4 Nisan 2010 Pazar

KYOTO - 31.03/03.04.2010



Ben hayatımda hiçbir tatilimde, tekne tatilleri ve eve dönmek üzere havaalanına doğru hareket etmek dışında, sabahın 05.30 da kalkıp da yollara düşmedim, Japonya'ya gelene kadar.

Tanrı gördüklerimizden eksik etmesin, bu günlerimizi aratmasın tabii ama Tokyo'da geçidiğimiz 5 gün sonunda, tabii ki mutluyduk geldiğimiz, gördüğümüz için ama bekliyorsak da hepimiz modern ve kocaman bir şehir ama yine de farklı beklentilerimiz olacak ki hayalimizdeki Japonya'yı bulamadan; çok güzel işte geldik, gördük ama bir daha da gelmesem üzülmem diyerek, kalbim yanımda, fotograf makinem boynumda, sabahın köründe kalkıp bullet train ile Kyoto'ya doğru yola çıktık.

Ben hayatımda, bu kadar saat gibi tıkır tıkır işleyen bir tren sistemi ve isminin hakkını vererek, bu kadar hızlı giden bir tren hakikaten görmedim; daha LA'den yola çıkmadan bu yolculuk için gün sayan ve sabahın körü olmasına rağmen hiç mızmızlanmayan borga'nın heyecanına değecek kadar varmış yani.
Tokyo- Kyoto arası 500 km yi iki saatte, şehirden uzaklaştıkça yeşiller içinde, birgün önce bizi selamlamak için bir an kendini gösteren Fuji dağını bol bol seyrederek, sabahın o saati olmasına rağmen f.rotary grubunun şen şakrak ekibi ile güle eğlene Kyoto'ya vardık.

Ve burada geçirdiğimiz 4 gün boyunca ben hayatımda bu kadar güzel bir yer görmedim. Bir şehir bana, hiç okumadan, araştırmadan da gelmiş olsam, hiç bu kadar hayalimdekini vermedi. Tanrı özene bezene yaratmış, buddhalar korumuş, bastığı topraktan, soluduğu havaya herşeyi tanrı sayan japonlar ise acayip sahip çıkmış Kyoto'ya.
Ağaçları daha dallı, yeşilleri daha bir yeşil, çiçekleri sanki daha renkli; bütün dalları çiçek açmış sakura ağaçları ile dolu sokaklarda gezerken, gözün gönlün onlardan başka birşey görmez oluyor, baharın geldiğini, doğa ananın canlandığını hissedip, kendini iyi hissediyorsun.

Ben hayatımda buradaki kadar güzel bir sunum görmedim, önüme gelen her tabak yemeği bozmasam mı acaba derken bulup kendimi, hayatımda hiç bu kanar yine önüme konan her yemeği yemedim. Bir değil iki değil gittiğimiz her yerde bu kadar iyi servis bulmadım; herşey önüme oya gibi işlenmişcesine zarif, böylesine yumuşak konulmadı.

Şahane idi yani KYOTO; kazumi ve hasansan sayesinde bir turist, özellikle benim ve crown kadar sefa pezevengi ve tembel turistler olarak asla bulamayacağımız, bulsak bile rezervasyon yaptırmakta zorlanacağımız yerlerde, sayıları iyice azalan gerçek geiko ve maiko'lar ( geyşa) ile, mekan sahipleri ile yemekler yiyip, onlar ile sohbet ettik, el üstünde tutulduk, yüzyıllara meydan okumuş herbiri birbirinden güzel ve enteresan tapınakları gezdik, inanılmaz kaplıcalarında banyolar yapıp, yer yataklarında yattık, inanılmaz fotograflar çektik, gecesini ayrı, gündüzünü ayrı güzelliklerle yaşadık.

Bazı şehirler vardır benim için; adımını atarsın ve ben burada yaşarım dersin biraz soluduktan sonra havasını. Bazı şehirler vardır, yüz kere de gitsen yine gitmek istersin ve her gittiğinde aynı zevki alırsın. Tokyo değil ama Kyoto işte o şehirlerden biri benim için; Tokyo'ya değil ama ben Kyoto'ya yine giderim, yine giderim ve hatta gider 7 gün boyunca Sumiya Kiho-An otelinden çıkmadan bedenimi ve zihnimi dinlendiririm.


ps: super makine D90 ile çektiğim şu fotografları buraya koyacağım diye youtube'da birşeyler yükledim ya, inanamıyorum kendime :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder