden çalınmış uzun bir masanın etrafında yemek yiyoruz. Etrafımızı tepedeki tabak gibi dolunay, masamızı ise kokulu mumlar aydınlatıyor. Arada yumuşacık bir meltem esiyor, mumların kokusuna balkonlardan sarkan rengarenk çiceklerin kokusu karışıyor, o da biraz şarap biraz da neşeli sohbetin verdiği sarhoşluk ile gevşeyen vücutlarımıza dokunup, bizi kendimize getiriyor. Hava mis, ortam mis, keyfimiz yerinde. Bir masada yedi kişi, dört ayrı dilde konuşuyor, aynı şeylere gülüyoruz. Italyancadan başka hiçbir dil bilmeyen, buradaki en kadim dostum Simone yine tek tek, kendi diliyle herkes ile anlaşıp, yüzümü güldürürken, tipik bir Cenova'lı olan Antonella, benden sonra ikinci bir Türk ile tanışmış olmanın heyecanına kaptırıp kendini, dönüp dolaşıp konuyu hiç görmediği Istanbul'a getiriyor. Ben sıramı savdığımdan yıllardır, sazı diğer Türk arkadaşım alıyor, ballandıra ballandıra anlatıyor. Stefano ise aşkı uğruna bırakıp herşeyi, bir Türk ile evlenip Istanbul'a yerleşmiş Fransız güzele bakıyor ilgiyle, bense onun tepkisine.

Stefano'ya bakıyor ve insanların kendilerine çizdiği aşılmaz sınırları düşünüyorum; neden ısrarla kurdukları dünyanın dışına çıkmak istemediklerini, niye hep tek bir pencereden bakmak için inat ettiklerini, neden kendilerinden farklı olanlardan beğenmiyor kisvesi altında korktuklarını, neden kendilerini değiştiremediklerini, neden sadece bir yerde kök salmak istediklerini yada kök salmak tamam da arada bir kafayı dışarı çıkartıp yeniden geri dönemediklerini merak ediyorum.  Masaya bakıyorum birbirinden farklı iki din, üç ırk, dört dil, yedi kişi bile oturup, mis gibi bir yaz akşamında bin ayrı şeyden konuşabiliyor, aynı şeylere gülebiliyorken, neden mesele ikili ilişkiler olduğunda koca koca duvarlar örüyoruz anlamıyorum. Hayat öyle çok da abartılacak birşey, dünya da o kadar büyük bir yer değil, o masa işte! Bir şekilde ortak dili bulup, iletişim kurabilmek mesele de bunu niye beceremiyoruz, şaşırıyorum.

Stefano'ya, ha bire etrafında döndüğü benzer sorunlarına, sorduğu merak dolu sorularına bakıyorum, telaşım geliyor aklıma... Birden kaymasa da oturduğum sandelyem altımdan, açım değişiyor, farklı birşey görüyorum. Çok güzel özellikleri olan adamlardan birisi olsa da direnç demek, vazgeçmemek demek, ha babam debelenmek demek olduğundan benim için kendisi, köklerimin olduğu şehirde de tıpkı onun gibi hala inatla direnç gösterdiğimi ama gözümün önündeki sonuca bakarak bundan vazgeçmem gerektiğini anlıyorum. Direnmekten vazgeçemiyor, direndikçe debeleniyor, debelendikçe de adını koyamadığım bir telaşa kapılıyorum. Velhasıl telaşımın kaynağını bulup, adını koyuyorum.

Hala telaştayım elbet, öyle kaybolmuyor hemen... Onun için de aklımda telaşım, yanımda kitaplarım, bir sms uzaklıktaki arkadaşlarım ile dolaşıp orda burda, farklı hayatlara karışıyor, meseleye uzaktan bakıyorum, iyi geliyor...


Fotograf; To be tied with a Knot http://instagram.com/p/LFk8aOyBSq/ by DEN
Müzik ( yazarken ); La Notte by ARISA








1 Temmuz 2012 Pazar

Hoşgeldiniz...



01.07.2012 de HABERBOYU 'da çıkan köşe yazım...

Sana bir köşe versek, bizim için de yazar mısın diye sordular, düşünmedim bile, hemen evet dedim. Çünkü ben hayatınız boyunca karşılaşabileceğiniz en büyük hayalperestlerden biriyim ve onlar bana sundukları imkanın benim için ne anlama geldiğini bilmiyorlardı ama ben, beni buraya, sizlerin karşınıza çok uzun zamandır içimde taşıdığım hayallerimden birinin getirdiğini ve yine buradan daha da büyük olan bir diğerine pencere açıldığını biliyordum...

Merhaba ben Deniz; bundan böyle her pazar bu köşede beni bulacak, yaşadığım mobil hayat gibi her hafta bir daldan diğerine konacak, benim durduğum yerden görünen bir yaşama konuk olacaksınız. Başımıza gelen olaylar ve onların gerçekleşme şeklinden çok gerisinde bıraktığı duygular önemli olduğundan benim için, burada sadece, kim ne düşünür endişesi duyulmadan kaleme alınmış, samimi bir şekilde kağıda dökülmüş duyguları okuyacaksınız.

Sizler okudukça, niye ise insanların hayatta göstermekten en çok çekindiği şeyi, içimi görecek, dolayısı ile dışardan ne göründüğünün hiçbir önemi yok, gerçek ben ile tanışacaksınız. Lafın kısası, ansızın karşınıza çıkan bir kadının nereden gelip, nerelere gitmek istediğini anlayacak, kendisi için de süpriz olan yolculuğuna şahit olacaksınız.

Ben her zamanki gibi rüzgar nereden eser, gönlümden nasıl geçerse yazıp: kelimeler beyaz sayfaya, içimdekiler de boşluğa aktıkça rahatlayacak, sizler de umarım bulup kendinizden birşeyler keyif alacaksınız. Bazen ahkam kesip, büyük büyük konuşacağım, bazen de güldürüp yine umarım gününüze renk katacağım. Benim malzemem insan olduğundan eminim sıkça onların hayattaki duruşlarından dem vuracak ama sonunda mutlaka dönüp kendime, içimi sorgulayacağım.
Derdim size birşeyler göstermek veya öğretmek değil asla, zira bütün ahkamlarım içinde yaşadığım bu hayat için geçerli ama tesadüfe inanmayan biri olarak, çekiyorsam dikkatinizi, mutlaka bir hikmeti olacak, bulursanız tanıdık birşeyler, alacak, sizler aldıkça ben çoğalacağım.

Merhaba ben Deniz; uslanmaz bir seyyah, amansız bir hayalperest, aşka ve onun gücüne aşık bir kadınım...
Renkli, stresli ama bir o kadar da heyecanlı bir işim, oldukça hareketli ve her telden çalan insanlarla dolu kalabalık bir yaşantım var. Onun için de malzeme bol, hergün nasıl bir güne uyandığımızı bilmediğimiz hayatta, tüm edinilen tecrübelere rağmen hala sık sık, iyi yada kötü anlamda şaşıran, zaman zaman tökezleyip yere yapışan ama ne olursa olsun, yine ve yeniden ayağa kalkıp, hayata sımsıkı sarılanlardanım. Mümkün olsa çiviyi çakacağım, münkün olsa hep burada kalacağım ama olmadığından  öyle bir şansım, bir gün göçüp gittiğimde bu diyardan arkasında kalıcı birşeyler bırakmak için yanıp tutuşanlardanım.
En belirgin özelliğim tutku ile ne yaşıyorsam dibine, ne yapıyorsam sonuna kadar deyip, bu kalbi çarptıran ne ise peşi sıra gidenlerden; sevmeyi ve sevilmeyi bilmenin önemli bir meziyet olduğunu düşünenlerdenim.
Tesadüfe, paylaşmadan çoğalmaya, vermeden almaya inanmayan biri, hayatının bir parçası olmasını istediğimiz sevdiklerimiz için özveri de gerekli, değişim de gerekli, teslim olmak da gerekli diyenlerdenim. 

Ben doğuştan şanslı ama ruhu hafif huzursuz olanlardanım...Yaşam enerjim heyecandan, heyecan ise kurduğum hayallerden geliyor...

Beni buraya hayallerim getirdi...Ve sizler okudukça gerçekleşiyor ya o hayal şimdi yavaş yavaş, onun için size "Hoşgeldiniz..." diyorum.


Fotograf; Early Bird @ Istanbul http://instagr.am/p/LBlX0pSBV_/ by DEN
Müzik ( yazarken ); Sultanım by RAHMAN ALTIN